Şair ve şehir

Eski Paris yok artık, ne yazık!
Bir şehrin şekli bir fâninin kalbinden daha çabuk değişiyor.
Baudelaire

Şair kalbidir şehrin. Ve şehir kalbidir şairin. Her şiir bir şehirdir. Ve her şehir bir şiirdir. Şair bülbülüdür şehrin. Ve şehir gülüdür şairin. Şiir musikisidir şehrin. Ve şehir bestesidir şairin. Şehir somut şiirdir. Ve şiir soyut şehirdir. Şehir anlamını bulur şairde. Ve şair kendini bulur şehirde. Şehir aynasıdır şairin. Ve şair en gözde ve en muhterem misafiridir şehrin. Şiir manasıdır şehrin. Ve şehir kıvamıdır şiirin. İtalo Calvino yanılıyor, Görünmez Kentler değil, hiçbir kent görünmez zaten, kentler şairin kalbine kapalıdır çünkü. Şairsiz şehir olmaz, şehirsiz şair olmadığı gibi. Her şehrin bülbülü bir şairi vardır.

Şairi olmayan tek şehir: Kent. Evet, kentin şairi de yoktur şiiri de. Şiiriyeti hiç yoktur. Kentin en büyük talihsizliği şairden ve dahi şiirden yoksun oluşudur. Şair şehrini dinler. Bazen gözleri kapalı, bazen açık. Yazık ki kenti dinleyen hiçbir kulak yoktur. Kent dinlenilmez, bir kalbi yoktur çünkü kentin. Uğultudur, gürültüdür, kargaşadır, karmaşadır kent. Bir kelimeyle kent kakafonidir. Tam aksine şehir senfonidir. Şehrin en büyük şansı bir şairin gönlüne konuk olmasıdır. Kent böylesi yüce bir mazhariyetten mahrumdur. Şehrini dinleyen şairler, şehirle birlikte çoktan göç etti kentlerimizden. Şimdi hâtıraları bile yabancı geliyor her birinin.

Baudelaire’siz Paris, Eliot’suz Londra, Kavafis’siz İskenderiye, Kafka’sız Prag, Yahya Kemal’siz İstanbul, Tanpınar’sız Bursa,Nabi’siz Urfa düşünülebilir mi? Bu şehirler, demini bu şairlerde buldular. Klasik şairin şehrinde hayat daha mistik, çok yavaş ve aheste bir ritimle yaşanırdı. Modern şairin kentinde (metropolis) hayat daha dünyevi, daha hızlı, daha kutsal dışı. Üniversiteleri, kütüphaneleri, tiyatroları, operaları, konser salonları, sanatçı kahveleri, ışıl ışıl geceleri ve renkli eğlenceli hayatıyla oldukça cazibeli; çağdaş kölelerin çalıştığı fabrikaları, sendikaları, gecekondu semtleri, mafyası, suç dalgası ve çevre problemleriyle emniyetsiz ve son derece karışık bir organizmadır. Metropolis, şairleri kendine çeken büyüsünü biraz da bu kaotik yapısından alır.

Baudelaire’in gözünde Paris hem cennet hem cehennemdi. Cennet, çünkü Paris’siz bir dünya düşünemiyordu. Cehennem, çünkü hayatının en güzel yıllarını bu şehir zehir etmişti. Bu duygusunu Elem Çiçekleri’nde “seviyorum seni rezil başkent!”sözcükleriyle dile getirir. Baudelaire’in Paris’i “rezil”, Yahya Kemal’in İstanbul’u “aziz”di. Ne var ki Sis şairi İstanbul konusunda Yahya Kemal’e katılmıyor, Baudelaire gibi hatta çok daha ileri giderek küfrediyordu İstanbul’a. Baudelaire yüksek bir çatı katından ruhunu eline esir verdiği o “rezil” Paris’i sadece seyreder. Yahya Kemal önceleri üstadının izini takip ederek seyreder ama temaşanın kifayet etmediğini anlayınca İstanbul’u seyirle kalmaz onun deruni yaşamını keşfetmek için saatlerce yürüyerek gezer. Elbette ki tek başına değil, Türk Edebiyatı’na en büyük armağanı olan öğrencisi Tanpınar ile birlikte. Tanpınar için İstanbul’un pınar başları tutulmuştur, vecitlerini ikinci bir İstanbul olan Bursa’nın en mahrem mekanlarına fısıldayacaktır çaresiz.

İstanbul’u Baudelaire-vâri bazı metafizik ürperişler eşliğinde duyan, duyumsayan, bir metropolis gibi algılayan ve bunu şiirlerine taşıyan bir şair de Necip Fazıl’dır. İlk dönem şiirlerinde İstanbul artık içinde kötülükleri de besleyen bir rezil metropolistir. “Çile” şairinin duyumsayışları tenden ziyade tine yöneliktir. Ürperişleri bir esrar perdesinin arkasında tüllenir ve kelimelere dönüşür. Şehir bir muhayyeldir, daha doğrusu bir kurgu. İstanbul’un minyatürleri gibidir son dönem şiirleri. Her şeyi asli hüviyetinden tecrit eden, soyut bir anlama bağlayan bir minyatür gibi. Şehir yaşamaz onda. Aşmaya çalışır plastik dokuyu. Ve böylece şehir giderek bir hayale dönüşür. Yaşamayan, duymayan, nefes alıp vermeyen bir ölüye.

İstanbul’a asıl mânâsında Baudelaire-vâri veya Baudelaire’ci bir bakış için Atilla İlhan’ı ve onun İstanbul Ağrısı şiirini beklemek gerekecekti. Daha hercai, daha kutsaldan kopuk, daha şehre değil kente yakın. İlhan’ın İstanbul’u şehir değildi, kelimenin en yalın anlamıyla kentti. Kentin şairiydi İlhan, şehrin değil. Modern şiir modern şehrin (kent) şiiridir. Şehir-şair ilişkisinin bir aşk-nefret ilişkisi olduğu da söylenebilir. Şair, şehir ile çekişe çekişe sevişir; şehirden nefret ettiğini, tabiatı ve kır hayatını özlediğini söylerken bile aslında şehre ilan-ı aşk etmektedir.

Yahya Kemal’in İstanbul, Tanpınar’ın Bursa, Baudelaire’in Paris ismi ile müsemma olduğu gibi Şehr-i Urfa ismi ile müsemma bir şairimiz var mı? Belki Suut Kemal Yetkin, belki Atilla Maraş, belki Akif İnan, ama hiçbiri Şehr-i Urfa ismi ile tam bir müsemma hali arz etmiyor. İyi şairlerdi, has şairlerdi ama “şehrin şairi” değillerdi. Yahya Kemal’in İstanbul’a, Tanpınar’ın Bursa’ya ayna oluşu gibi Şehr-i Urfa’ya ayna olamıyorlardı. Olamazlardı çünkü Urfa diğer bütün Anadolu şehirleri gibi bidayette metropolis değildi ve hala da değil. Ülkemizin tek bir metropolisi vardı: İstanbul. Halis anlamda şair, şiir ve şehir bu metropolis’in çocuğuydu.

O, bir Baudelaire, bir Yahya Kemal, bir Atilla İlhan olamazdı zira bir şehri yoktu onun. Şehirsizdi. Aynı zamanda kentsiz. Yaşadığı yer ne şehirdi, ne kent. Şehir ve kent arası bir acayipti. Bir şehri olsa bile onu içine alıp ağırlayacağı bir kalpten yoksundu çünkü şair değildi. Birkaç çocuksu mısra dizecek bir kabiliyetten de yazık ki mahrumdu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum