Risale-i Nur'u yaşayalım ki tesir etsin

Risale-i Nur'u yaşayalım ki tesir etsin

Gaziantep'in Risale-i Nur gönüllülerinden Mehmet Kaya Risale Haber’e konuştu

Röportaj: Abdurrahman Iraz- Nurettin Huyut / Risale Haber

II. BÖLÜM:

CEZAEVİNDE ÖYLE HUZUR İÇİNDEYDİK Kİ…

Sizinle beraber kaç kişi vardı?

On bir kişi… 

Hapishane yıllarınıza ait hatıralarınız neler?

Cezaevinde öyle huzur içindeydik ki… O huzuru bu hayatta tarif etmenin imkânı yok. Mesela benim en çok hoşuma giden hal, üç gün hücrede kaldım. Çay getiriyorlardı, çay içiyorduk. Namazları orada kılıyorduk. Abdest alınca bile izinle gidip geliyorduk. Üstad Hazretlerinin, “Musibetin, musiki nağmeleri gibi tenevvüü” diye bahsettiği hali ben o hücrede bir nebze tattım…

210 tane militan vardı. Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, Naci Kutluay… İsimlerden aklımda kalanlar bunlar… Bu 210 kişinin içinde çok da masum insanlar var… Mesela Molla Abbas var… Ben ona yanımızda not ettiğimiz risalelerden okuyordum. O diyordu ki, “Sizinle konuşunca, hiçbir üzüntüm kalmıyor.”

Bir Molla Şebab vardı. Onun da Arapçası çok kuvvetliydi. Onunla da beraber “Cevşeni okuyalım da manasını biraz öğreneyim” diye irtibat kurdum. Ben ranzanın altında yatıyordum, oda üstte yatıyordu. Birbirimize bir hüsn-ü zan besliyorduk. Yan yana gelip konuşmaya başlayınca, bütün koğuş merakla etrafımızı sarıyor, bizi dinliyordu.

Bir gün de hapishanenin bahçesinde, Erzurum botanik bölümünde okuyan birini gördüm. Yanına yaklaştım. Solcular orada hakimiyet kurmuşlardı. Soyadı tutmayan, akraba olmayan kişileri birbiriyle görüştürmüyorlar… Benim de nereden soyadım tutacak? O Erzurumlu, ben Antepliyim… Önümüzde de bir papatya çiçeği var… Kardeşe yaklaştım, “Biz liseye kadar okuduk da detaylı olarak bilmiyorum. Şu papatyanın kenarındaki yapraklar, aynı boyda, dışında kalıp yok. Hepsi beyaz… İçindeki sarılar aynı boyda, kalıp yok…” falan deyince, daha soruyu sormadan, yani “bunlar nasıl oluyor?” demeden, “Hocam sen bizi Tanrıya inanmıyor mu zannediyorsun?” dedi. Konuşmamız bu kadar… Baktım etrafımızı sardılar… Biz de ayrılmak zorunda kalmıştık.

NURCULAR BABAMIN ARKADAŞI, ONLARDAN BİR KÖTÜLÜK GELMEZ, ONLARA KEFİLİM

Hapishanede böyle haller çok oluyordu… Fakat bizim onlarla görüşmemizi tehlikeli durumdan düşüren, Adıyaman’da Mahmut Kılıç ağabey… Hukuk mezunuydu, petrolleri vardı. Ben duydum hapishanede anarşistler bizim için kötülük düşünüyordu. O demiş ki, “Nurcular babamın arkadaşı, onlardan bir kötülük gelmez. Ben onlara kefilim.” Onun üzerine bizden vazgeçtiler.    

Bir defasında bizim hapishanede anarşistler ayaklandılar… Ayaklandıkları zaman bize de, müspet olan subaylardan birisi dedi ki, “ Bugün bunların meselesini halledeceğiz. Size ‘dışarı çıkacağız’ dediğimiz zaman, siz arkadaşlarınızla haberli olun. Bizle beraber çıkarsınız” dedi. Gece 01 sıralarında haber geldi. “Çıkın” denilince biz çıktık. Fakat içeride Süleyman takma adıyla anılan bir arkadaşımız kaldı. “Eyvah! Onu hallederler” diye telaşa düştük. “Yok, biz onu buluruz” dediler. Onu da getirdiler. O gece uzak bir yerde bekledik. Sabah saat 10 sıralarına kadar o anarşistlere gerekli muameleyi yaptılar.

Bir subay onlara, “Evladım, yapmayın. Bu vatanın evladısınız” diyordu. Kel Ali’ydi adı. O yüksek rütbesine rağmen, şefkatle, “Yapmayın” diye uyarıyordu onları. Çok kalabalıklardı. İğne atsan yere düşmeyecek şekilde kalabalıktı ortalık.

KONUŞTUKLARIMIZ RAPOR EDİLİYOR ÇIKANA KADAR HİÇ KONUŞMA

Musa Anter de vardı dediniz hapishanede. Onunla da konuştunuz mu?

Musa Anter sanki hiç bir lisan bilmiyordu. Yani o kadar konuşkan adam… Molla Abdülkerim Bulut ağabey Kürtçeyi, Türkçeden daha kuvvetli bilen, Risale-i Nuru baştan sona yazan, harika bir zattı. O onlarla sürekli konuşurdu. Hatta hapishanede kaldığımız müddetçe, öyle çok konuştu ki, bir gün ona, “Hapishaneye geldiğimizden beri hiç susmadın. Bizim konuştuklarımız rapor ediliyor. Çıkana kadar hiç konuşma” demişler. Rahmetli de bize şefkatinden, merhametinden geldi dedi ki, “Bunlar böyle diyor, sen ne diyorsun?” Ben de, “Ağabey, zaten bizleri hiç konuşturmuyorlar, senden başka konuşan yok. Sen de konuşmazsan biz burada kalmamızın ne manası var.” O şekilde Abdülkerim ağabey, onların bütün elebaşlarıyla Kürtçe konuştu. Onlarda da Kürtçülük var, Abdülkerim ağabeyin Kürtçesi de çok fasih… Ne anlatsa dinliyorlardı. O da muhlis, masum bir insan. Mesela 11 kişi her gün nöbetleşe, yemek yapma, sofra kurma gibi işleri paylaşıyorduk. “Abdülkerim ağabey sen yaşlısın, hocamızsın, sen dur Süleyman yapsın, ben yapayım, Mehmet yapsın…” diyoruz. Katiyen… Bulaşık yıkar, sofra kurar… Belki de onun halini Avrupalılar görse, bulaşık makinesini sıfır faaliyette bırakacaklardı.

BİR İNSAN RİSALE-İ NURU ÖĞRENDİĞİ ZAMAN DÜNYANIN EN MESUT OLMA HALİ BİZDE

Sizin daha çok gençlerle ilgilendiğinizi biliyoruz. Neden gençlerle daha çok alakadarsınız?

Plan, bilgi, proje, pedagoji gibi bir tahsilden ötürü değil, Risale-i Nurun verdiği bir şevk ve arzu… Bir insan Risale-i Nuru bilip, tanıyıp, öğrendiği zaman en büyük sevinç bizde… Dünyanın en mesut olma hali bizde… Bir adam derse yeni geldi mi, ona nasıl hürmet ederim, onun hizmetlerde daim olması için nasıl vesile olabilirim diye düşündüğümüzden ötürü özellikle yeni gelen insanlarla olan alakadarlığım fazladır. Bir insan için elimizden ne geliyorsa onu yapıyoruz. Elimizden ne gelir? Mesela Batman’daki Hacı Mirzayla Mehmet Uçar şu an hayattadırlar… Gece trene biniyorlar, saat 3’te kapı çalıyor… Ben de dershanedeyim…

Onlar zaten hep beraberdiler…
 
Evet öyle. Gözün siyahıyla, beyazı gibi…

Ben ortaokulda okurken, Hacı Mirza ağabeyle karşılaşırdık. Hemen önünü ilikler, “Selamun Aleyküm efendim. Nasılsınız?” diye sorardı. O yaştaki biri olarak sağıma soluma bakınır, “acaba kime soruyor” diye düşünürdüm. Çok saygılı, hürmetli bir insandı. Zaten Ali Uçar ağabey de ondan çok şeyler öğrenmiş…

Rahmetli Ali Uçar ağabeyi ben ilk olarak İskender Paşa Caminin yanında kirayla tutulmuş olan dershanede gördüm. Hacı Mirza ağabey getirdi. Okullar o zaman tatil olur olmaz Ali Uçar ağabeyi Diyarbakır’a kadar getirdi. İlgilendi…

RİSALE-İ NUR OKUYANLAR MİLLETE YARARLI İNSANLAR OLARAK ÇALIŞTILAR

Sizin zamanınızda yetişmesine vesile olduğunuz gençlerden bazıları, şu an üniversitelerde hocalık yapıyor, bazıları da yine yüksek mevkilere gelmiş. Bu gibi halleri görünce ne hissediyorsunuz?

Hizmetin içindeler ve şu anda hakikaten bel kemiği gibi çalışıyorlar. Memlekete öyle faydalı insanlar var ki içlerinde… O zamandan bu zamana… Çoğu hizmetlerimiz sevk-i ilahi ile idi.  biz 1979 yılında Islahiye’de Müslüm ağabeyin evindeyken ağabeyler dediler ki, “Kilis’te vakıf öğrenci yurdunda Mehmet Salih Kankaya çalışıyordu, onu siyasi tedbirsizlikten dolayı vazifeden atmışlar. Bu vazifeye siz talip olun.” Bizim de durumumuz tevafuk etti. Müsaittik… On sene Kilis’te kaldım. Zaten öğrenci hizmetlerine dershaneden alıştığımız için hiç zorluk çekmedik. Oradan mezun olan öğrencilerin –Elhamdülillah- yüzde 80’i dürüst yetiştiler ve dürüstçe işlerini yaptılar, dürüst bir şekilde de emekli oldular. Memlekete, millete yararlı insanlar olarak çalıştılar. Bir kısmı üniversitelerde öğretim üyesi oldu.

Bir bölge müdürü rüşvetçiydi o nedenle bizimle uğraştı. Beni boş şeylerle sorguluyordu. Bir gün kendisine dedim ki, “Ben burada kabiliyetsizliğimden dolayı kalmıyorum. Memleketimize faydam varsa devam ederim, zararım varsa görevime son verirsiniz.” Bunun üzerine bir daha bana karışmadı. Ama gitmiş daktiloyla aleyhimde altı sayfa yazı yazmış. Beni ihbar etmiş. Fakat iş tersine döndü. Kendisi rüşvet yerken yakalandı. Sürgüne gitti.
Daha sonra Gaziantep’te hizmetler genişleyince Nazım ağabey, “Biz sana git dedik, şimdi de gel diyoruz” dedi. “Peki ağabey” Dedim. Oradan 1989 yılında tekrar Gaziantep’e geldim. Hizmetlere beraberce devam ettik…   

GENÇLER HUZURU KALP VE MUTLU OLMAK İSTİYORLARSA…

Arkanıza baktığınız zaman, bu 30-40 senelik hizmet hayatınız içinde yapmak isteyip de yapamadığınız bir şeyler oldu mu?

Arzu edip de tatbikat sahsına koyamadığımız fiiliyatımız var. Mesela ilk zamanlar Nazım ağabeyle aynı sınıfta olduğum ve onun gibi çok kitap okumayı istediğim halde aynı tempoda gidemedim. Okuyamamaktan ızdırap çektim. Hala da çekerim. Risale-i Nur’u ilk tanıdığımda, Abdullah ağabeyin peşinden gittiğim o zamanlar geri dönse, kalan bütün ömrümü Risale-i Nuru okuyup, onu insanlığa duyurmayı arzu ederim. Tatbik edeceğimi tahmin etmiyorum… Çünkü ahirette “keşke ben dünyaya dönseydim, böyle yapmazdım” denecekmiş. Onun gibi biz de şimdi arzu ediyoruz ama iş işten geçti…

Şimdiki aklı başında olan gençlere tavsiyem huzuru kalp istiyorlarsa, mutlu olmak istiyorlarsa gençliklerini ibadete ve ahirete sarf etsinler… Bu cümle çok büyük, veciz bir hakikat… Bir gencin, genç yaşta bunları kavraması zor. Derin manalar var bu söylediklerimde…  Yani bunu yaparlarsa bir saniye, sene hükmüne geçecek… Bu kadar büyük kârı insan boşuna geçirir mi? Ama boşa geçiriyoruz. Böyle şeyler söylüyoruz, anladığımızı zannediyoruz, fakat düşündüğümüz gibi değil nefsin doğrultusunda devam ediyoruz…

ELİMİZDE GENÇLİK REHBERİ 1 SANİYEMİZİ BOŞA GEÇİRMEDEN OKUYA OKUYA GİDİYORUZ

Hayatta pişman olduğunuz bir şey var mı?

İşte dediğim gibi, az okumaktan, çok pişmanım… Risale-i Nuru günü gününe okuyamayıp, insanlığa duyuramamak bana çok acı veriyor. Mesela Ali Uçar ağabey bizim arzu ettiğimizi, Risale-i Nurları tanır tanımaz tatbikat sahasına koydu. Bir gün baktım İstanbul’da Zübeyir ağabeyin yanında Ali Uçar ağabey… Dedim, “Ağabey ne geziyorsun burada?” “Baktım ki öğretmenlikle bu iş bitmiyor. Geldim Edebiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Ta ki bu hakikatleri insanlığa duyuralım” dedi. Hep bu arzu ile yaşadım ama istediğim gibi olmadı.

Mesela şu heyetin içinde olmak isterdim. Ali Uçar ağabey, Nurettin Çağlar, Mehmet Sönmez, İsmet Hasenekoğlu… Bu heyet  o zaman Zübeyir ağabeyle meşveret edip birlikte çalıştılar, hizmetin geniş sahada yayılmasına tam manasıyla hizmet ettiler elhamdülillah…

Güneydoğuda ilk gittiğimizde Sungur ağabeyle beraber, askerler 15 kilometrede bir arama yapıyorlardı. Gençlikte sıhhat yerinde… Elimizde Gençlik Rehberi… Bir saniyemizi boşa geçirmeden okuya okuya gidiyoruz… Askerler durdurduklarında, “Kardeşim işimiz var. Dersimiz var” deyince, “Buyurun ağabey, okuyun” diyorlar… Sonra Sungur ağabey dedi ki, “Şark’ta bu kadar hizmetler serbestken, ihmal ettik, kusur ettik…”

Mesela Ali Uçar ağabey Van’da, Diyarbakır’da çok büyük hizmetlere vesile oldu Allah rahmet eylesin. Bunun canlı tarihçesini, en güzel Hacı Mirza ağabey, Mehmet Uçar ağabey ve Celal Huyut bilirler… Hatta Ali Uçar ağabey burada kısa müddet hapis yatarken, Kur’anı hıfzetmiş, ezberlemiş. Ben öyle duydum yani… En çok pişman olacağımız şey, duyduğumuz bu hakikatleri anlayıp yaşayamayışımız ve insanlığa da duyuramayışımızdır…

DOĞRUDAN DOĞRUYA SEVK-İ İLAHİ VE İSTİHDAM-I RABBANİ

Bundan sonrası özellikle gençler için neler yapmayı arzu ediyorsunuz?

Şu andaki gençler bizim arzu ettiğimiz hizmetleri, Allahın rahmetiyle tahakkuk ettiriyorlar. Mesela lisede okuyan bir genç, üç günlük tatili bulunca, “Ben üç günde giderim, Lem’alar’ı bitiririm” diyor. Ve hakikaten bakıyorsun bitiriyor. Mesela okulda muvaffakiyeti varsa, risale okuduktan sonra başarısı çoğalıyor… Buradan giden, bizim dershanelerimizde kalan, üniversitede, hayatta, muvaffak oluyor. Herkese hüsn-ü misal oluyor…

Aslında hizmetlerin hepsi sevk-i ilahi ile oluyor. Üstadımızın fıtri olarak sevk edildiği bir hizmet tarzı… Kimsenin aklından, fikrinden, zekâsından olmuyor bu… Doğrudan doğruya sevk-i ilahi ve istihdam-ı Rabbani ile hizmetler devam ediyor… Bizim istediğimizi biz bilfiil yapamıyoruz ama Rabbül Âlemin yaptırıyor. Bir kişi yapamasa da bütün cemaat olarak yapılıyor…  

OKUDUKLARIMIZI FİİLEN YAŞAMAMIZ LAZIM Kİ TESİR ETSİN

Bediüzzaman’ın talebeleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Hani gökkuşağı yedi renkten meydana geliyor ya, aynı o fizikte gördüğümüz şeyler, 24. Sözde, Katre, Zühre, Şemme gibi bölümlerde geçen hakikatlerde her bir nur talebesi bir rengi temsil ediyor.
Fikr-i infiradi hastalığı ise tek bir rengi gösteriyor. Hâlbuki Risale-i Nur ispat ediyor ki, insanda tek bir renk var…

Acz, fakr, şefkat, tefekkür olmasının sebebi de bundan kurtulmak içindir… Yani insan kendini mükemmel bilirse bu çeşitlilik görülmez, gizlenir. “Kendini beğenen bedbahttır, kusurunu gören de bahtiyardır.”
Risale-i Nurdaki o azim sırrı fiiliyatımızda, hayatımızda yaşayamadığımızdan insanlığa bu hakikatleri duyurmakta gecikiyoruz. Fiilen yaşamamız lazım ki tesir etsin.
Mesela Abdullah ağabeyin -Allah sıhhat afiyet, huzurlu uzun ömür versin- bu kadar üzerimizde tesir etmesinin yegâne sebebi kendisinin fiilen bu hakikatleri yaşamasındandır…

RİSALE-İ NURU OKUYAN DA BAL ARISI GİBİDİR

Üstadın talebeleri Üstad’dan gördüklerini bizlere aktarıyorlar. Allah kendilerine uzun ömürler versin, fakat birçoğu oldukça yaşlı insanlar. Sizce bu ağabeylerin birleşmesi ve bizlere birlik olunmuş bir cemaat bırakmaları daha güzel olmaz mı? Mesela bakıyorsunuz Filipinler’den gelip, ‘bize model gösterin’ diyorlar. Aynı şekilde Rusya’da, Orta Asya’da tıpkı ağabeylerin yaşadığı gibi risale hizmetleri yaşatılıyor. Şimdi bu ağabeylerin bir araya toplanıp ortak bir model bırakmaları lazım değil mi sizce de?

Sizce, hepinizce, Risale-i Nur okuyanlarca malumdur ki, akla kapı açıp, ihtiyarı elden almamak var. 
Mesela Tahiri ağabeyle – Allah rahmet eylesin- birlikte bir yerde kalıyorduk. Sabah namazına uyandığımda baktım bana seslenmeden kalkmış namaza başlamış “Eyvah” dedim, yetişemem. Abdest aldım. Sünneti kıldım. Farzın ilk rekâtına da yetiştim. Tahir abi neden öyle davrandı? Nedeni şu, “O kaldırsa ben buna alışırım kendi irademle kalkmaya alışamam.” Nitekim şimdi Tahiri ağabey yok, ama ben kendi başıma bu hakikatleri yaşamayı öğrendiğim için aynı şekilde ibadetlerime ve hizmetlerime devam ediyorum.

