Risale-i Nur’un Telif Dönemi Tarihi Arka Planı

Prof. Dr. Mehmet İpçioğlu
(Risale Akademi tarafından 21-23 Aralık 2012 tarihleri arasında Isparta'da düzenlenen Isparta Kahramanları Sempozyumu tebliği)

Risale-i Nur, konu sırası takip etmeyen İslami, siyasi ve güncel konularda Said Nursî tarafından 1925 yılından itibaren kaleme alınmaya başlanmış ve 25 yılda tamamlanmış kitapçıklardan oluşan bir külliyattır. Burada tabi şöyle bir soru da sorabilirsiniz; Said Nursî’nin “Eski Said” dönemi olarak adlandırdığı Meşrutiyet döneminde telif ettiği eserler de Risale-i Nur kapsamına girer mi? İçerik olarak baktığımızda bu eserler de siyasi, içtimai ve İslami konularda kaleme alınmış olup “Yeni Said” döneminde kaleme alınan Sözler genel adı ile anılan külliyatın konuları ile uyuşmaktadır. Eski Said dönemindeki eserlerin bir farkı varsa bunlardan bir kısmı Arapça olarak telif edilmiş olup bilahere Said Nursî’nin kardeşi Abdülmecid Ünlükul tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Siyasi ve içtimai konularda yazılanlar ise müellif tarafından “Yeni Said” döneminde gözden geçirilerek yeniden yayınlanmıştır. Biz burada “Yeni Said” dönemindeki kaleme alınan Nurun İlk Kapısı ve ardından Barla’da neşredilen Haşir Risalesi ile başlayan kısmın tarihsel arka planı üzerinde durmaya çalışacağız.

Risale-i Nur 6000 sayfadan oluşmaktadır. Ayet sırası takip etmeyen bir tefsir külliyatıdır. Ancak tefsir olmanın dışında, başta inanç olmak üzere siyasi, ahlaki, felsefi ve bilimsel sorunları irdeleyen bir iman esasları külliyatıdır. XX. yüzyılın düşünce dünyasını derinden etkileyen felsefi akımlar ve bilimsel gelişmeler neticesinde ortaya çıkan imanla, İslam’la ilgili köklü soru ve sorunlara karşı İslam’ın naslarını ispat etmek amacıyla yazılmıştır. Burası çok önemlidir. “Eski Said” dönemindekiler niçin yazılmış? “Yeni Said” dönemindekiler niçin yazılmış? Bunların tarihsel arka planı belki bir sempozyum konusu olacak kapasitededir.

Bu çerçevede tartışılan konular artık yeni rejimle birlikte Allah’ın varlığı, kader, kıyamet, peygamberlik, ahiret, mucize, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olup olmadığı konuları sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tartışılıyor. Dünya o dönemde büyük bir buhran geçiriyor. Müslümanların siyasi alandaki mağlubiyeti şımarık Batı dünyasını onları inançlarını sorgulamaya yönlendiriyor. Said Nursî’nin kâle almadığı sorular karşısında Müslüman aydınların imanı tehlikeye düşüyor. Tabii herkes Said Nursî değil. Anglikan kilisesinin sorularına bir tükürükle cevap verecek imanî ehliyete haiz olmayan aydınlar şüphe ve tecessüs bataklığında boğuluyor. Zeki Velidi Togan gibi bir büyük âlim bile talebesi ile beraber Hıristiyan olmaya karar veriyor. Ama sonradan vaz geçiyor. Dünya böyle bir buhran yaşıyor. Bu buhranın içerisinde Ne yapalım, ne edelim diye bir yığın toplum felsefeleri üretiliyor. Bir yandan pozitivizm diğer taraftan materyalizm bir canavar, bir ejderha gibi insanlığın iman kulelerini kuşatırken, varlık felsefesinin gayr-i meşru düşünce ürünleri savunmasız kalmış Osmanlı’nın bakiyesi Anadolu insanının kalbini parçalarken, özellikle mektepli gençler en ve felsefe yoluyla imansızlığın şüphe çukurlarında çırpınırken Barla’da Haşir Risalesi bir güneş gibi doğuyor. Adeta Anadolu iman hareketi başlıyor.

Haşir Risalesi iman hakikatleri ile ilgili konuların başlangıcıdır. Onu nübüvvet, kader ve diğer imanî konulardaki risaleler izlemiştir. Burada bir durum tespiti yapmamız lazım. Bediüzzaman sadece imani konularla ilgili kalmamıştır. Bir de eskatoloji denilen “Mehdi, Deccal, Mesih, Ahir Zaman” gibi konularda da Risale-i Nur’da değerlendirmeler bulabilirsiniz. Yazar ayrıca varlığın gayesini anlama veya anlamlı kılma çerçevesinde, “Ben kimim? Nereden geliyorum? Nereye gidiyorum?” gibi suallere de cevaplar bulmuştur. Bu gün bakıyorsunuz söz gelimi kuantumla uğraşanlar bir fizikçi de, organik kimya çalışan bir bilim adamı da eşyanın tabiatını ararken bu sorulara cevaplar arıyor. Ama Risale-i Nur’u okumadıkları müddetçe bu sorulara mukni cevaplar bulabileceklerini sanmıyorum.

Bu kısa girişten sonra Risale-i Nur’ların tarihsel arka planına gelebiliriz. Bu konuda söylenecek ilk söz eserlerin telif şekli ile ilgilidir. Said Nursî başlarda Risale-i Nur’ları Osmanlı alfabesiyle ile bir diğer deyişle Kur’an alfabesiyle telif etmeye başlamıştır. Başlarda el yazıları ile çoğaltılan ve yayılan bu eserlerin neşir ve yayılmasında Isparta Kahramanlarının çok büyük rolü olduğu görülmektedir. Eserlerin neşir tarihini ve serüveni incelendiğinde kahraman sözünün onlara nasıl yakıştığı, nasıl oturduğu ve üzerlerinde nasıl asil bir duruş sergilediği daha net görülür. Yani Üstad boşuna Isparta kahramanları demiyor. Kahraman az, uz bir söz değildir. Bu unvana lâyık olabilmek için, dinî ya da millî ulvî bir görevi ifa etmek gerekir ki, bu insanlar bir iman hareketinin öncülüğünü yaparak bu ulvi görevi layıkıyla ifa etmiş, verilen görevi bihakkın eda etmişlerdir. Gerçekten büyük kahraman bunlar. Muhacir Hafız Ahmet, Abdullah Çavuş, Ahmet Hüsrev Altınbaşak, Hafız Ali, Şamlı Hafız Tevfik, Tahiri Mutlu, Tahsin Tola vd. maddi, manevi tüm varlıkları ile vücudunu mucidine feda ederek neşr-i hak hizmetinde üstadlarına yardımcı olmuşlardır.

Said Nursî’nin zorunlu ikamete tabi tutulduğu Isparta’ya bağlı Barla ve civar köylerinde kendisine bağlı bu kahramanlar tarafından bu eserler elle yazılmak suretiyle çoğaltılmaya başlanmıştır. Gün gelmiştir hanım ablalar ekmek tahtalarının arasında bazlamaların arasına yazıp hapishanelere göndermişlerdir. Gün gelmiş, gönüllü çöpçülük kadrosuna girerek, hapishanede tecrid-i mutlakta tutulan Said Nursî’nin hücresinde kaleme aldığı ve mahkûmlar tarafından kibrit yerleştirilerek hapishanenin çöp kutularına atılan bu hakikatleri oradan toplayıp ülke genelinde yayılmasına vesile olmuşlardır. Bu derece kahramanlıklarla yazılmıştır. İlk başlarda bu şekilde Kur’an alfabesi ile yazılan ve çoğaltılan eserler bir müddet sonra ülkede Osmanlıca okuyup yazanların sayısının hızla azalması üzerine müellifin izni ile Latin alfabesi ile basılmaya başlanmıştır. Önceleri Asâ-yı Mûsâ ve Şua’lar Latin harfleriyle sınırlı sayıda basılmıştır. Demokrat Parti döneminde özellikle 1957 yılında Risale-i Nur külliyatının tamamı Latin harfleri ile bastırılmıştır ve günümüzde artık öncelikle Arapça ve İngilizce olmak üzere dünyanın hemen her diline çevrilen eserler gün geçtikçe en ücra köşelere kadar yayılıyor.

Bu kısa girizgâhtan sonra başa dönerek Risale-i Nur’un kronolojik telifini biraz daha detaylı olarak yeniden ele almak istiyorum. Üstad Risale-i Nur’dan önce yani I. Dünya Savaşı sırasında malumat sırtında Doğu Cephesinde savaşırken Kur’an’ı baştan sona tefsir etmek üzere orijinali Arapça olan İşârâtü’l İ’câz’ı yazmaya başlamıştır. İşârâtü’l İ’câz Fatiha suresinden başlayarak Bakara suresi ile devam eden ancak 32. ayetin tefsirine kadar süren bir klasik tesirdir. O dönemdeki namı ile Molla Said-i Kürdî’nin amacı aslında bu tarz bir tefsiz hazırlamak ve bunu 60-70 cilt halinde yayımlamaktı. Fakat, yeni rejimle birlikte kendi deyimiyle Kur’an’ın etrafındaki surlar yıkılınca, onu korumak amacıyla iman meselesine yoğunlaşıyor, o materyalist ve pozitivist ejderhaya, o canavara karşı 130 parça temel konulardan oluşan Risale-i Nur’ları telif etmeye karar veriyor.

Yukarıda da değindiğimiz gibi ilk eser olan Nurun İlk Kapısı’nı Burdur’da yazıyor. Bu dönemde Üstadla ilgili çok suç isnatlarında bulunuluyor. Hapisler, sürgünler ve nihayet tabii ki; asılsız suçlamaların hepsinden beraat kararı alıyor. Yolu Barla, Kastamonu, Eskişehir, Denizli, Afyon gibi yerlerden geçiyor. Hapishane, zorunlu ikamet süreçleri yaşıyor buralarda. 23 yıl süren bu davalar Said Nursî’nin vefatından sonra da onun talebeleri ile ilgili olarak 1970’lere kadar uzanarak devam ediyor. Başta Bekir Berk olmak üzere Risale-i Nur davasının böyle kahraman müdafileri de çıkıyor ortaya. Onlar da bu davaları gidip mahkemelerde müdafaa ediyorlar. Bu sırada tabi ki basın, medya Risale-i Nur’ların adeta reklamını yapmış oluyorlar. Risale-i Nur’un neşri ve Anadolu iman Hareketinin halkın arasında dalga dalga yayılmasına vesile oluyorlar. “Kimmiş bu insanlar” diye merak uyandırıyorlar. Bakıyorlar ki nur yüzlü masum insanlar. İnsanlar bunları neden götürdüler getirdiler derken Risale-i Nur’larla tanışıyorlar, bir daha da bırakamıyorlar.

Başta da dediğimiz gibi Risale-i Nur’ları, “Eski Said” dönemi eserlerini göz ardı ederek değerlendiremeyiz. Üstadın kendisinin adını verdiği bir dönemin eserlerinden, makalelerinden oluşan bir çalışması, Divan-ı Harb-i Örfî, Münâzarât’tır (100 yıl geçmesine rağmen günümüz sorunlarına çözümler sunan bir eser), Hutbe-iŞâmiye (İslam dünyasının meseleleriyle ilgilidir), Devaü’l-Ye’is, Hutuvat‑ıSitte, Sünuhat, Şuaat, Tuluat, İşarat, Hakikat Çekirdekleri, 1. Ve 2. Lem’a’dır. Bunlar nasıl ve ne zaman yazılmış konularında kısaca kronoloji vermek istiyorum.

