Saf ve mükemmel kulluğun sırrı

Saf ve mükemmel kulluğun sırrı

İlahiyatçı Yazar Kenan Demirtaş'tan İhlas Risalesi analizi...

Kenan Demirtaş'ın yazısı:

Saf ve mükemmel kulluk: İhlâs

Cenâb-ı Hakk’a karşı saf ve mükemmel bir kulluktan başka bir şey olmayan ve bir Müslüman için elde edilmesi zorunlu elmas değerinde olan “ihlas”, kulluğun dışında kaldığında her ne kadar dünyevî başarılara vesile olsa bile, Allah rızasını kazanmaya ve ahiret saadetini elde etmeye vesile olamaz.

“İhlâs” sözlükte, “Bir şeyi, yabancı unsurlardan arındırmak veya onu aslına, özüne kavuşturmak; içtenlik, samimiyet, doğruluk, riyasızlık, iç temizliği; temiz bir kalp ile sevmek ve bağlanmak” manasına gelir.

Dinî bir terim olarak ihlâsın tarifi ise, “Gizli ve açık bütün çeşitleriyle şirkten uzak durarak hâlis bir tevhit üzere Yüce Allah’a kulluk etmek ve ibadeti yalnız Allah rızasını kazanmak maksadıyla sırf O emrettiği için yapmaktır.”

İkinci tarif dikkatlice incelendiğinde karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: “İhlâs, Cenâb-ı Hakk’a karşı saf ve mükemmel bir kulluktan başka bir şey değildir. Ve bir Müslüman için elde edilmesi zorunlu olan elmas değerinde bir niteliktir.” O halde kulluğun dışında kalan “ihlâs”, ancak sözlükte geçen tarife dâhildir. Her ne kadar dünyevî başarılara vesile olsa bile; Allah rızasını kazanmaya ve ahiret saadetini elde etmeye vesile olamaz.

Kur’ân’da “ihlâsa erdirilmiş” kullar olarak nitelenen peygamberlerin hayatı bu tarif için en güzel örneklerdir. Onlar önce gizli açık her türlü şirke karşı mücadele vererek gönüllerde tevhidin bayrağını dalgalandırmış ve kalplere iman hakikatlerini köklü bir şekilde yerleştirmişler; sonra bütün duygu ve düşüncelerin yönünü sırf Allah rızasını kazanmaya çevirerek saf ve mükemmel bir kulluğun kapısını açmışlardır.

Risale-i Nur’dan öğrendiğimize göre, dünya hayatını güzelce geçirme, ahireti unutup dünyaya dalma ve bilebile ahiretin elmas değerindeki menfaatlerini verip karşılığında dünyanın cam parçaları gibi değersiz çıkarlarını elde etme hastalığı, çağımızın dehşetli bir hastalığıdır. Öyle görünüyor ki, bu korkunç ve bulaşıcı hastalıktan etkilenmeden istikametimizi korumak, Allah rızasını kazanmak ve ahiret saadetine kavuşmak şu çağda çok zor hâle gelmiş. Bu zorluğu aşmanın tek yolu, elbette peygamber mesleği olan ihlâsı kazanmaktır. Binlerce şükür olsun ki, Cenâb-ı Hak, böyle bir zamanda bize Risale-i Nur gibi Kur’ân’ın hakiki bir tefsirini bahşedip iman hakikatlerinin bütün boyutlarını gönüllere yerleştirmekte... Ve ince ayarlı kulluğu bize ders verip ihlâs-ı etemmi kazandıracak bütün yolları göstermektedir.

Uluslararası Bediüzzaman sempozyumlarından birine katılan Mısırlı bir profesör bir gün bana şöyle demişti: “İçinde yaşadığınız için belki siz farkında değilsiniz. Biz dışarıdan bakınca görüyoruz ki, Risale-i Nur talebelerinde ihlâs doğal bir ahlâk hâline gelmiş.”

Mükemmel ihlâsa ulaşmak

Tam ve mükemmel ihlâsa bir anda ulaşmak elbette mümkün olmaz. Belki bu ömür boyu sürecek bir süreçtir. Tıpkı dünyevî işlerde olduğu gibi, bir şeyi önce öğrenirsin, sonra stajını yaparsın, sonra meslek hâline getirirsin. Tabi burada öncelik-sonralık geneldir. Yoksa öğrenme, staj, mesleğin inceliklerini kavrama ömür boyu sürüp gider. Bu süreci Peygamber Efendimiz (a.s.m.) şöyle anlatıyor:

"İnsanlar helâk oldu–âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu–ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu–ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."[1]

Bu aynen şu misale benzer: Araç olmadan uzak yerlere kimse gidemez–şoförlük bilgisine sahip olanlar müstesna. Sadece şoförlük bilgisine sahip olanlar da gidemez–o bilgiyi araçta kullanabilenler müstesna. Kullanabilenler de gidemez–kullanırken dikkatli olanlar müstesna. Dikkatli olanlar da trafikte daima büyük bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Çünkü bir anlık bir dalgınlık ve bir gaflet büyük bir felâketle sonuçlanabilir. Demek dinî olsun, dünyevî olsun, bütün işlerimizde önce öğrenmek, sonra öğrendiğimizi uygulamak, sonra onu meslek hâline getirip ihlâsı, dikkati, samimiyeti, içtenliği, rıza-yı İlâhîyi hiçbir zaman elden bırakmamak gerekiyor.

İhlâsı kazanma ve koruma

İhlâs risaleleri olan Yirmi ve Yirmi Birinci Lem’alar’da Bediüzzaman Said Nursi, ihlâsın özelliklerini, hassalarını, ihlâsı kıran sebepleri, ihlâsı kazanıp onu korumanın düsturlarını bütün yönleriyle anlatıyor.

Biz burada yalnız ihlâsı kazanıp onu korumak ve ihlâsın engellerinden kurtulmak için rehber mahiyetindeki dört düsturu, yani 21. Lem’a’daki ihlâsın anayasa maddelerini biraz daha anlamaya çalışalım. Diğer yanlarını o iki risalenin kapsamına ve Külliyat’a havale edelim.

Birinci düstur:

Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Amel tabiri, hem niyeti hem de işin kendisini kapsar. Farz edelim ki, muhtaç olan bir arkadaşımıza bir miktar para yardımı yapmak istedik. Bu yardımı yaparken sırf Allah rızasını kazanmak niyetiyle yapmalıyız. İkincisi, bunu Allah rızasına uygun olan helâl parayla yapmalıyız. Bunun tersi Allah rızasına uygun olmaz, o amel de Allah katında iptal olur. Yani, o arkadaşa helâl paradan değil de çalıntı bir para versek, Allah bu amelin kendisinden razı olmaz. Veya helâl para verirken niyetimizde onun bize minnet duyması varsa, Allah ondan da razı olmaz. O halde yapılan her işin kendisi İslâmiyet’in belirttiği ölçülere uygun olmalı ve o işi yaparken de sırf Allah rızasını asıl maksat yapmalı.

Amelin ruhu ihlâstır. O da, ameli sırf Allah rızası için yapmak ve neticesini O’na havale edip sonucuna karışmamaktır. –Bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi– O zaman amel dağılıp gitse de, onun ruhu hükmünde olan ihlâs ebediyete kadar bir nur olarak sahibine arkadaşlık eder.

İkinci Düstur:

Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

Bu düsturda tenkit kapısı tamamen kapatılmıştır. Hucurât Sûresi’nde mü’minlere karşı kötü zanda bulunmak, onların ayıplarını ve kusurlarını araştırmak ve en kötüsü onların gıybetini yapıp arkalarından kovuşturmak tamamen haram kılınmıştır. Burada amelin kendisi de, niyet de tamamen Allah rızasına terstir ve ihlâsa aykırıdır.

Faziletfuruşluk, yani üstünlük taslamak, kardeşimizde önce gıpta damarını tahrik eder, sonra onu bizimle rekabete zorlar. Rekabet de ihlâsı kaçıran sebeplerden birisidir. Bu da, 20. Lem’a’da genişçe izah edilmiştir. Bu düstur ilgili yerde öyle misallerle açıklanmıştır ki, başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmıyor.

Üçüncü Düstur:

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

İhlâs kavramının açıklamasını baştan beri anlamaya çalıştık. Burada ona arkadaş olarak “Hak” kavramı geldi. Hak kavramını Üstad, Sözler’deki Lemaat Risalesi’nde açıklıyor ve dört maddede ele alıyor:

1. Vesile (vasıta, araç): Hakkın her vesilesi hak olması, doğru olması gerekir.

2. Vasıf (nitelik, sıfat): Müslüman’ın her sıfatı Müslüman olması gerekir.

3. Şiriat: O da ikidir. Birisi Cenâb-ı Hakk’ın “İrade” sıfatından gelen şer-i tekvînî (kâinata koyduğu kanunlar). Diğeri, “Kelâm” sıfatından gelen meşhur şeriat (Kur’ân şeraiti). Her ikisi de haktır ve her ikisine de uyulması gerekir.

4. Zaruriyat-ı diniye tabir edilen dinin aslı ve esasıdır ki, bunlarda asla kusur olmaması gerekir.

Bu maddelerin izahını Lemaat Risalesi’ndeki “El-Hakku ya’lû bizzat, hem âkıbet murattır” bahsine havale ederek, daha iyi anlamak için şu örneği verelim:

Yarışlarda birincilik kupasını kaldıran gayr-ı müslim bir yarışmacıyla bendenizi kıyas edelim.

O yarışmacının altında Ferrari otomobili var, benim altımda ise Murat 131. Yarışmayı kim kazanır? Elbette o yarışmacı... Çünkü vasıtadaki güç haktır, onu galip yapan da odur.

O yarışmacının şoförlük niteliği benden üstün. Kim kazanır? Elbette yine o. Çünkü iyi bir şoförlük niteliği haktır. Onu galip yapan da o hak olan niteliktir.

O yarışmacı pistin kurallarını, otomobilin nerede nasıl kayacağını benden daha iyi biliyor. Kim kazanır. Elbette yine o. Çünkü kurallara ve pistin şartlarına uygun hareket etmek bir haktır. Onu galip yapan da odur.

O yarışmacı “zaruriyat” denilen olmazsa olmazlara sahipse, ben de değilsem, yani, arabanın lastiğinden benzinine, kendi niteliğinden yarışma şartlarına kadar yarışmanın temel ihtiyaçlarına sahipse, bende de noksanlık varsa, kim kazanır? Elbette yine o... Çünkü o bir haktır ve onu galip yapan da odur.

Dolayısıyla gayr-i müslim olduğu halde o yarışmacı, İslâmî olan bu “hak”lar ile galip gelir. Ben de Müslüman olduğum halde gayr-ı İslâmî yanlışlarımla mağlup olurum. Demek o yarışmacı bizzat İslâmiyet’in malı olan “hak”ka sahip olduğu için galibiyet elde etmiştir; dini sebebiyle değil. Ve galibiyeti dünyevîdir; uhrevî değil. Asıl galibiyet ise, uhrevî olandır. O da hak dine sahip olanların hakkıdır.

Allah rahmet eylesin, Mısırlı Merhum Muhammed Gazâlî şöyle derdi: “Sahabîler çöl ve kara şartlarını iyi biliyorlardı. Onun için ihlâslarıyla kısa zamanda çeşitli kavim ve kabilelere galebe çaldılar. Akdeniz’e hükmeden Rumlarla karşılaştıklarında ise durakladılar. Çünkü gemileri yoktu. Gemici değillerdi. Deniz şartlarını bilmiyorlardı. Denize ait zaruriyattan da bîhaberdiler. Ama durmadılar. Kur’ân ve Peygamber terbiyesini alan o ihlâs timsali Sahabîler, kısa zamanda bu noksanları giderip Akdeniz’e açıldılar ve orada Rumları mağlup edip denize de hükmettiler.”

Burada şu kadarını söyleyebiliriz ki, Kur’ân’ın hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, ihlâsı kazandıran halis tevhid akidesini insana kısa zamanda bahşettiği gibi, en üstün vasıfları, ahlâkları ve faziletleri de insana en kısa zamanda bahşeder. Daha Birinci Söz’de insanın aczini ve fakrını Cenâb-ı Hakk’ın “Kudret” ve “Rahmet”ine bağlayacak Kur’ânî yolu ders vermeye başlar. Ondan sonra gelen Kur’ânî derslerle imanın farklı boyutlarını insanın iç dünyasına nakış nakış işler. Hakkı elinde tutan ihlâslı bir kul olmanın manevî zevkini tattırır. Lâhikalarda da “gayyur, fedakâr, muhlis, vefalı, sarsılmaz, sebatkâr” gibi yüzlerce fazilet ve niteliklerle talebelerine hitap eder. O hitapları hak etmiş olan o talebelerine ihlâsın çerçevesini daha keskin hatlarla çizer. “Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz” diyerek, belki dünyaya hükmedecek uyuyan istidatları uyandırır.

Dördüncü Düstur:

Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

İhlâsın bu anayasa maddesinde, hem bir nefis terbiyesi, hem de ihlâsın bir temel çerçevesi daha çiziliyor.

Tasavvuftaki “fenâ fi'ş-şeyh”, “fenâ fi'r-resul” tarzında nefis terbiyesine bedel, ihlâsı kazandıracak kardeşler arasındaki “tefani” yolu gösteriliyor. “Yani, birbirinde fâni olmak… Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamak...” Böylece ihlâsı kıran riya, kendini beğendirmeye çalışma, olumsuz rekabet gibi bütün kötü hasletlerden kurtulmanın yolu ders veriliyor.

Ayrıca Hz. İbrahim’in (a.s.) tefekkür mesleği olan “haliliye”, Risale-i Nur’un mesleğidir. Dolayısıyla böyle bir mesleğin dostluğu da “hıllet”tir, Allah dostluğudur, sırf Allah için sevmektir. Onun şiarı olarak da, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder.

Moral Dünyası