Öyle Nur talebeleri var ki, Allah onlara lütfetmiş. Her şeyi Risale-i Nurdan öğrenmişler.  Mesela Allah arıya ilham ediyor. Yeni gelenler, “Biz nerede eğitim yapıp da bal yapacağız?” diye hayrette kalmıyorlar. Onlara ilham oluyor ve öncekiler gibi balı yapıyorlar.
Risale-i Nuru okuyan da bal arısı gibidir. Onu anlar ve yaşar ve hizmet eder. Hocaya örneğe gerek yok. Dost FM’de Yusuf Hoca diye birini dinledim. Sübhanallah! Öyle bir gayret ki… Allah gayretini arttırsın Amin.
Yani Üstadımız “Risale-i Nur kendi kendini neşrediyor ve muhtaç olanlara kendini okutturuyor” diyor. Bu apaçık meydanda… Rusya’da Risale-i Nur yayılıyor dediniz. Rusya’ya kim hüsn-ü misal oldu? Hiç kimse…

Bekir Berk ağabey ilk olarak Cidde’ye gittiğinde, sıkıntı, zahmet çok çekti ama hüsn-ü misal oldu. Bizim böyle fevkalade bir halimiz yoktur ki örnek olalım. Fakat muhabbetle, ihlâsla, şevkle bu hizmete atılanlar muvaffak oluyor. Kendi kendine Cadde-i Kübra’yı, sıratı mustakimi buluyorlar. Risale-i Nurun okunması kıyamete kadar devam edecek. Gelecek insanlığın sıratı müstakimde gitmesine yeterli malumatı zaten veriyor…
Ağabeylerden gördüğümüz şu; “siz Risale-i Nur’a ciddi manada sarılın, Allah’ın izniyle istikameti bulursunuz.” Biz yeter ki buna perde olmayalım. Mesela şimdi tanıdığımız birçok âlim insanlar, müftüler, ağabeyler, profesörler var. Üstad Hazretlerinin “İhdinassıratelmustakim”i izahı gibi yaşıyorlar…

Bursa’da Sami Pala… Biz Bursa’da askerlik yaparken, fırsat buldukça onun evine gidiyorduk. “İnsanda bulunan koalisyon kuvvetler” diye yazmış. İşte Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye, kuvve-i şeheviye, ifrat, tefrit, vasat vs… İşte bunları sıralamış. Bir gün ben Diyarbakır’a ilk gittiğimde bu dersi bir astsubayla beraber okudum. Arkadaş, “İnsan sadece bunu okusa, hayatı boyunca istikamette gitmesi için bu ona yeter” dedi.
Aklın hikmet mertebesinde, kuvve-i gadabiyenin şecaat mertebesinde, kuvve-i şeheviyenin iffet mertebesinde olması… Bunların vasat mertebede olmasıyla ruhun rahat etmesi… İşte bütün bunları hayatında görüp rahat edenler istikametten zaten ayrılmaz.

Mesela Molla Sıdık ağabey, 10 numarada beraber kaldığımız bir ağabeydir. Dünyevi hiçbir tahsili ve diploması yoktu. Fakat “Ömür dakikalarını nasıl geçirdi?” diye sorulsa, Altıncı Sözdeki gibi derim… Saadet çiçekleri açacak şekilde… Kur’an okur, Cevşen okur, Risale okur, Risale yazar… Hayatı boyu böyle… Vefat edinceye kadar böyle yaşadı… Herhangi bir modele başvurmadı…  Abdullah ağabeyin hazırladığı lügati Adana’da Kuru Köprüde hazırlarken, o kelimelerin Arapça kökünü, yazılış tarzını falan Molla Sıdık ağabey yardımcı oldu…

Gene bir gün Van’dayız. Şemsettin ağabey, Sungur ağabeyin elini öptü. Sungur ağabey elinin tersiyle ona bir vurdu, “Molla Sıddık’ı örnek al hiç elimizi öpmez, öpmeye de yeltenmez. Bin kusurum da olsa bakmaz” dedi. Yani, model olacak gibi görünen ve bilen kişi çok hata yapıyor, ama, Risale-i Nuru, Kur’an’ı, Cevşen’i sadakatle okuyan kişide daha az kusur görünüyor…

Gaziantep’te haftanın her günü ders oluyor mu?

Haftanın her günü, muhtelif yerlerde, muhtelif saatlerde, her daim dersler devam ediyor elhamdülillah… Bu işle vazifeli, zeki kardeşlerimiz Gaziantep’in semtlerini tespit ediyor, oralara yakın dershanelerde vazife taksimi yapılıyor. Şu an 73 yerde dersler devam ediyor. Hedef bu senelik 90’a ulaşmak… Umumi dersler de birkaç yerde yapılıyor… Semt derslerinin olduğu akşamlarda 45 yerde dersler oluyor…

Bundan sonraki hedefiniz nedir?