Üstadın verdiği ilk dönem eserler, fen eserleridir. Çünkü İslam dünyasının temel problemi eğitimdir. O zaman Medresetüzzehra adlı kafasında bir eğitim müessesesi var. Bunun müfredatını hazırlamak istiyor. Bu müfredatın bir tarafı fen, diğer tarafı din ilimleri olacaktır. O zaman Kızıl İcaz diye bir eser kaleme alıyor. 1899’da. Bu eser mantık kitabı. Sonra yine fizyoloji ile matematikle ilgili bir eseri var. Bunlar bir yangında kül oluyor. Sonra Reçetetü’l-Avam adlı Arapça olarak 1911’de yazdığı bir eser var. Reçetetü’l-Ülema ve Saykalu’l-İslam bu da Arapça 1912’de yazıyor. 1911’de Hutbe-i Şâmiye (İtihad-ı İslam ve İslam dünyasının geri kalma sebeplerinin tespit ve teşhisleri ile ilgili bir eser), Münâzarât (Bu gün bile kangrene dönmüş olan Kürt sorununu nasıl çözüleceğini o günden gören ve nasıl halledileceğini gösteren, en esaslı, en derinlikli, en içerden fikirli bir eser. Abdülhamid’e diyor: Dışarıdan yani İstanbul’da oturup doğudaki hastaya reçete yazılmaz. Bu günküler de aynı şeyi yapıyorlar.

Muhâkemât (Bediüzzaman’ın çocukluğundan itibaren mesleğinin esasının hem ifrat, hem de tefritinin İslamiyet hakikatlerine sürülen lekeler olduğu iddiası, özellikle bizim çok büyüttüğümüz Beytü’l- Hikme, Tercüme Evi, burada şu oldu, bu oldu dendiği zaman sadece “Eski Said” döneminde Üstadın süpervizörlük görevi vardır. Oradaki açıkları görür. O açıklara teşhis yapılır. Yunan felsefesinin tercümesi ile Yunaniyat ve İsrailiyatın İslam dünyasına girip epistemolojisini nasıl sakat bıraktığını gösteren mükemmel bir eser. Edebiyatın esasları açısından özellikle edebiyatçılar için.), Teşhisü’lİllet,Devaü’l-Ye’is, Nutuk (23 Temmuz 1908’de ilan edilen Meşrutiyetin 3. günü Üstadın Selanik’te irticalen dünya demokrasi tarihine altın harflerle yazılacak sözlerden oluşan muhteşem nutuklardan meydana geliyor. Bu gün İslam dünyası bu nutku alıp okumalıdır. (1912’de yayımlanmış.), 1916’da İşârâtü’l-İ’câz, 1919’da Hakikat Çekirdekleri, Sünuhât, Lemeât,Şuaat, Rumuzat, Tuluat, Katre, Zeylü’l-Hubab, Habbe, Şamme, Zeyl. Bunlar da sonra malum birleştiriliyor Arapça Mesnevî-i Nuriye oluşuyor.

“Yeni Said” dönemi 1923’ten 1960’a kadar olan süredir. Tek parti ve Demokrat Parti dönemlerini içine alan Cumhuriyet tarihinin bu gün yazılmamış gayr-ı resmi tarihinin yazıldığı dönemdir. Cumhuriyetin gayr-ı resmi tarihi Bediüzzaman ve talebeleri tarafından yazılmıştır. Bir tarihçi olarak derinlemesine inceleyince bunu daha net görüyorum.

Bu tarihin büyük bir kısmı Ispartalı Nur kahramanları tarafından yapılmıştır. Bu ne demek? Bu bir sahabe gibidir. Musab bin Ümeyr gibidir. O kadar zenginlik içinde babası “Gitme oğlum” dedi. Ne dedi Musab bin Ümeyr? “Anam babam, canım sana feda olsun ya Rasulullah.” Isparta kahramanlığında da bir sahabe geleneği var. Onların ruhunu taşıyorlar. O maneviyatı taşıdıkları için onların bu zamandaki tecessüm etmiş halleridir. Arka plan, Osmanlının son dönemine baktığımızda batıya karşı olan yeniklik aydınlarımızı da eziyor. Bu hal onlarda batıda gelişen felsefeye karşı, akla karşı, aklı peygamberleştiren August Comte pozitivizmine karşı bir rağbet oluşuyor. Üstadın Jön Türklerle muhaverelerinde hep bunları görürsünüz. O tren olayı çok önemlidir. Muallimlerle Üsküp’e giderken, kafasını çıkardığında Herkül-i Yunanî ve Rüstem-i İranî olsa korkarak kaçacak ama bir çocuk korkmayacaktır. Niye korkmuyor? Senin akıl dediğin şey bu. (1) Üstad bunu Kur’an’ın cebine koyduğu zaman neşv ü nema buluyor. İşte süpervizörlük dediğim budur. Bu dönemin aydınlarını o açıkları yakalayarak İslam’a yeniden raptediyor. Fakat o dönemin aydını Müslümandır. Türkçüsü de Osmanlıcısı da öyle. Bir bunalım dönemidir. Kurtuluş çaresi diye felsefeler üretmişlerdir. Hepsinin arkasında pozitivizm var. Cumhuriyet döneminin arkasında materyalizm var. Bu daha şiddetli. Pozitivizm batıdan özellikle İngiliz kanalı ile geliyor. Üstad İngiliz siyasetine müthiş düşmandır.

Materyalizm de Çarlığı devirdikten sonra Rusya’da kurdurdukları sistemden geliyor. I. Dünya Savaşı için “yaşayanı ihtiyarlatır” diyor Üstad. Böyle bir dönemin arkasında ne imparatorluk kalıyor, ne krallık kalıyor, hiçbir şey kalmıyor. Galibi de mağlubu da sistemini değiştirmek zorunda kalıyor.

Savaş sonrası 1924, sadece Türkiye tarihinde değil dünya tarihinde çok önemli dönüm noktasıdır. İtalya’da Faşist Mussolini lider olarak ortaya çıkmıştır. Almanya’da Hitler Meinkampf’ı yazmıştır.

1917’de malum Bolşevik Devrimi olmuştur. Dünya değişmiştir. Krallıklar, imparatorluklar yok olmuştur. Ulus devlet düzeni yeni kurulacak olan Türkiye’nin çok uluslu bünyesine hiç uymayan bir şeydir. İmparatorluğun en mühim parçalarından birisi olan Araplar kopartılmış, Kürtlerin varlığı inkâr edilmiş, karma karışık bir ortam oluşturulmuştur.

Yeni Türkiye’nin kurucuları Said Nursî’yi de Ankara’ya çağırıyor. Bu ortamda din dışı bir sistem ikame etmek isteyen siyasilerle uğraşamayacağını anlayan Said Nursî çatışma yerine kendisine yeni bir alan açmak için memleketine dönmeyi tercih ediyor. Önce Van’da kardeşi Abdülmecid’in evinde kalıyor. Sonra Nurşin camisinde kalıyor ve Erek dağına çıkıyor. Orada iman ve Kur’an hakikatleri ile uğraşırken Ankara’da yeni şekillenmeye başlayan rejim Şeyh Said olayını bahane ederek Üstadı oradan alıp diyar diyar gezdiriyor. Diğer sürgünlerle beraber Üstad Van’dan Trabzon’a götürülüyor. Oradan getirildiği İstanbul’da yaklaşık 20 gün süren bir sorgulamadan sonra artık Anadolu’nun bağrına geliyor. Önce Burdur’a gidiyor. Zorunlu ikamete tabi tutuluyor. Burada boş durmuyor. Burdur’da “Nurun İlk Kapısı”nı yazıyor. Burdur Anadolu İman kalesinin kapısı oluyor. Tarih yeniden yazılıyor. İman kalesinin Malazgirt’i oluyor Burdur. Sonra 1926’da Barla’ya sürülüyor. Orada Haşir Risalesi’ni yazıyor. Niye yazıyor? 1924 ile 1926’daki Türkiye’deki olaylara bakınız. 1922’de düşmanı kovduk. 1. Meclis’i hocaların, şeyhlerin dualarıyla açtık. Orada böyle bir hava var. Üstad da var. Gittikten sonra kızılca kıyamet kopuyor. Özellikle 1924-26 arasında 2. Meclis açıldıktan sonra önce laik hukuk sistemi getiriliyor. Arkasından tevhid-i tedrisat gibi bize hiç uymayan bir şey getiriyorlar. Eğitim açısından baktığımızda da topluma uymadığı apaçık görülüyor. Üstad ne diyor? “Bu inkılab-ı azimin temel taşları sağlam gerektir.” Siz toplumun değerlerine, halkın gerçeklerine aykırı bir şey yaparsanız sapkın bir şey çıkar ortaya. Allah’tan Risale-i Nur var. Tabiat dersi veriyor. İlk iş bu.

Isparta Kahramanları üzerinde biraz durmak istiyorum. O dönem Osmanlıdan gelen ve pozitivist felsefe ile beslenmiş olan aydınlar var. Muallimler var. Sultan Abdülhamid dönemi eğitim sistemi için “şu okullar açıldı bu okullar açıldı” deriz. Gerçekten de büyük bir eğitim hamlesi var ortada. Ancak ne var ki; bu eğitim kurumlarında kimler hocalık yaptı? Dersleri kimlere okuttular. Buradan kimler çıktı. İşte “Eski Said” döneminde “süpervizörlük yapıyor” dediğim odur. Bunları alıyor tek tek inceliyor. Sonra hakikaten bunlar dünya klasiklerini çevirdiğinde onlarla cevap veriyor. Şimdi çok ciddi Ahlak-ı Alai’den tutun Risale-i Nur eğer bir içerik olarak incelemeye tabi tuttuğunuzda başta İslam klasikleri olmak üzere batı klasiklerinden öyle benzetmeler var ki, okuyan gençler adeta Müslümanlaşmış karakterleri ile karşılaşıyor. Bunlar çevirilerinde çocuklara Dante’yi anlatıyorlar. Üstad da kuyuya düşmüş iki fareden bahsediyor. Bunlar da ağacı kemiriyorlar. Diyorsunuz ki, “Said Nursî bunu nereden biliyor? Nasıl böyle bir metafor geliştirdi?”

Bu bir ilhamdır. Çünkü adamlar tabiat dersini koydular. Al sana Tabiat/Haşir Risalesi. Akıl mı diyorsun? O güne kadar “Bu mesele nakildir akılla çözülmez” deniyor. Al sana Haşir. Öyle bir cevap veriyor ki, şimdi patriot füzesi koyacağız diyoruz. Niye? Sukut füzesine karşı. Üstad da böyle karşı koyuyor. Ya koymasaydı? Peki bunlar niye kahraman? Onu anlamak istiyorum.

Bir örnek vermek istiyorum. Fuat Köprülü’yü ele alalım. Ta o eski Köprülüler ailesinden gelir. Osmanlı paşalarının çocukları. Diğerleri de hep aristokrat …şunlar bunlar, hepsi teslim oluyor. Çağırıyorlar tarih kitabı yaz. Etiler diye bir şey uyduruyor adam. Ne Eti’si diye soran çıkmıyor. Ne olmuş, Anadolu’da bisküvi imparatorluğu mu kurulmuş? Etiler diye uyduruk bir devlet kuruluyor. Sümerler Türk oluyor, İskitler ve daha niceleri Karadenizliler Türk yapılıyor. Sanki dünyada Türk’ten başka ırk yok. Tabi bir de Helen’in çocukları var. Yunan medeniyeti. Başka bir şey yok. Müfredatı inceliyorsunuz. “Allah Allah” diyorsunuz? Özellikle Macar tarihçiler, bilim adamları getiriliyor. John Devey dünyanın en meşhur farmasonu. 1922’de eğitimci diye Türkiye’ye davet ediliyor. Ottogan Alman mason, Türkiye’ye davet ediliyor. Üstad onun için masonlar ve farmasonlar zındıka taifesi diyor. Bunun arka planına baktığımız zaman büyük bir zındıka taifesinin ülkenin gençlerini dinsizleştirmek için çok büyük çaba sarf ettiğini anlıyorsunuz.

Bunlar Selahattin Eyyübi’nin Kudüs’ten kovduğu tapınak şövalyelerinin yüzyılın başlarındaki uzantılarıdır. Haleb’e geliyorlar tutunamıyorlar. Kıbrıs’a gidiyorlar. Orada da tutunamıyorlar. “Artık yeni Kudüs’ümüz Londra” diyorlar. Üstad niye Anglikan Kilisesine bu kadar tepkili? Öyle bir büyük İslam âlemini düşünün, “Tükür yüzüne!” diyor. Bu tükürüğün içerisinde öyle bir tepki var ki, bu zındıkaya karşı,bundan sonra geleceği de hissediyor o tükürüğün içerisinde. İşte o zındıkanın arka planında bizim öyle çok âlâ-yıvâlâ ile büyüttüğümüz Bernard Levis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu’nu açın okuyun, size söylesin: Jön Türkler’in içine sızmış olan Said Nursî’nin deyimi ile Şeyn Türkler denilen bu taife “Selanik’te jambon yiyerek, rakı içerek otururlar, geleceğin Osmanlısını nasıl şekillendireceğini konuşurlar, bununla da övünürlerdi.” diyor. Murtaza Korlaelçi hocanın Pozotivizmin Türkiye’ye Girişi kitabı var. Açın bakın orada çok güzel anlatılıyor. Ancak bir şey var orası çok ince. Hassas bir konu. İslam devletinde bunlar çok tutunamıyor. İyi niyetli olanlar daha çok tabii ki; Kazım Karabekir de biraz Türkçüdür, pozitivisttir ama neticede Müslümandır. Said Nursî gibi bir süpervizör gelip ikna ettiği zaman susuyor ve doğru yola doğru dönüyor. Bir anlamda Said Nursî bunların eksiğini tamamlıyor. Laik Cumhuriyetin temellendirilmesi açısından “aklın sorgulaması” sloganı, önemlidir. Laik Türkiye Cumhuriyeti, bu slogan üzerine inşa edilmiş ve din dışı bir yapılanmaya gidilmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Osmanlının son döneminde edebiyat akımları, o devirdeki okullarımıza konulan müspet ilim dersleri, doğrudan yabancı dilde eğitim yapan okullar, Avrupa’ya gönderilen bazı talebeler, eğitim kurumlarımıza gelen yabancı uzmanlar, bazı dernekler vs. ile Osmanlı coğrafyasına yayılan pozitivist düşünce ve Cumhuriyetten sonra bu düşüncenin evrilmiş şekli olan Materyalist felsefenin müfredata hâkim olduğu ve inançsız bir neslin yetiştirilmek istendiği bir dönemde, tabiatperestlik fikrine karşı Tabiat Risalesi ile seküler düşünceye karşı, Haşir Risalesi ile vb. her konudaki imansızlık düşüncesine karşı mutlaka bir iman hakikatini akli yöntemle ispat ederek gösteren Risale-i Nur eserlerinin tarihsel arka planında, iman hakikatlerine karşı bir saldırı yatmaktadır.

Said Nursî Isparta Kahramanlarının da yardımı ile kendisine sosyologların “İman Hareketi” adını verdiği yeni bir alan açarak buradan mücadele etmiştir. Bu kahramanlar destansı mücadeleleri ile tarihe geçmiştir. “Sovyetler döneminde İslam kültürüne ve dini mirasa ait her şey tarumar edildi. Bunun bedelini ödedik ve ödemeye devam ediyoruz” diyen Gorbaçov günah çıkarıyor. Darısı bizim jakobenlerin başına. Dua edelim; ülkemiz büyük bir felakete duçar olmadan akıllarını başlarına alsınlar. Bu sempozyumları tertipleyenlere destek olmuyorsa da köstek olmasınlar.

(1) Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım!

Ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

“Hamiyet-i diniye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’l-vüs kadır. Tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kaledir” dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:

“Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım. Delil nedir?»

Birden, şimendiferimiz tünelden çıktı. Biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim: İşte bu çocuk, lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte, lisan-ı hâli bu gelecek hakikati der:

Bakınız, bu dabbetü’l-arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada, geçeceği yolda bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetü’l-arz tehdidiyle ve hücumunun tahakkümüyle bağırarak tehdit ediyor. “Bana rast gelenlerin vay haline!” dediği halde, o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: “Ey şimendifer! Sen ra’d ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.

“Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: “Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, senin dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yolunda git, kumandanının izniyle yolundan geç.”

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra fenlere çalışan kardeşlerim!

Bu mâsum çocuğun yerinde Rüstem-i İrânî ve Herkül-i Yunanî, o acip kahramanlıklarıyla beraber, tayy-ı zaman ederek o çocuk yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette şimendiferin bir intizamla hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar! O harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetü’l-arzın tehdidine karşı hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Ve intizamına itikad etmedikleri için, mutî bir merkep zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arslan tevehhüm ederler. (Hutbe-i Şâmiye, s. 70-73)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum