Mehmet Asıf IŞIK
Hayasız Akınlara Cevaplar–3
Bu sütundan birkaç yazımızda medar-ı bahs ettiğimiz Ali Akın isimli bir münasebetsizin Risale-i Nur ve Nurcular’a dair youtube kanalında yayınladığı hezeyan dolu iddialarına cevaplıyoruz. Anılan kişi, kanalının yorum kısmına yüklediğimiz aşağıdaki notumuzu öncekiler gibi yine yayınlanmadı. Şunları yazmıştık:
“Bu videoda iddia edilen hususlar Risale Haber'in internet sitesinde 4-5 bölüm halinde yayınlanacak yazılarımızla cevaplanmıştır. Eğer ilim edep namusunuz, hakikate sadakatiniz ve yayın ahlakınız var ise bu cevapları yayınlamanız beklenir. Bu yazıların ilk bölümünün bağlantı linki (https://www.risalehaber.com/mehmet-asif-isik-hayasiz-akinlara-cevap2-27561yy.htm) internet adresindedir.”
Biz Kur’an’dan, sünnet-i seniyeden ve hadd-i zatında bu iki kaynaktan çıkan Risale-i Nur mesleğinin de tebliğ ve irşad usulü olarak aldığımız derse binaen “Risale-i Nur’un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir.” düsturuyla hareket ediyor, beyanımızı da üslubumuzu da ilim edeb ve ahlakı içinde muhafaza etmeye gayret ediyoruz. Fakat, “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” özdeyişiyle, ille de kötek isteyene de ne yapmalı, bilmem ki!.. Biz yine de söz ile hakikatin sopası ile dövelim.
Nur Talebeleri ve FETÖ İlişkisi
Ukela “Bilge”, yayınladığı video konuşmasında ne dediğini ölçüp biçmeden, akıl, insaf ve vicdan terazisine vurmadan iddia ettiği ve attığı iftiralarına verilen cevaplara, “insafsızca ve cahilce hücumlar” diyor ve hakaretlerine devam ediyor. Bakalım insafsızlık ve cehalet kimden ve nasıl geliyormuş...
İddia: Bir ilim adamı bir kaynaktan alıntı yaparken aslına sadık kalmalıdır, onun bunun alıntısına itibar etmemelidir. İlmi sadakat bunu gerektirmiyor mu? Ben eski yazıyla Risale-i Nurdan alıyorum.
Cevap: Bu zat tenkit ettiği alimin bir kitabını dahi okumamış. Öyle birinin söz sarfetmeye bile hakkı yokken ilmi sadakatten dem vurması çok garip! Madem ilme sadakati var, o halde dediğini yapmasını kendisinden bekleriz. Zaten iddia ve ithamlarının çoğu zandan ve duyduklarından ibarettir. Diğerleri ise meseleyi çarpıtma amacı taşıyan sözlerdir. Böyle sözlerin de sadakatle, ilim edep ve namusuyla da alakası yoktur.

İddia: Ali Akın Nur Talebelerine, “Siz masum askerlere iftira atarak hapsetmediniz mi? Devletin sırlarını Amerika ve İsrail’e vererek vatan hainliği yaptınız. Bu ülkenin birinci sorunu sizsiniz, bu sorun mutlaka hal edilmelidir” sözleriyle içindeki zehri ve gayzı kusuyor.
Cevap: Çok bilmiş “Bilge”(!) bu noktada gözlerini karartarak akli melekeleri kontrolden çıkmış; sükunet için aşı yapılmaya ve tedavi edilmeye ihtiyaç duyar hale geldiği izlenimi veriyor. Aklı sıra Risale-i Nur hizmetini meş’um 15 Temmuz darbe teşebbüsünün yapılanmasıyla ilişkilendirmeye çalışıyor. Risale-i Nur camiasına öyle bir bühtan ile dil uzatmak ne ükela ve cinnet yaşayan Bilgenin ne de başkasının ağzını açmak haddine değildir. Devletin istihbarat ve emniyet birimleri ile adalet teşkilatı elbette meselenin muharrikini, taşeronunu ve piyonlarını bilmektedir. Devleti idare edenler de lüzum gördükleri emniyet tedbirlerini almıştır ve almaktadır.
Bediüzzaman hem kendisi için hem de Risale-i Nur’a talebe olanlara “müsbet hareket” dediği bir tarzı düstur vazetmiştir. Emirdağ Lahikası-II kitabında bu hususu şöyle açıklamıştır: “… Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.
“Evet, mesleğimizde (manevi) kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düsturu ile -ki "Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk- çocuğu mesul olamaz"- işte bunun içindir ki, bütün hayatımda, bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâm’da âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenâb-ı Hakka aittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz."
“Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir" deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur'ân'dan ders almışım. Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dahilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde mânevî tahribata karşı mânevî, ihlâs sırrıyla hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dahildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeler Cenâb-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dahilde ancak âsâyişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. BU ZAMANDA DAHİL VE HARİÇTEKİ CİHAD-I MÂNEVİYEDEKİ FARK PEK AZÎMDİR.”
Bu içtihadını her vesileyle söyleyen ve hayatı boyunca kendisinin de talebelerinin de maruz kaldıkları tahriklere, tehditlere, şiddetlere, zulüm ve işkencelere, hakaret ve mahrumiyetlere rağmen “müsbet hareket” tavrından ve tarzından asla vazgeçmeyen Said Nursi’yi ve onun takipçilerini hezeyanla, yalan ve iftirayla itham etmek ancak insanî değerlerden mahrum olmakla izah edilebilir!..
Said Nursi’yi ve hizmet tarzını çok iyi tahlil eden Kuveytli alim Dr. Tarık Muhammed el-Süveydan şu harika tesbiti yapmıştır: Yaşadığı dönemde siyasi otorite devletin bütün gücüyle, kurumları ve imkanlarıyla onun karşısında, onu ve hareketini yok etmeye çalışırken Said Nursi’nin en büyük başarısı, bütün kışkırtmalara, zorbalığa ve hukuksuzluğa rağmen o şartlarda devlet ile halkı karşı karşıya getirmemesi ve kimsenin burnunu kanatmadan hizmetini geniş halk kitlelerine ulaştırabilmesidir.

Ali Akın’ın çamur dolu bir ağızdan çıkan hakaretleri ve bütün iddialarını buraya aktaracak değiliz. Ancak şu çok bilinen sözü hatırlatalım: Dilimizde manası Kur’an ve hadisten olan, kötü söz sahibinindir, diye güzel bir deyim var. Üstelik bir din adamının mutlaka bilmesi gereken şu hüküm vardır: “İtham edilen bir sıfat söylenende yok ise o itham sahibine geri döner.” Şimdi Said Nursi’ye atılan bunca iftiranın ve asılsız sözün söyleyeni ne hale getireceğini varın siz tahmin edin.
Hayatında hiçbir gizliliği olmayan, bütün ömrü milletin gözü önünde geçen, hatta hangi siyasi partiye hangi sebepten dolayı oy verdiğini eserinde açıklayan Bediüzzaman hiçbir kişi, kuruluş veya dışarıyla bağlantılı hiçbir merciyle İslâm’ın ve Müslümanın izzet-i diniyesini çiğnetecek bir işbirliği içine girmemiştir. Ömrünü dinine ve milletine hizmet uğruna vakfeden bir vatansevere kendi devletinin ve milletinin şerefini na-mahremin ayakları altında serdirmek ve sırlarını yabancıya pazarlamak iftirasını atmaya bugüne kadar hiçbir zındık bile cesaret edemedi. Ey insafsız “Bilge”(!), şeytanın aklına gelmeyen bu iş senin gibi bir zavallıya mı kaldı?!.
İddia: Bütün bu gruplardan sonra bir de Fethullah denen FETÖ’cü bir Tepe Grubu çıktı. Bunların hepsi Fethullah Hocaya yardımcı oldu. Peki bu Fethullah hocanın, yani Nurcuların davası nedir? Siz o darbe teşebbüsünde, aman muvaffak olsun diye dua seansları tertip ediyordunuz. Muvaffak olmayınca da, Fethullah ayrı biz ayrıyız, demeye başladınız. Kesinlikle ayrı değilsiniz, hepiniz onun şemsiyesi altındaydınız.
Cevap: Risale-i Nur camiası bütün gruplarıyla bu haysiyetsiz FETÖ’cülükten, Tepe Grubu denilen üst yapılanma içinde bulunmaktan ve o yapıyı da tepesine koyacak hamakat iddiasından beridir. Nurcular tıpkı üstadları gibi "Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez." diye dava edip "Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem." diyen ve bütün hayatını bu iman ve yakin ile yaşayan yüksek şahsiyetli cesur bir kahramanın talebeleridirler. Bu insanlar mukaddes davaları uğruna feleğe eyvallah etmeyen ve gözünü budaktan sakınmayan asr-ı saadet müslümanı bir şahsiyeti örnek almıştır. Korkutmalarla, tehdit ve şantajlarla kimseye boyun eğmemiş, baştan çıkaran birçok cazip teklife rağmen davalarını dünyevi ucuz menfaatlere değişmeye tenezzül etmemiştir. Nur Talebeleri uhrevi faaliyetlerinde Kur’an ve Sünnet dışında bir otorite tanımaz ve kabul etmez. İman hizmetlerini de Kur’an’ın emri ve Hazreti Peygamberin sünneti olan meşveret usulüyle yapmayı esas edinmiştir.
Gelelim Gülen’e… Fethullah Gülen “Küçük Dünyam” adlı kitabında gençliğinde Said Nursi’yle görüşmeyi arzuladığını, fakat onun Kürt olduğunu öğrendikten sonra bu isteğinden vaz geçtiğini yazmış ve yayınlamıştır. Gülen, 1971 tarihinde yargılandığı ve mahkeme zabıtlarına da geçen İzmir davasında Nurculukla alakasının olmadığını, bizzat kendisi beyan etmiştir.

F. Gülen hareketi hakkında basın ve yayında çıkan pek çok yayından birkaç örnek aktaralım: Mesela, 26.09.1999 tarihinde Ruşen Çakır’ın Milliyet Gazetesinde yayınlanan Nurculukla ilgili yazı dizisinde Fethullah Gülen’in Nur Cemaatinden ihraç edilmesini geniş biçimde anlatmıştı. Bu mesele merhum Mehmet Kutlular hatıratını kaleme aldığı İşte Hayatım adlı kitapta şöyle anlatılmıştır:
“Biz, Fethullah Hoca’nın sıkıntı çıkaracağını sezdiğimiz için, -1973 senesi olabilir- Hocayı İstanbul’a çağırdık. Bu sezgimiz delillere dayanıyordu. Gülen’in etrafında birtakım insanlar toplanmış, ona bazı makamlar izafe ediyorlardı. Kimisi “Hz. İsa,” kimisi “Mehdî,” kimisi de “Kahtanî” diyordu. Hocaya aşırı iltifatlar yapılıyordu. Bundan dolayı da bazı yerlerde, “Fethullah Hoca namına,” ona bağlı olduğunu söyleyen insanlar tarafından dershaneler açılıyordu.
“Biz sür’atle bunun üzerine gidilmesi lâzım geldiğini, aksi takdirde parçalanmaya, bölünmeye gidileceğini ortaya koyduk. İstanbul’da, Hizmet Vakfı’nda, Fethullah Hoca’nın da bulunduğu bir toplantı düzenledik. Bütün arkadaşlar, ağabeyler vardı.
“Fethullah Hoca’ya şunları söyledim: “Bak böyle böyle bir hadise var. Biz aynı Üstadın talebeleriyiz. Nur Talebesiyiz. Böyle ayrı bir hareket, ‘size bağlı, bize bağlı’ diye bir durum olamaz. Kim bunu yapıyorsa, bize istinaden yapıyorsa bunun haddini bildirelim. Size bağlı görünüyorsa siz onun haddini bildirin, bu mesele bitsin.”
“Hoca şu cevabı verdi: “Ben sizin gibi düşünmüyorum. Bunlar olabilir. Hatta bunlar Asr-ı Saadet’te de olmuş. Biliyorsunuz Sahabeler kemiklerle birbirlerinin üzerine yürümüşler. Ben de böyle farklı oluşumların olabileceğine inanıyorum. Böyle oluşumların üzerine, sizin anladığınız tarzda, şiddetle gidilmesi taraftarı da değilim.”
“Konuşmamız karşılıklı olarak şöyle devam etti: “Onlar Sahabeydi. Hepsi içtihada yetkiliydiler. Fakat biz böyle değiliz. Biz aynı Üstadın talebeleriyiz. Bizim böyle içtihat yetkimiz yok. İçimizde böyle bir meselenin olmaması lâzım.” Hoca kabullenmedi.
“Ben yine şunu söyledim: “Siz böyle devam ederseniz, biz size tavır koyarız. İçimizde böyle bir oluşuma imkân ve fırsat vermeyiz.”
“Hoca, “Sizin bileceğiniz iş” dedi.” Dedi ve gidiş o gidiş. Sözü edilen bu konuşma o gün Risale-i Nur hizmetinde temayüz etmiş bütün şahsiyetlerin huzurunda yapılmış ve herkes bu meseleyi öyle bilmiştir.
1973 senesinden, yani tam 52 sene önce pek çok tenkit ve ikazdan sonra kendisine “kırmızı kart” gösterilerek cemaatten ihraç edilen ve o günden beri de kendi yolunda yürüyen birine ve ardındakilere ısrarla ve inatla Nurcu demek, yaptıklarını da Nurculara isnat etmek te nedir?
Fethullah Gülen, bazı vaazlarında kendi sözleriymiş gibi Nurların harika bahislerinden, cümlelerinden alıntılar yapmıştır. Zaman içinde Nur Talebelerinden az bir kısmını kendi yanına çekmiş, etrafındakilere de Nur Risaleleri okutmuş olabilir. F. Gülen, ne Nur hizmetlerinin ana akımının anlayışıyla ne Risale-i Nur'un düsturlarıyla uyuşmadığı için her zeminde itiraza sebep olan, ne de senelerce yüzlerce vesileyle tenkit ve ikaz edilen ben merkezci tavrı ve tarzından vazgeçmeyerek herkesin malumu olan hareketini sürdürmüştür. Gülen, sonraki dönemlerde de her platformda “hiçbir ci veya cu aidiyetinin bulunmadığını”, kendisiyle yapılan tv programlarında ve gazetelerde yayınlanan röportajlarda Nurcu olmadığını kendi diliyle defalarca dünya-aleme ilan etmiştir. Kişi, en iyi kendisini tarif eder.
Buna rağmen F.Gülen’i, Nurculukla bağdaşmayan şahıs merkezli yapılanmasını ve hele hele devletle karşı karşıya gelecek kadar gözü karalığını, kamu düzenini bozmadan her işini ve hizmetini hikmetle, müsbet hareketle, kavl-i leyyinle, nezaket ve zarafetle, şefkatle ve merhametle yapmayı, en önemlisi de toplumsal hayatta asayişi muhafaza etmeyi esas alan Nurculara yamamaya çalışmak bir cinnet hali, bir akıl tutulmasıdır.
Şuna buna beddua için dua seansları Nur Talebelerinin işi değildir. Zira Üstadlarından aldıkları ders şöyledir: “Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ beddua da edemiyorum. Hattâ en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men'ediyor. Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için o dört-beş masumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helâl ediyorum.” Nur Talebeleri ellerini semaya kaldırınca üstadları gibi hayır için dua eder, kimseye beddua edip lanet okumaz.
Said Nursi, “Risale-i Nur şakirdlerinin meşgul olduğu vazife, en muazzam olan mesail-i dünyeviyeden daha büyüktür. SİYASETLE UĞRAŞMAYA VAKTİMİZ YOKTUR. YÜZ ELİMİZ DE OLSA, ANCAK NUR'A KÂFİ GELİR. Amerika, İngiliz kadar servetimiz de olsa, yine imanı kurtarmak davasına hasredeceğiz. Hem bir takım siyasî işlerle veya bir takım bâtıl cereyanlarla ve fikirlerle uğraşmaya zamanımız yoktur. Ömrümüz kısadır. Vaktimiz dardır.” sözleriyle, manevi hizmetinin siyasetle ve siyasi işlerden çok üstün ve daha önemli olduğunu sık sık ve her vesileyle vurgular.
Sebebini de “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklâliyetini ve ihlâsını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek, o hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdat ile, birinin hatâsıyla onun mâsum çok taraftarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlûp düşecek. Hem dünya için dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur'ân'ın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatleri, bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası, muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlerde hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirtleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.” diye açıklar.
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'u İslâm ümmetine hediye ederek “Risale-i Nur umumun malıdır, yeter ki herkes okuyup imanını kurtarsın” demiştir. Ancak, bu eserleri okuyan herkese Nurcu denmez. Nurcu veya daha doğru ifadeyle Nur Talebesi, Risale-i Nur eserlerindeki Kur'anî ve Nebevî düsturları kendine gaye-i hayat ve hizmet şiarı edinenlere denir. Başkalarının yapıp ettikleri Risale-i Nur camiasına yüklenilemez.
İddia: Fethullah hocanın stratejisi ve davası, Said Nursi ehli kitapla işbirliği yapın, diyor. Ehli kitaptan dünyada en nüfuzlu olan devletler Amerika ve İsrail’dir. Onun için biz de ehli kitapla işbirliği yapmalıyız, diyor. Onlarla da işbirliği yapınca da bütün dediklerini yapıyordu. Orduda bu ABD ve İsrail’e muhalif subay ve generalleri iftiralarla hapishanelere doldurdular. Ordunun kozmik odalarına girip devletin sırlarını bu ülkelere verdiler.
Cevap: Said Nursi, dinsizliğin çeşitli şubeleri olan küfr-ü mutlak, tabiatçılık, materyalizm, dinsizlik, komünizm, marksizm, faşizm gibi fikri, felsefi ve siyasi cereyanların yeryüzünü kasıp kavurduğu bir zamanda inkâr-ı uluhiyet fikirlerine karşı ehl-i kitap ile işbirliği yapılmasının gerektiği kanaatiyle, bu hususta Vatikan’daki Papalık Makamına mektup yazmış ve onları Hazreti Muhammed’in (asm) son ve hak peygamber olduğunu ispat eden eserleri de göndererek İslâm’ı anlamaya ve kabul etmeye davet etmiştir. Bu sadece Kur’an’ı anlamalarına ve Hazreti Peygamberin davetini duyurmaya yönelik dini bir tebliğdir. Nursi, ayrıca, İstanbul’daki Ortodoks Patriği ile de bizzat görüşmüş ve aynı daveti ona da yapmış, Patrikten “Hazreti Muhammed’in son peygamber olduğunu kabul ediyorum.” cevabını almıştır.
Said Nursi’nin ehl-i kitaptan Anglikan Kilisesinin küstahlığına verdiği cevaba önceki yazımızda temas etmiştik. Tarihçe-i Hayattaki bahsi de nakledelim: “Anglikan Kilisesinin Başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye’den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman, Dârü'l Hikmeti'l İslâmiye’nin âzâsı idim. Bana dediler: 'Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.' Ben dedim: 'Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!' demiştim." Siyasi veya harici devletlerle işbirliği ve temaslar konusu yukarıda açıklanmıştır.
İddia: Şimdiye kadar bunları size cesaretle söyleyen olmamışsa işte ben söylüyorum. Niye cesaret edilmedi? Bir başbakanın kardeşi de sizdenmiş, o gizli olarak sizi himaye etmiş. 80 senesinden sonra da bu iş aleniyet kazanmış. 20 sene önceden itibaren de devleti ele geçirdiniz tamamiyle. Ne Diyanetten ne de İlahiyattan kimse de cesaret edip kimse söylemiyor fakat ben söylüyorum. Bana ne pahasına olursa olsun, ben bu hizmeti ifa etmiş olarak Allah’ın huzuruna gideceğim. Niye başka şeylerle uğraşmıyorsun? Bundan daha büyük hizmet var mı? Dalalette oldukları halde kendilerini hidayet üzere sananları imana davet etmekten daha büyük cihad daha büyük hizmet olur mu?
Cevap: Aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış. Ali Akın daha belki dünyada bile yokken Risale-i Nur ve Nur Talebeleri dünyada bugüne kadar emsali görülmemiş saldırılara, müsaderelere, hapislere, işkencelere, sürgünlere ve keyfi muamelelere maruz kaldılar. Hukuk ve kanunlar suistimal edilerek mahkemelerde binlerce davayla yargılanmalarına rağmen isnat edilen ithamlar için ne Müellifinde ne eserlerinde ne de talebelerinde devlet ve millet aleyhine en küçük bir ifadeye rastlanmamıştır.
Buyurun, örnek olarak mahkemelerden birine verilen bir ehl-i vukuf raporundan birkaç cümle: "Said'in ve Risale-i Nur şakirdlerinin yazılarında; dini, mukaddesatı âlet edip, devletin emniyetini ihlâle teşvik veya bir cem'iyet kurmak ve hükûmete karşı bir sû'-i maksadı bulunmak kasdında olduğunu gösterir bir sarahat ve emare olmadığını ve Said'in şakirdleri, muhaberelerinde hükûmete karşı kötü bir kasd beslemek, bir cem'iyet kurmak veya tarîkat gütmek fikriyle hareket etmedikleri anlaşılmaktadır." diye müttefikan karar verilmiştir.
Çok bilmiş “Bilge”, bu işler sana kalmadan Said Nursi de Nurcular da on yıllardır binlerce ithamdan, binlerce taarruzdan ve binlerce davadan alnı açık, başı dik, yüz akıyla ve beraatle tertemiz olarak çıkmıştır. Üzerinde hiçbir töhmet yoktur. Said Nursi de eserleri de talebeleri de hamd olsun ki Allah’ın inayeti altındadır. Çünkü, اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذ۪ينَ اتَّقَوْا وَالَّذ۪ينَ هُمْ مُحْسِنُونَ “Çünkü Allah, (kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenlerle beraberdir.” (Nahl/128) اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ “Allah size yardım ederse artık sizi yenecek hiçbir kimse yoktur; eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan sonra size kim yardım edebilir? Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Al-i İmran/160) İlahi inayeti, ihsan ve ikramı her daim hissediyoruz. Bu meş’um itham ve iddialar için حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ “Hasbunallahu ve ni’mel” vekil diyoruz.
İddia: Anadolu’da görev yaparken, benden önce o ilde müftülük yapan bir zata yapılan iftirayı anlattılar. Nurcuların bir müftünün bir vaazında sarfettiği sözleri çarpıttıklarını ve ayrıca bir pavyon kadınını müftüyle ilişkili göstermek için iftira attıklarını vs…
Cevap: Böylesi sözler cevap vermeyi hak etmeyen, evden eve laf taşıyan bohçacı kadınların dedikodusu seviyesindedir. Böyle sözler ciddiye alınmaz, muhatap olmak bile zillettir.
“Bilge”, yayınladığı iddialarına verilen cevaplara bir de “insafsızca ve cahilce hücumlar” diyor ve hakaretlerine ve devam ediyor.
(İddia ve iftiralara cevap vermeye devam edeceğiz.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.