Misafir Kalem
Ruhun bedendeki tasarrufunun, Canab-ı Hakkın kâinat ile olan irtibatı ve tasarrufuna örnekliği
Ruhun zâtı, sıfatları ve mahiyeti-5
Nail Yılmaz
11/1 Ruhun bedendeki tasarrufunun, Canab-ı Hakkın kâinat ile olan irtibatı ve tasarrufuna örnekliği (Tevhid ve marifetullah)
“İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz.
Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir.
Öyle de: Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a'zasında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz.
O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşeyi bilir ve hâkeza.” [1]
11/2 Ruhun nübüvvet ve Kur’an akideleriyle olan ile irtibatı:
Yukarı sahifelerde de kısmen temas edildiği gibi R.N. Külliyatında ruh mefhumu çok geniş bir yelpazede ele alınarak yedi ayrı başlık altına tahlil edilir. Bunlardan üç nev’i insanlara, cinlere, meleklere tahsis edilirken, birde aklı olmadığı halde şuurlu fiilleri işleyen hayvanatın ruhundan bahsedilir.
Ayrıca bu dört nev’e ilaveten; nebatatın tohumlarına, ağaçların çekirdeklerine, kâinatta câri olan fizikî kanunlara ve topluluklardan oluşan şahs-ı mânevilere de hükmî ve mecazî olarak birer ruh nispet edilir. Buna göre neredeyse kâinatta ruhsuz bir varlık yoktur.
Bu noktadan hareketle Bediüzzaman Hz. bu kadar ruhlu varlıklardan oluşan kâinatın da bir ruhu olması lazım olduğunu nazara vererek, bütün kâinatı ihata eden kollektif veya küllî bir ruhun olduğunu belirtir.[2]
Bu küllî ve kollektif ruhu Nübüvvet ve Kur’an ile irtibatlandıran Nursî; Sözler isimli eserinde İslam dininin Küre-i arzın ruh-u fıtrîsi olduğunu,[3] kâinatın küllî ve kollektif olan ruhunun ruhunu ise, ‘Vahy-i Kur’an’ ile ‘Hakikat-ı Muhammediye’ olduğunu belirterek şöyle der:
“Maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır... Ve vahy-i Kur'an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.”[4]
- “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye'nin (A.S.M.) nuru (ruhu) çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.”[5]
11/3 Ruhun ahiret bağlamında ezel ve ebediyet ile irtibatı:
Bediüzzaman Hz. Külliyatın muhtelif yerlerinde ruhun en büyük en ziyade ve en nihaî arzusunun ve gayesinin firak-ı ebedîden, fena-yı mutlaktan ve zevalden kurtulmak, rıza-yı İlahîyeyi kazanarak beka bulmak; ömr-ü ebedî ile ebed-ül âbâdda saadete mazhar olmak olduğunu ifade etmiştir.
-Asa-yı Musa isimli eserinde; “Nev'-i beşerin en büyük mes'elesi (nin) Cehennem ‘den kurtulmak”[6] ve saadet-i ebediyeyi kazanmak olduğuna dikkat çekerken, Şualar’da, insanın varlık ve yokluk arasında bir tercih yapmak zorunda kaldığında, ruhunun "Cehennem de olsa beka”[7] isteyeceği belirtmiştir.
-29. Sözde, ruhun bir sıfatı olan vicdanı ile yaptığı mükâlemede: “İnsanın fıtrat-ı zîşuuru olan vicdanı, saadet-i ebediyeye bakar, gösterir. Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse "Ebed! Ebed!" sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz. Demek o vicdan, o ebed için mahlûktur.”[8]
-Külliyatın birkaç yerinde ise, insan ruh ve kalbinin aşk-ı bekaya çok meftun olduğunu, hatta bu iştiyak ve hissiyat-ı insaniyenin ‘ebedperest’ derecesinde olduğunu söylemiştir.[9]
-Ve yine 29. Sözde: “Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir.”[10]
-Çünkü: “Gayet cem'iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat'iyyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin? [11]
-Çünkü: “Hayat, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça beka bulur hem bâki meyveler verir hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz.”[12]
-Çünkü: “Mü'min olan bir insan (ruhunun) dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu manevî ömrü ezelden ebede uzanan bir hayatın nurundan meded ve yardım alır.”[13]
Bu iktibas edilen metinlere göre Hz. Üstad ruhun ölümsüzlük ve sonsuza kadar yaşama ve hep var olma arzusunu beş farklı kademede tahlil eder. Bunlar:
- Uyanık bir vicdandan daima "Ebed! Ebed” sesinin geleceği.
- Ruh-u insanînin , değil yalnız beka ile belki “ebed-ül âbâd” ile alâkadar olduğu.
- Hatta hissiyat-ı insaniyenin ‘ebedperest’ derecesinde olduğu.
- İmanın hayata hayat ve ruh oldukça beka bulup “sermediyet cilvesini” alacağı.
- Mü'min olan bir “insan ruhunun ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan” meded ve yardım alacağı şeklinde, ifade edilmiştir.
11/4 Ruhun varlığını bilmek ve iman etmek, diğer melek, cin ve ruhaniler gibi gaybî varlıkların vücuduna iman etmeyi zarurî kılar:
Bediüzzaman Hz. Mesnevi’de: Âfâkî malûmatın, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmatın, evham ve vesveselerden hâlî olamadığını, amma bizzât vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dâhilî malûmatın ise evham ve ihtimallerden daha uzak olduğunu söyler.[14]
Buna göre insanın bizzat yaşayarak hissederek ve aklederek fark ettiği kalb, ruh, hayal ve hâfıza gibi manevî hissiyatlarının varlığını bilmesi, dış dünyadaki cin melek ve ruhanîyat gibi varlıkların vücudunu, zarurî kılarak akla yaklaştırdığını söyleyip şu örneği verir:
“Sen kalbinden dersin: "Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?" (Elcevap: Nasıl ki) “İnsanda cisimden başka akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var” dır. [15]
11/5 Ruh ve kader ilişkisi:
Ruh ve kader arasında birçok ortak özellikler var. Bunların hepsini zikretmek ayrı bir ders konusu olacak kadar uzun gider. Bunların bir kısmına kısaca temas edeceğiz.
Ruh ile kader arasında ortak noktalardan birisinin, insanın ruh ve bedeninde bulunan istidat ve kabiliyetlerin menşe ve mehazlarıyla ilgilidir. Yani bu bölüm, insanda bulunan istidat ve kabiliyetlerin ruha mı yoksa bedene mi ait olduğu konusu ile ilgilidir.
Kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğramlar:
-Bediüzzaman Hz. 23. Söz ‘de “insanın mahîyetine, kudretten ehemmiyetli cihazat ve kaderden kıymetli proğramlar tevdi”[16] edildiğini ifade eder.
Bu cümle ile nasıl ki insanın cismanî cihazat ve kabiliyetleri, yed-i kudretten verildiği gibi manevî ve ruhanî cihetinin de ilim ve irade sıfatının bir tecellisi olduğu nazara verilerek, ruhun ve ruha bağlı istidatların da birer kader programı olduğu belirtilir.
Risale-i Nur külliyatındaki tariflere göre insan şu âlemin âlem-i asgarı, kâinat ’da âlem-i ekberidir. Mektubatta yer alan bir cümlede; “Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen onun misal-i musaggarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delailini gösteriyorlar” [17] denilir. Bu tarife göre:
- Âlem-i ekberdeki âfâkî ve fizikî olan cismanî deliller, kudret kalemiyle,
- Alem-i asgardaki enfüsî ve ruhî olan, istidat ve kabiliyetler, kader kalemiyle yazıldığı anlaşılıyor.
32. sözde bahsedilen "İmam-ı Mübin” ve "Kitab-ı Mübin” bahsi de aynı hakikatin bir başka veçhidir. Yani:
-"İmam-ı Mübin", kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir. Amma "Kitab-ı Mübin" ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. "İmam-ı Mübin" kader defteri ise, "Kitab-ı Mübin" kudret defteridir.[18]
Bu tespitlere göre ruh ile kader arasında birçok ilişkiler ve ortak noktalar olduğu anlaşılmaktadır. Mesela:
1-İnsanın cismanî cihazat ve kabiliyetleri kudret programı olduğu gibi ruhu ve ruha bağlı diğer manevî hissiyat ve istidatları da bir kader programıdır.
2- İsra sûresi 85. âyetinde: Ruhun, Rabbimizin bir ‘emri’ olduğu ve bize ondan çok az bir ilim verildiği belirtilmişti. Yine bu âyet-i kerimede de ruhun bir kader programı olan ‘emir’ yani ‘kanun’ ciheti belirtiliyor.
3- Bazı hadislerde ise: “Kader hususunda (fazla) konuşmayın. Zira kader Allah’ın sırrıdır (sırrullah) Allah’ın sırrını fâş etmeye kalkmayın” [19] buyrulmuş.
Bu âyet ve hadise göre ruh ve kaderin iki veçhi var:
Birinci vecih: Ruhun ve kaderin bir sır yönü yani hakikat ve mahiyetlerinin ne oldukları yönü vardır. Mesela insanın nerede ve zaman dünyaya geleceği, hangi milletten olacağı, hangi anne babadan gönderileceği ve cinsiyeti gibi. Bu yönü itibariyle bize az bilgi verilmiş ve bu cihet ile ilgili fazla derine dalınmaması ve fazla soru sorulmaması istenmiştir. Çünkü bu kısım sadece Canab-ı Hakkın bildiği ilahi bir sırdır.[20] Bilinebilse de ifşa edilmesi yasaklanmıştır.
İkinci vecih: Ruhun ve kaderin bu ikinci veçhi ise bilakis bilinmesi anlaşılması ve talim edilmesi gereken, itikadî ve amelî alan cihetidir.
Fakat bilinmesi anlaşılması gereken cihet ruhun mutlak mânadaki hakikat ve mahiyeti değildir. Beden üzerinde tasarruf eden, sıfatlarını, özelliklerini ve ruha bağlı akıl, kalp, vicdan ve nefis gibi; ‘’letaiflerini; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmektir, (Veya ruhun) bir kumandan gibi, letaif ve askerleriyle kahramanane maksada yürümesidir.’’[21]
Aslında bu cihet yaratılış gayemizi yani kendimizi, nefsimizi veya ruhumuzu bilmektir ki, bu da asıl dünyaya geliş gayemizin özetidir. Çünkü hadiste, Peygamber Efendimiz (as): “Nefsini (kendini/ruhunu) bilen Rabbini bilir ve nefsini (kendini/ruhunu) en iyi bileniniz Rabbini en iyi bileninizdir” [22] buyurmuştur.
Kaderin ’de aynen ruh gibi iki veçhi vardır:
-İhtiyarî kader
-Izdırarî kader
Birinci ciheti: İhtiyarî kader dediğimiz kısmıdır. Bu kısım vazifelerimizin sorumluluklarımızın olduğu alandır. Yani akıl, nefis, irade ve ihtiyarî fiillerin tercihlerine göre şekillenen dünyevî ve uhrevî hayatımızdır. Bu cihet, bizzat öğrenilmesi anlaşılması ve günlük hayata aktarılması gereken kısımdır. Ne kadar çok anlaşılsa o kadar iyidir.
İkinci cihet ise: Izdırarî kader dediğimiz, insan iradesinin dışındaki alandır. İnsanın nerede ne zaman dünyaya geleceği, hangi milletten olacağı, cinsiyetî gibi. İşte Peygamber Efendimizin (as) “Kader hususunda (fazla) konuşmayın. Zira kader Allah’ın sırrıdır (sırrullah) Allah’ın sırrını fâş etmeye kalkmayın.” Hadis-i şerifiyle bizi uğraşmaktan men ettiği kader bu kısımdır. [23]
4- Ruh ve kaderde aklî ve naklî cihetler:
Önceki bölümlerde; İsra Sûresinin 85. âyetinde: Ruhun, Rabbimizin bir ‘emri’ olduğu ve bize ondan çok az bir ilim verildiği belirtilmişti.
Ayrıca: Bazı hadislerde ise; “Kader hususunda (fazla) konuşmayın. Zira kader Allah’ın sırrıdır (sırrullah) Allah’ın sırrını fâş etmeye kalkmayın” [24] diye buyrulmuştu.
Bu bölümde, İsra sûresi 85. âyetinde ve kaderle ilgili hadiste vurgu yapılan:
- Ruhtan az bilgi verildiği yönü ile,
- Kaderin Allah'ın bir sırrı oluşuyla ilgili, ortak noktalar üzerinde duracağız.
Ruh ve Kader gibi imanî rükünler âlem-i emirden geldikleri için akılla onların mahiyetî tam olarak idrak edilemez. Ruh ve kader, imanın gaybî ve taabbudî kısmını teşkil ettikleri için, daha ziyade naklî ve icmalî bilgiler ile iktifa edilip, itikat edilerek, teslim olunması gereken cihetleridir.
Çünkü bu imanî rükünler, çok fazla ilmî kâidelere ve fikrî gayrete dayanan “ilmî” ve “nazarî” hususlardan olmayıp kalpte hissedilen “halî” ve “vicdanî” cüzlerdir.[25]
Ruh ve kader gibi, âlem-i emirden ve iradeden doğrudan doğruya vaz edilen imanî hakikatlerin ve islamî emirlerin birçok ortak noktaları var. Bunlardan birisi de:
- Makul-ül mana ve
- Taabbüdîlik kaidesidir.
-Makul-ül mana: ‘’Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.’’[26]
-Taabbüdî oluş kaidesi ise: ‘’aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. (Veya iman edilir) İlleti, emirdir.’’[27]
Ruh ve kader meselesinin de bir kısmı ‘Makul-ül mâna’ diğer bir kısmı ise ‘Taabbüdîdir’. Fakat ruh meselesinde bizlere ‘az bilgi verildiği’ ve kader meselesinin de ‘Allah’ın bir sırrı’ oluşu cihetiyle olan kısımlar, ekseriyetle imanın ‘Taabbüdî’ cihetini oluşturur.
İmanın bu kısımları çok fazla ilmî kâidelere ve fikrî gayrete dayanan “ilmî” ve “nazarî” hususlardan olmayıp, kalpte hissedilen “halî” ve “vicdanî” [28] bir imanın cüzlerdir.
Yani Ruh ve kaderin ‘Makul-ül mâna’ olan kısmını bir yere kadar kısmen de olsa anlayabiliriz. Fakat, ‘Taabbüdî’ kısmı ‘’aklın muhakemesine bağlı olmadığı için’’ aklen tam olarak idrak edilemez. Çünkü bu kısım iman ve İslamiyet’in nihayet sınırını ve hududunu gösteren halî ve vicdanî bir mesele olduğu için, doğrudan doğruya, teslim, tevekkül ve tasdiki gerekli kılar.
Biz imanî ve İslamî hakikatleri anlama, kabul etme ve amel etmekte; "makul-ül mâna" ve "taabbüdî”[29] iman arasındaki ilişki ve irtibatı sağlam kurabildiğimiz nisbette, İslam’ın aklî kısmında olduğu gibi naklî kısmını da anlama, idrak etme ve kabul etme ve amel etmemiz daha kolaylaşacaktır.
Çünkü dinin önemli bir kısmı aklî değil naklîdir. İman eden herkesin, ruh ve kader gibi bazı küllî ve yüksek hakikatleri, cüz’î akılları ile idrak etmesinde müşkilat vardır. Zira ehl-i imanın kısmı ekserisi avamdır. Avam ise ince ve dakik şeyleri anlayamadıkları için ekseriyetle imanları mücmel imandır.
‘Taabbüdî’ iman bir cihette mücmel iman olduğu için, ruh ve kader gibi bazı küllî ve yüksek hakikatleri, cumhur-u avam ‘mücmelen ve taabbüden’ iman etmeleri onlara kâfi gelir. Zira ehl-i sünnet itikadına göre ‘avamın mücmel imanı makbul ve sahihtir.’[30]
- Sözler. 688
- Sühühat: 11 Mektubat 238
- Sözler. 731
- Lem'alar. 336
- Sözler. 110
- Asay-ı Musa. 50
- Şualar. 223
- Sözler. 522
- Lemalar. 275
- Sözler. 518
- Sözler. 516
- Lemalar. 275
- Şualar. 756
- Mesnev-i Nuriye. 123
- Sözler. 569
- Sözler. 322
- Mektubat 232
- Sözler. 548
- İbrahim Canan. Hds Kll. 4. Cilt.58-59
- Hadislerle İslam 1. Cilt. 22. Sh: 606 diyanet yayınları.
- Sözler ( 495 )
- İmam-ı Gazâlî. Mearicül-Kuds. Sh.9
- İbrahim Canan. Hds Kll. 13. Cilt.540-541
- İbrahim Canan. Hds Kll. 4. Cilt.58-59
- Sözler ( 463 )
- Mektubat ( 397 )
- Mektubat ( 397 )
- Sözler (463)
- Mektubat. 397
- İşarat-ül İ'caz 42
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.