Sanat, sanatçı-4

Bediüzzaman’ın eserlerinde en hakim unsurlardan biri, iç dialoglar, monolog interior, dialoglar, ikili veya daha çok özneli konuşmalar, eşya ve nesnelerle, olaylarla konuşmalar, bir ikinci şahısla birlikte sanatlı seyirler yapmak veya kendi ile konuşmalardır. Yirmi İkinci Sözün tamamı bu sanatkarane seyirlerden oluşur.

Üstad, şimdilerin kurmaca dediği, sözün başına iki ayet almış. “Ve yedribullahül emsale“ nassından aldığı örnekleme, misali hikayeler üretme tarzında konuşur. Dramatik zekaya bak ve yedrübullahil emsale ayetini bir anda fantastik bir giriş cümlesiyle izah ediyor. Havuzda yıkanmak, başka bir yerde gözünü açmak, sonra başka bir aleme bakmak. Ta ki içinde yaşadığımız dünyanın ülfet edilmiş harika orijinal olaylarını görsün diye. Dramatik roman ta 18. yüzyıldan sonra anlatımları göstermelerle birlikte vermeye başlamış. Bediüzzaman önce anlatım, sonra birden bütün bir alemi örnek olarak bir rüyadan uyanmak gibi anlatıyor. Böyle bir sanatçıyı göstersinler bizim edebiyatımızda ona sataşan adamlar. Şu kör anahtarlarla mitoloji ve beşeri dinlerin ve edebiyatların anlamını çözemedikleri muamma-yı müşkülküşayı nasıl anlatmış bak sen hele.

Ayette Allah misaller vererek insanları düşünmeye davet ediyor manası var. İkinci de de misalleri vermekle yeni insanları tezekküre, tefekküre davet ediyor. Kur’an’da da örnek vererek yapılan çok anlatımlar var. Bu örnekler üzerinde büyük kitaplar yazılır. Haydi hocalar olmaz ama sanat bilmek lazım, fiktif ve dramatik kültür gerekir. Bediüzzaman bu örnek vererek anlatımı neredeyse tezinin temel teknik elamanı haline getirmiş. Medrese Bediüzzaman ile dinin anlatım telkinine yanaşmadı, yerinde saydı. Bediüzzaman onlara bir şey söylemeden yeni bir yol açtı. Onun yaptığı medresenindir ama medrese bir gurur-ı ilmi ile yanaşmadı kendi bilir, Bediüzzaman’ın tesiri de buradan gelir.

Eserin giriş cümlesi başlı başına bir ihtilal: “Bir zaman iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalade bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki acip bir aleme götürülmüşler.”

Neden havuzda yıkadı ondan sonra başka bir aleme götürdü. Neden fevkalade bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Bunlar böyle bir ameliyeden geçmeden de dünyayı gezebilir, gözlemlerini ifade edebilirdiler. Hayır Bediüzzaman anlatımı orijinal yapmak için böyle bir girişi kullanıyor. Şimdi insan doğduğu anda alemdeki olayların orjinalliğini anlayamaz, yaşını olayları yorumlamaya getirinceye kadar böyle devam eder, yorumlamaya başlayınca da artık ülfet etmiştir. Ülfet de anlamı düşündürmez. İki adam ”acib bir aleme götürülmüşler” o acib alem bu yaşadığımız alem. Acibliğini anlatmak için böyle bir giriş yapmış Bediüzzaman.

Bu 22. Söz harika bir sinema olur, marifetullah sineması.

Arkadaşına diyor, ”Gel her tarafa bak herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor.” Bakmayı ve dikkati teklif ediyor arkadaşına. Gizli bir eli görmeyi gerekli buluyor. Adam tam bir sanatçı, onu klasik din adamı algısından kurtaramadık. Biz sanatlı bakamıyoruz. Ülfet, Türkiye’deki sanat camiası da iki kat kör, kör oğlu kör. Körler sağırlar birbirini ağırlar.

Bir gün anlaşılır. “Çoğu gitti azı kaldı, ekmekten azizleşir çoğu gitti azı kaldı” diyor Necip Fazıl. O da anlaşılmamaktan şikâyetçi. “Ve lakin la tefhehün, tefekkerün, tezekkerün…” Mukaddes kitabımız da bakar gör, duyar duymaz, bakar anlamazlardan şikâyetçi. “Bakarlar ama kördürler, duyarlar ama sağırdırlar.” Allah’ım gözümüzü, kulağımızı aç, ama istemeden açılmaz. Sanat da din de o göz ve kulakları açmaya çalışmış, bakmayı görmeyi öğretiyor. İşte Bediüzzaman örneği olmayan bir din ve sanat felsefecisi.  Bediüzzaman aslında hasta akıllar, gözler ve kulakların tedavi merkezini açmış, bir rehabilitasyon merkezi.

Bir hikayeci bir olayı anlatır. Bir aile evlerinde bir halı parçasını ata ata eşiğe kadar getirirler, sonra bir eskici onu yok bir parayla alır. Aradan bir zaman geçer birgün aile bir müzeye gider camekanın içinde bir halı parçası görürler. Kız bağırır “anne bu bizim ite kaka sokağa attığımız halı değil mi.” Anne görünce evet der. Kilimin üzerinde kaçıncı yüzyıl büyük bir sanat eseri. Değeri baha biçilmez. Ellerini dizlerine vururlar ama geç olur. Bediüzzaman da kıymetini bilmediğimiz evren sanat galerisindeki olayların ülfetini kırıp bize gösterir.

Bak şimdi cümleye: “Gel ey vesveseli arkadaş, gel bu azim sarayın nakışlarına dikkat et ve bütün bu şehrin zinetlerine bak ve bütün bu memleketin tanzimatını gör ve bütün bu alemin sanatlarını tefekkür et.” Ah Üstadım sen ne harika bir sanatçısın, şu ülfet ettiğimiz kainatı nasıl güzel gözle görüyorsun. Ne gariptir, devlet adamları Bediüzzaman’ı anlamamışlar, nedendir hayret ediyorum. Bize anlatın mı diyor, iş bize kalmış ne yapalım. “Beni Menderes anlamadı” demiş. Ellerini döndürmüş “onlar da böyle olacaklar” demiş. Gittikten sonra kıyamet kopmuş.

Bütün 22. Söz ve daha başkaları insanlara bir çocuğa öğretilen ilk ders gibi öğretmeye,  insanları bakmaya, görmeye, eğitmeye çabalar. Kant da bunu yapar ama o kadar yüksekte ki. Yüksek lisans öğrencime kant estetiği okuttum çünkü estetik okumadan sanatlı gözle bakılmaz.

“Haykırsam kollarımı makas gibi açarak durun kalabalıklar bu sokak çıkmaz sokak” diyor Necip Fazıl. Çıkmaz sokakta Türk aydını ve başkaları...

Alemdeki bütün işler sanatlı öyle ise bir sanatkar tarafından sanatlı bir şekilde tasarlanmış ve yaratılmışlar, bu kadar ihtimam ve incelik kendi kendine olmayacak şey.

“Bu işler, yüz derece muhâldir ki, kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede sanatlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhâldir ki kendilerinden ziyâde, sanatkârlarını gösteriyorlar.”

Yapılan şeyleri Bediüzzaman münakkaş, nakışlı kumaşlara benzetiyor ama yapıldıkları madde bir madde. Madde toprak, maddeyi hazırlayan ve kumaş dokumada kullanılan ipe çeviren de O. O zaman dokunan şeyler de sanatlıdır ve O’na mahsustur.

“Hem, bak; bu dokunan şeyler, bu nesc olunan münakkaş kumaşlar bir tek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzâr eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedâhe birdir. Çünkü, o iş iştirâk kabul etmez. Öyle ise, bütün nesc olunan sanatlı şeyler, ona mahsustur.”

Kumaş, ip, dokuma, onların hammaddesi toprak, yayan Allah hem de sanatlı.

Dokuma, nescetme üzerinde oldukça düşünüyor. Yeryüzü bir mencusat fabrikası. Sıradanlığı ve ülfeti kırmak için örnekler veriyor.

“Dokunan şeylerin her bir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor. Bütün ebnâ-i cinsleriyle öyle intişâr etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nesc ediliyor. Demek tek bir zatın işidir; tek bir emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhâldir. “

Sonra bu yapılan işleri daha ayrıntılı anlatıyor, ve Allah’a bağlıyor.”Öyle ise, bu sanatlı şeylerin her birisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güyâ her bir çiçekli kumaş, her bir sanatlı makine, her bir tatlı lokma, o mu’ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde, lisân-ı hal ile her birisi der: "Ben kimin sanatıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür." Ve her bir nakış der: "Beni kim dokudu ise, bulunduğum top da onun dokumasıdır." Her bir tatlı lokma der: "Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur." Her bir makine der: "Beni kim yapmış ise, memlekette intişâr eden bütün emsâlimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kim ise, o bize mâlik olabilir."

Yapılan şeyler nelere benzetiliyor. Çiçekli kumaş, sanatlı makine, tatlı lokma,, sandıklar, dükkanlar, nakış, kazan, pişirme, yapmak. Olayları görmüş tasnif etmiş genel kurallar ve yaratılışın gündelik hayatımızdaki olaylarla benzerliklerini kurmuş, alemi bir marifetullah mektebine çevirmiş. Biz kendi aramızda bu sanatlı şeylerin felsefesini yapıyor muyuz?

“Bütün memlekette intişâr eden sanatlar, birbirine benzediği ve bir tek sikke izhâr ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişâr eden masnular, her bir şeye hükmeden tek bir Zâtın sanatları olduğunu gösteriyorlar. İşte ey arkadaş! Mâdem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâtası var; bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu için, bir vahdet-i nev’iye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzım gelir.”

Sanat o kadar birbiriyle bağlantılı cümlelerle izah ediliyor ki sadece sanat kelimesine bakarak yorum yapmak nakıs olur. Bütün memlekete yayılan sanatlar var ve bunlar herşeye hükmeden bir Sani’in yani  yaratıp sanatlı hale getiren bir ilahın eserleridir.  Bediüzzaman ama sanatlı bakmaktan  vazgeçmez,  yaşadığımız toplumda dini mevizenin, yorumların, hutbelerin, konuşmaların, mülakatların neresinde sanatlı eserlerle süslenen ve bunları yapan Sani’iden bahsedilir. Bediüzzaman da klasik din olgusunun içinde yer almış, birçok şey kitaplarda kalmış.Onun ilahi sanatın nasıl felsefesini yaptığı konusunda ne yapılmış acaba?

“Şimdi bak; gayet Basîrâne ve Hakîmâne, zeminin yüzündeki, şu tasarrufât-ı azîme-i bahariye üstünde bir hâtem-i Vâhidiyet gayet âşikâre görünüyor. Çünkü şu icraat, bir vüsat-i mutlaka içinde ve o vüsatle beraber bir sürat-i mutlaka ile ve o sürat ile beraber bir sehâvet-i mutlaka içinde görünen intizam-ı mutlak ve kemâl-i hüsn-ü sanat ve mükemmeliyet-i hilkat öyle bir hâtemdir ki, gayr-i mütenâhî bir ilim ve nihayetsiz bir kudret sahibi ona sahip olabilir. “

Basirane, görerek, yaptığı sanat eserinin gözelleşmesini hesap ederek yapıyor,sonra Hakîmane yani yaptığını bir faydayı gözeterek yapıyor bu da sanatta ait sanatlı yapmaya dahil, sonra hatem-i vahidiyet, sanatçı yaptığı sanat eserinde hangi maddeden ve unsurdan ne oranda alacağını bilir, bu da bir birleştirme bir araya getirme fiilini gösterir, hatem-i vahidiyet.Şimdi icraatın özelliklerini sayıyor.

Vüsat-ı mutlaka 1 Amerikadaki de Erzurumdaki de aynı kanunla

Sürat-i mutlaka 2 hepsi aynı zaman birimi içinde yapılıyor

Sehavet-i mutlaka 3 mutlak bolluk, her yerde aynı

İntizam-ı mutlak 4 tam bir intizamla yapılıyor, aksaan çirkin yanı yok

Kemal-i hüsn-i sanat 5 hem güzel hem de yetkin yani kemalli, bir sanat

Mükemmeliyet-i hilkat  6 hem de yaratılışla zıtlığı yok yaratılışın mükemmeli tamamı.

İcraatın altı özelliği de sanatın kapsamına ve şumülüne dahil.

 

“Her bir ferdde görünen bir intizam-ı mutlak ve gayet mümtaz bir hüsn-ü sanat ve nihayet ihtilât içinde bir imtiyâz-ı etemm ve gayet mebzûliyet içinde gayet kıymettar eserler ve gayet geniş daire içinde tam bir muvâfakat ve gayet suhûlet içinde gayet san’atkârâne bedîaları icad etmek, bir anda, her yerde, bir tarzda, her ferdde bir sanat-ı hârika, bir faaliyet-i mu’ciznümâ göstermek.

Yukarıdaki cümlede sanattan hareketle  gayet mümtaz hüsn ü sanat

Gayet suhulet içinde gayet sanatkarane bedialar

Her yerde bir tarzda her ferdde  bir sanat-ı harika

Birbirine bağlı sanat  okumalarının arasında, birbiriyle bağlantılı olarak anlatılmış. Biri gayet mümtaz hüsnü sanat, sanatı güzel ve farklı, imtiyaz sahibi . Hiçbir güzel aynı cinsten de olsa karakteri farklı. Sanatkarane bedia, görülmemiş sanatlı yapılışlar, sonra sıradan değil her fertte bir harika sanat, sıradan değil harika .Sanatlı bakmış her şeye .insanlar tabiatın içinde nasıl yaşar o nasıl yaşamış hep bakmış düşünmüş genel sanat kuralları çıkarmış.

“Evet, gece-gündüz, kış ve yaz, asırlar ve devirlerin değişmesiyle gurûb ve ufûl içinde teceddüd eden ve tazelenen masnuât-ı cemîle,”

Tabiattaki değişmeye rağmen yenilenen ve tazelenen güzel sanat eserleri

“mevcudât-ı latîfe, elbette bir âlî ve sermedî ve dâimü’t-tecellî bir Cemâl Sahibinin vücud ve bekà ve vahdetini gösterdikleri gibi; o masnuât, esbâb-ı zâhiriye-i süfliyeleriyle beraber zevâl bulup ölmeleri, o esbâbın hiçliğini ve bir perde olduğunu gösteriyorlar.”

Sanatlı canlılar ölüp gidiyor ama sonra yerine yenileri geliyor, onlara neden olan sebebler tesirsiz.

Şu hal katiyen ispat eder ki, şu sanatlar, şu nakışlar, şu cilveler bütün esmâsı kudsiye ve cemîle olan bir Zât-ı Cemîl-i Zülcelâlin tazelenen sanatlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden aynalarıdır, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.

Sanat, nakış, cilve hepsi sanat içindeki fiiller. Bunlar   Celal Sahibi bir güzelin tazelenen sanatlarıdır, nakışlarıdır. Aynalarıdır, sikkeleridir, hatemleridir.

Sanat ile maddeyi kıyaslayarak insanın büyük bir  sanat eseri olduğunu söylüyor.insanı büyük sanat eseri yapan imanı ve Allah’a intisabıdır.

“İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’ eder. O kat’dan san’at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir. Bu sırrı bir temsil ile beyân edeceğiz. Meselâ, insanların sanatları içinde, nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır; bâzan müsâvi, bâzan madde daha kıymettar, bâzan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat, antikacıların çarşısına gidilse, hârikapîşe ve pek eski hünerver sanatkarına niisbeten büyük bir kıymet alır. “

Mümin olan insanın bütün fiilleri de Sanat fiili ertafında yer alan onun mütemmimleri olan sanat fiillerini seyretmek, düşünmek ve tefekkür etmektir. İnsan adeta sanat eserleri galerisinde dolaşan bir sanatçıdır, seyircidir, temaşagerdir, ona verilen beş duyu hayat için olduğundan çok hayatı verenin eserlerini temaşa ve  değerlendirmek içindir, ama insanlar onları hepkendi sıradan gayeleri için kullanırlar.

“Sonra, esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin nukuşlarından ibâret olan bedî san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip, dellâllık ve ilâncılıktır. Mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden”

İnsan dellal, ilancı, anlayışlı mütalaacı, hayretli bir nazır, hürmetli ustabaşı, belagatlı lisan-ı natık .

Bu cümlede arzın farklı özelliklerini sıralar, bunlardan biri de Allah’ın sanat mucizelerinin teşhir yeri olmasıdır. Bu şekilde yaşamak kime nasib olmuş.

“Bütün mu’cizât-ı sanatının meşheri, sergisi, bütün tecelliyât-ı esmâsının mazharı, nokta-i mihrâkiyesi.

Aşağıdaki izahlar da yine o meşheri sanat-ı Rabbaniyenin diğer özellikleridir.

“Nihayetsiz faaliyet-i Rabbâniyenin mahşeri, ma’kesi, hadsiz hallâkıyet-i İlâhiyenin hususan nebâtât ve hayvanâtın kesretli enva-ı sağîresinden cevâdâne icadın medârı, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki masnuâtın küçük mikyasta numûnegâhı ve mensucât-ı ebediyenin süratle işleyen tezgâhı ve menâzır-ı sermediyenin çabuk değişen taklidgâhı ve besâtîn-i dâimenin tohumcuklarına süratle sünbüllenen dar ve muvakkat mezraası ve terbiyegâhı olmuştur. İşte, arzın bu azamet-i mâneviyesinden ve ehemmiyet-i san’aviyesindendir ki, Kur’ân-ı Hakîm, semâvâta nispeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün semâvâta karşı, küçücük kalbi büyük kalıba mukabil tutmak gibi, denk tutuyor. Onu bir kefede, bütün semâvâtı bir kefede koyuyor, mükerreren, https://www.risaleinurenstitusu.org/kulliyat/images/books/sozl1/b996.gif diyor. “ Hangi boyutlarda yaşamış  hayret ne hayret.

“Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. “

Kader de sanatla alakalıdır, çünkü bütün mahlukatın sanatlı görüntüleri kaderin çizdiği programa göre kudret tarafından yapılar. Yukarıdaki cümleler o şekil ve suretlerin, eğri büğrü hudutların, kaderin manevi kalıbı ile yapıldığını ve kaderin manevi kalıbı da sanatlı cereyan ettiğini beyan eder. Bütün mahluklar böyle kaderin çizdiği programlarla yaratılır ve hayatına devam eder. Sanat kaderin programındadır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum