Sulhu umumi ve cemaatler

Değerli dostlar! Kur’an, Sünnet ve Risale-i Nur’un en çok ehemmiyet verdiği hususların başında sulhu umumi gelir. Sulhu umuminin sağlanabilmesi için cemaatlere özellikle Nur talebelerine büyük vazifeler düşmektedir. Çünkü şuan İslam alemi büyük bir keşmekeş içerisinde bulunmakta ve onlarca ülkede iç çatışmalar yaşanmaktadır. Çatışmaları durdurmaları gereken siyasiler ise ekseriyet itibariyle “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır” anlayışına hizmet ettiklerinden sulhu umumi temin edilememektedir.

Siyasilerin yapmadığı sulhu umumiyi temin etme vazifesi bugün cemaatlerin ve tarikatların görevi haline gelmiştir. Çünkü Kur’an-ı Kerim Müslümanlara şu çağrıda bulunmaktadır: “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız.”[1] “O halde siz (gerçek) müminler iseniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Resûlüne itaat edin.”[2]

Sünnet ve Siyeri Nebevide de bu konuda cemaatlerin ders ve örnek alması gereken çok sayıda hadise mevcuttur. Bu hadiselerden ilki İslam öncesi dönemde yaşanan Hılful Fudul hadisesidir. Bu hadiseyi şöyle özetleye biliriz: “Son Ficar Harbinde, çok kimse hayatını kaybetmiş, oluk oluk kan akmıştı. Bununla, Arap kabileleri arasındaki düşmanlık duygusu daha da bilenmişti. Her an basit sebepler yüzünden büyük hâdiseler çıkabilir, adam öldürülebilir, kabileler birbirine saldırabilir duruma gelinmişti. Mekke'de, dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus emniyeti diye bir şey kalmamıştı. İsteyen, istediği yabancının malını alıyor, karşılığında tek kuruş ödemiyordu. Âciz ve güçsüzler her türlü zulme mâruz kalıyor ve bunlara karşı koyma cesaretini gösteremiyorlardı. Bu vahşet saçan manzaraya bir çâre bulunması gerekiyordu. İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu hareketlerin önüne geçilmeliydi. Fakat, ne yapılmalıydı? Namus ehlinin, haksızlık karşısında vicdanı ızdırap duyanların, cemiyetin emniyet ve asayişini düşünüp duranların halletmek istedikleri meselelerdi bunlar!.. Bardağı taşıran son damla, Yemen'in Zebid Kabilesinden birinin bir deve yükü malının, şehrin ileri gelenlerinden As. b. Vâil tarafından gasb edilmesi hâdisesi oldu. Zebidîinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda, Ebû Kubeys Dağına çıkarak, uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı. Bu davet, cemiyetin perişan hâlini düşünen kafaları uyandırdı. Derhâl bir araya toplanarak, bu yolsuzluklara, bu gayrimeşru davranışlara çâre aramaya koyuldular. Bu konuda başı çeken ve Mekke'nin hatırı sayılır büyüklerini bir araya getirmeye teşebbüs eden ilk şahıs, Peygamberimizin amcası Zübeyr oldu. Haşîm, Muttâlib, Zühre, Esed, Haris, Teym Oğullarının ileri gelenlerinden birçoğunun iştirakiyle, Mekke'nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah b. Cud'a'nın evinde toplanıldı ve "Hilfû'lFüdûl" cemiyeti kuruldu. Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra, şu maddeleri karar altına aldılar: Mekke'de—ister ehlinden, ister dışından olsun—zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır. Bundan böyle Mekke'de zulme asla meydan verilmeyecek, zâlime asla müsamaha ve fırsat tanınmayacaktır. Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar, mazlumlarla beraber hareket edilecektir. Cemiyet üyeleri, bu ahitleri üzerinde sebat edeceklerine dair de şöylece yeminde bulundular: "Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir Dağı yerlerinden silinip gidinceye, Kabe'de istilâm ibâdeti [Kabe'nin tavafı sırasında Hacerû'lEsved'e el sürülmesi ve izdiham dolayısıyla bizzat el sürülemiyorsa uzak tan selâmlama işaretinin yapılması] ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz."

Kurulan bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" adı verildi. Sebebi şöyle izah ediliyor: "Hilf' yemin, "Füdûl" ise fâzıllar demek. Mekke'de bulundukları bir sırada Cürhümî Kabilesinden Fazl isminde iki kişi ile Katura Kabilesinden Fudayl adında biri, "şehirde, zulme ve tecavüze meydan vermemek" hususunda yeminde bulunmuşlardı. Kureyş ileri gelenleri de, bunlara benzer sebeplerden dolayı bir araya gelip karar aldıklarından, "Fâzıllar" hâdisesini hatırlama babında bu cemiyete "Hilfû'lFüdûl" denildi. Cemiyetin îfa ettiği ilk iş, Yemenli Zebidlinin, ticaret maksadıyla getirdiği malın Âs b. Vâil'den geri alınması oldu.

 

Sevgili Peygamberimiz de, henüz 20 yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede oyunu müsbet olarak kullanmıştır. Bu, Efendimizin genç yaşından beri derin düşünceye sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara sahip bulunduğunun ifadesidir. Şefkat ve merhamet timsâli zât, elbette peygamberlikle vazifelendirilmeden evvel de mazlumun imdadına koşacak, bu hususta gösterilen gayretlere yardımcı olacaktır. Çünkü, o, "güzel ahlâkı tamamlamak" maksadıyla gönderilmişti. Öyle ise, güzel ahlâka vasıta olan her gayrete kendisi de katılacaktı.

Nitekim, kendilerine İlâhî risâlet vazifesi verildikten sonra da, mezkûr cemiyete katılmış olmaktan duyduğu memnuniyeti şu ifadelerle beyan buyuracaktır: "Abdullah b. Cud'a'nın evinde yapılan yeminleşmede ben de bulundum. Bence o yemin kırmızı tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir! Ben, ona İslâmiyet devrinde bile çağrılsam icabet ederim."

Resûli Ekrem Efendimizin bu sözü, günümüz Müslümanları için de bir ölçüdür: Zulme ve ahlâksızlığın her türlüsüne karşı, isim ve şekli ne olursa olsun, mücadele veren teşekkül ve cemiyetlere yardımcı olmak...”[3]

Bu konudaki örnek alınması gereken bir hadise de şudur: “Sehl ibn Sa'd (r.a.)'dan (şöyle demiştir): Kubâ ahâlîsi bir­birleriyle döğüştüler; hattâ birbirlerine taşlar attılar. Bu hâdise Resulüllah'a haber verilince, Rasûlullah (s.a.v.) hemen: "Bizi götürün de aralarını iyileştirip barıştıralım" buyurdu.[4]

Bediüzzaman Said Nursi de sulhu umumi konusunda birçok çalışma ve tavsiyelerde bulunmuştur. 31 Mart Hadisesinde isyan etmek üzere olan sekiz tabur askeri itaate getirmiş, Kürt hamallara konuşmalar yaparak olay çıkarmalarını önlemiş, devlet yetkililerine de sulhu umumi ve afvı umumi çağrısında bulunmuştur. Bediüzzaman’a göre “hakikat ve maslahat sulhtur.”[5] “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.”  “İşte sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın.”[6]

Evet, değerli dostlar! Bugün Türkiye de ve İslam Aleminde sulhu umumi için cemaatler, tarikatlar ve stk lar harekete geçmeli ve üçüncü göz vazifesini görmeliler. Hükümete, Kürtler’in tüm meşru haklarını vermeleri çağrısında bulunmaları ve faili meçhul cinayetlerin faillerinin yakalanıp yargılanması ve cezalandırması işleminde bulunması için takipçi olmaları ayrıca silah kullanan tüm kesimlere de silah bırakma çağrısında bulunmalıdırlar. Elbette bu sadece Türkiye için tek yapılmamalı. İslam Ülkelerinde savaşan tüm taraflara ateşkes çağrısında bulunmalı ve gerektiğinde arabuluculuk vazifesini üstlenmelidirler. Örneğin Suriye de, Irak’ta, Afganistan vb. yerlerde süren iç savaşlar için hükümetlere tarafsız davranmaları çağrısında bulunmaları ve taraflar arasında barış için var güçlerini sarf etmeleri çağrısında bulunmaları bu konuda siyasileri faaliyete geçirmeleri gerekmektedir.

Bu konuda özellikle Nurcular basın açıklamaları, sempozyumlar, paneller, konferanslar, kongreler düzenlemeli ve sulhu umumi fikrinin gerekliliğini kamuoyuna benimsetmelidirler. Mesela Risale Akademi, Risale-i Nur Enstitüsü, İİKV, Hayrat Vakfı, Zehra Vakfı  vb. gibi düzenledikleri çalışmalarla ilim dünyasına büyük katkılarda bulunan kuruluşlarımız konu ile ilgili ortak çalışmalar yapmalı  ve taşın altına ellerini sokmalıdırlar.

Eğer biz cemaatler ve tarikatlar olarak bu konuda inisiyatif almazsak, başkaları devreye girer ve biz seyretmekle kalırız. Devreye girenlerde elbette kendi ideoloji ve fikirlerine uygun çalışmalarla hükümetleri, devletleri ve örgütleri yönlendirecek ve işler içinden çıkılmaz hale gelecektir. Ama Nurcular gibi, ellerinde asırların en büyük ve en doğru Kur’an tefsirinin bulunduğu bir camia bu konuda inisiyatif alırsa meseleler doğru ölçüler ve hakikatlerle ele alınır ve çözümü çok kolaylaşır.

Başka bir yazıda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olun.



[1] . Ali İmran: 104-110

[2] . Enfal: 1

[3] . Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı c.1, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1991, sh.

[4] . Buhari, Sulh, 3

[5] . 13. Söz

[6] . Divan-ı Harbi Örfi

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.