Son nefesimize kadar Nur cemaatinde istihdam olunmayı Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Bir de Zübeyir ağabeyin yanında kısa bir müddet kalmıştım. O zaman Selahaddin Çelebi ağabey geldi. “Ağabey, Türkiye genelindeki hizmetler nasıl?” diye sordu. Zübeyir ağabey bir anlattı ki, Allah Allah… Ben dedim hiç haberim yok. Van’dan, Edirne’ye her yerdeki hizmetleri anlattı. Çok uzun sürdü bu sohbet. Selahaddin ağabey öyle şevklendi ki, en sonunda, Hüsrev ağabey ne yapıyor?” diye sordu. Zübeyir ağabey, “Tabii ki eski hizmetine devam ediyor” dedi. Hâlbuki o zamanlar bazı hadiseler başımızdan geçmişti, eyvah diyorduk, ayrılık mı var aramızda. Fakat Zübeyir ağabeyin o bir cümlesi, iç âlemimizi öyle bir düzeltti ki Allahuekber…

I. BÖLÜM:

Mehmet Kaya Kimdir?
1945 yılında Gaziantep’in Burç nahiyesinin Ozanlı köyünde doğdu.
İlkokulu Gaziantep’te bitirdi. Ortaokulu ve liseyi Gaziantep lisesinde tamamladı..
Nazım Gökçek ve Necmeddin Şahiner’le aynı sınıfta birlikte okudu.

Nazım Gökçek’le G. Antep lisesinde 1956-57’de başlayan beraberlik vefatına kadar devam eder. Rahmetli Nazım Gökçek’in, Bediüzzaman Hazretleri’ni rüyasında gördükten sonra okulu terk etmesi üzerine “mutlaka iyi bir şey için terk etti” diyerek o da okumaktan vazgeçip Risale-i Nurları okumaya ve hizmete atılır.

“İnsan insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğu gibi, saadetiyle de mütelezziz oluyor. Hakiki saadet de Kur’an hakikatini insanlığa duyurmaktır” hissiyatıyla ve fikriyle hizmete başlar.
Abdullah Yeğin ile ortaokuldayken Bediüzzaman Hazretlerinin vefatından sonra Gaziantep’e gelişiyle tanışır.

1966-68 yılları arasında askerlik yapar. İlk üç ayı Edremit’te devre alayı olarak geçirir. İki ay Bursa’da personel okulunda teksir kursuna katılır. Daha sonra kalan kısmını İstanbul’a Birinci Orduda Selimiye’de tamamlar.
Evlenmeye pek meyli olmadığı halde 1979 yılında evlenir. Bütün ömrünü Risale-i Nura gönüllü olarak hizmet etmekte geçirmek ister ama şartlar bu arzusunu yerine getirmesine müsaade etmez. Evlendiğinde 33 yaşındadır.
Mehmet Kaya, evli ve beş çocuk babasıdır.


CEBİMDE İHLAS RİSALESİNİ TAŞIMA SEBEBİ

Risale-i Nur adını ilk olarak ne zaman ve nerede duydunuz?

İlk olarak burada (Gaziantep) İrfan pazarı diye bir kitapevi vardı. Abdulbaki Özçivitci… Şu an hayatta, bir de Ahmet İhsan Genç sonradan bir kitapevi açtı. Biz talebeyken o kitapevlerine uğrayınca arzu ettiğimiz kitapları onlardan temin etmeye çalışıyorduk. Çoğu zaman aradığımız kitapları bulamıyorduk. Bulduğumuzu alıyorduk. Onlar da çok müsamaha ve şefkatle bizim imkânımız olmasa da karşılık beklemeden veriyorlardı. O şekilde benim elime ilk olarak 1958 senesinde İhlâs Risalesi geçti. Fiyatı 50 kuruştu. Onu da böyle okuduğumdan veya anladığımdan değil. Sanki cebimde Cevşen veya muska gezdirir gibi gezdiriyordum.

NAZIM GÖKÇEK’İN BELİ ÇOK OKUMAKTAN EĞİLMİŞTİ

Nazım Gökçek ağabeyle nasıl tanıştınız?

Onunla aynı sınıfta okuyorduk. Bizim ev eski garajların yanındaydı. Nazım ağabeyle evlerimiz birbirine yakındı. Okula giderken direk evlerine gidiyordum, beraber okula gidiyorduk. Dönerken de Nazım ağabeyi evine bırakıp tekrar kendi evime dönüyordum. Her gün hemen hemen yüzde 90 böyle oluyordu. Nazım ağabey çok kitap okumuş, çok da ahlakı düzgün bir insandı… Ben de içimden “keşke şu zatla arkadaş olabilsem” diyordum. O da çok şefkatle muamele ediyor, ara sıra kitap hediye ediyordu… Aslında kendisi benden iki yaş büyüktü, ilkokulu bitirince iki sene ara vermiş, kitap okumuş… Sandıklarla kitabı çıktı evini taşırken. Çok kitaplar okumuş.

Hatta beli biraz eğilmiş çok okumaktan… Böyle güzel ahlakından ötürü Nazım ağabeyle arkadaş olmak istiyordum. O zaman Hür Adam Gazetesi çıkıyordu. Hür Adam Gazetesinde de Sinan Okur Risale-i Nurları tefrika ediyordu. Nazım ağabey bize her gün bu bölümleri okuyordu. Bizim de çok hoşumuza gidiyordu. Sonra Nazım ağabey bir ara Üstadı rüyasında gördü. Bunun üzerine bize haber vermeden, okul devamsızlığı hiç yapmayan bir kişi olduğu halde bir anda “ben okulu bıraktım” dedi. O zaman lise birden ikiye geçmiştik…



SONRADAN MEYDANA ÇIKTI Kİ DAHA MÜHİM BİR OKUL BULMUŞ...

Siz ne karar verdiniz bu durumda?

Ben şahsen şöyle düşündüm; “Bu zat benden akıllı… Her güzel şeyi ondan öğrendim. Herhalde daha mühim bir şey biliyor?” Hiç sormadım. Teslimiyetle biz de ona tabi olarak devam ettik… Zaten sonradan meydana çıktı ki, Nazım ağabey daha mühim bir okul bulmuş...

Siz liseyi bitirdiniz mi?

Ben daha sonra memuriyet sınavlarına girmek için liseyi dışarıdan bitirdim. Çünkü Nazım ağabey okulu bırakınca bende bir müddet sonra bırakmıştım.

Nazım ağabeyle olan arkadaşlığınız devam etti mi?

Evet. Nazım ağabey Gaziantep’te pek durmuyordu. Ondan sonra buradaki cemaatlerle biz beraberdik. Zeki Kürekçi adında bir sınıf arkadaşıyla beraber, devam ediyorduk. Hizmet cihetiyle Nazım ağabeyle beraberdik. Fakat zaman zaman ayrı yerlerde kaldık. Bir sene Mersin’de kaldım. Sonra Abdullah Yeğin ağabey “Diyarbakır’a gitmen lazım” dedi. “Peki, ağabey dedim.” Gittim… İlk gidişim 1963 senesiydi. Dönüşüm 1976 yılında oldu…

ZÜBEYİR AĞABEY AHİRETE İNTİKAL EDİNCE, “AH” ETTİM AMA İŞ İŞTEN GEÇMİŞTİ

Diyarbakır yıllarınızı anlatır mısınız?


Diyarbakır’da İskender Paşa Camii yanında ilk kiralık dershane açılmıştı, orada kaldık. Daha sonra Ofis’te Celal Bey’in evi dershane oldu. Orada bir müddet kaldık. Ardından, Melik Ahmet’te Abdullah Çanakay adında tren yolundan emekli bir amcanın evini dershane olarak aldık. Son olarak da 10 numaralı dershaneye geçtik.

Sonra ben 10 numaradayken, askere gittim 1966’da… Askerden döndükten sonra tekrar Diyarbakır’a uğradım. Aslında benim maksadım İstanbul’da Zübeyir Gündüzalp ağabeyi tanıyınca orada kalmaktı. Zübeyir ağabey de zaten kalmamı istiyordu. Bir müddet kaldım. Urfa mevlidinin zamanı geldi. Mustafa Sungur ağabey, Nazım ağabey ve Fevzi ağabey, üçü “Urfa mevlidine gidelim” dediler. Bende onlarla beraber gittim.

Urfa’da “eski hizmet yerine gideceksin” dediler. Ben oradayken Zübeyir ağabey ahirete intikal edince, “Ah” ettim ama iş işten geçmişti.

O sırada Diyarbakır’da hizmet eden kimler vardı?

Mehmet Kayalar ağabey vardı. Fakat Kayalar ağabey Dicle’nin kenarında bir dershane yaptırmış orada kalıyor ve orada hizmet ediyordu. Çanakkale’de hapis yatmış, oradaki birçok olaylar yaşamıştı. O nedenle farklı düşünceleri vardı. Zaten bu düşüncelerini bir kitapta toplamış, Nurdan Kıvılcımlar adlı bir eser olarak yayınlamıştı…

Kayalar ağabey, “Artık Risale-i Nurlar duyuldu” gibi bir kanaate varmıştı. O nedenle daha çok kendi eserinin okunmasını istiyordu.

Fakat, Kayalar abiye rağmen Türkiye’deki genel cemaatle diyalogunu kesmemiş bir gurup vardı. Onlar bir vakıf istemişler. Zübeyir ağabeye, Sungur ağabeye, Abdullah ağabeye müracaat etmişler. Abiler toplanıp “Mersin’deki Kaya kardeşi gönderelim” demişler.

EMİRDAĞ LAHİKASINI KAYALAR AĞBEYDEN İSTEMEYE GİTTİK

Kayalar ağabeyle hiç görüştünüz mü?

Emirdağ Lahikasının ikinci cildi basılacağı zaman, Abdülkadir Badıllı ağabey Diyarbakır’a geldi. Dedi ki, “Üstadın vefatında Emirdağ Lahikasının Üstad’ın tashihinden geçen nüshasını Kayalar ağabey almış, sonra geri vermemiş. Ağabeyler de bana dedi ki ‘onu kendisinden istirham et.” O zaman Abdulkadir ağabeyle beraber o nüshayı Kayalar Ağabey’den istemeye gittik. O vesileyle Kayalar ağabeyi de ziyaret ettik.

Çok harika bir konuşma üslubu vardı. Üstad Hazretlerinden bahsederken Zübeyir ağabeyin bahsettiği ses tonuna benzer bir tonla konuşuyordu. “Aziz Üstadımın hatırasını veremeyeceğim” dedi. Öyle deyince, Abdülkadir ağabey, “Vermeseniz de biz gene buluruz fakat verirseniz ağabeylerin arzusu yerine gelmiş olur” dedi. Nezaketle ayrıldık yanından böylece o vesile ile ziyaret etmiş olduk.

Kayalar ağabeyle görüşmemiz çok uzun olmadı. Orada Berber Nusret diye biri vardı. Okumuşluğu olmayan, sadakati çok kuvvetli idi. Kayalar ağabeyin yanında bulunan sadık talebeler vardı. Biz oraya gidince sanki Kayalar ağabeyden izinsiz onu ziyarete gitmişiz gibi, yanlış anlama oldu da fakat zamanla gördüler ki, öyle bir şey yok.

Daha sonra Kayalar abinin aleyhinde “şöyle etti, böyle etti” denilince ben çantamı topladım. “Gidiyorum” dedim. “Neden” dediler.

“Ben Kayalar ağabeyin aleyhinde konuşulması için buraya gelmedim. Abdullah ağabey Risale-i Nur dershanesini açık tut. Gelen misafirlere Risale-i Nur okursun dediği için, o niyetle geldim. Eğer siz aleyhinde konuşacaksanız, ben gidiyorum” dedim. “Sen gitme, biz konuşmayız” dediler.

O zamanki cemaat henüz yeni olduğu için hepsi şuurlu değildi. Şuurlu hizmet eden birkaç kişi vardı. Onlar; Selahaddin Toprak, Abdullah Çanakkale, Muzaffer Aksu, Dişçi Kadir ağabey, Fikret Özdemir abilerdi. Diyarbakır’da hizmetleri bunlar yürütüyordu…

LEM’ALARI BİTİRENE KADAR ÇATI ALTINDAN ÇIKMAMIŞTIM

O yıllarda herhangi bir mahkeme ya da cezaevi olayınız oldu mu?

1971 yılında 10 numarada kalırken, bir Cuma gecesi Diyarbakır’ın bir nahiyesine gitmiştik. Orada Bahattin Hoca adında uzun boylu çok mübarek bir insan vardı. Camide Risaleden vaaz ve ders yapardı. Biraz fevri hareket ediyor diye düşündük. Günde iki defa Cevşen okuyordu. Dedim, “Bahattin abi, Cevşeni bir defa okusan da, kalan vakitlerde risale okusan.” O da, “Olur” dedi. Fakat demek ki, Cevşen onu koruyormuş. Okumayı azaltınca sinir buhranı geçirdi. Ben hata ettiğimi sonradan anladım.



O akşam onun evindeydik. Biz oradayken 10 numara diye isimlendirdiğimiz dershaneyi basmışlar.
1971 muhtırası verilmişti… Bizi her gün takip ediyorlardı zaten. 10 numaralı dershanenin karşısında bir kişi bulunuyordu. Biz Molla Sıddık ağabeyle derslere giderken, o biliyordu bizim derse gittiğimizi. Biz de ara sokaklara dalıyorduk. Önce bir bakkala giriyorduk. Bakkalda bulunmayan bir şeyi soruyorduk. “Karanfil var mı?” falan… Karşıda bekleyen adama yolu şaşırtmak maksadıyla. O şekilde derslere tedbirli, dikkatli gidiyorduk.

Fakat buna rağmen biz o nahiyedeyken dershaneyi basmışlar. Mustafa Bilgin, Nazmi Tosun gibi çok sayıda kardeşlerle beraberdik… Onları yakaladıklarını öğrendik. Şu an bir kısmı müftü oldu, bazısı öğretim görevlisi…
O günlerde biz çok okurduk, canı gönülden okurduk, derinlemesine okumak vardı… Uykum gelmesin diye içerde bir çatıaltı gibi bir yer vardı orada okurdum. Hatta bir defasında Lem’aları bitirene kadar oradan çıkmamıştım.

BEKİR BERK’TEN HAPİS TAVSİYESİ

Dershaneyi bastıktan sonra sizi de yakalamadılar mı?

Nahiyeden gelip 10 numaraya yaklaştığımızda İlyas Ayan’la Abdurrahman Alacalı biri yolun bir başında, diğeri öbür başında nöbet tutuyordu. “Dershaneye gelen kişileri emniyet götürüyor” diye uyarıyorlardı. Bu sebeple biz geri döndük gitmedik, gitmeyince bizi yakalayamadılar.

Ama içimde bir his vardı; “Kardeşler içeride biz dışarıda acaba doğru mu?” diye. O zaman ben ağabeylere sordum. Abdullah ağabey, “Siz gidip teslim olmayın onlar arayıp bulsunlar” dedi. Fakat Bekir Berk abi “şimdi siz vakıf olarak cemaatin önünde görünüp de, bu hadise esnasında teslim olmazsanız, çevredeki insanlar derler ki ‘bak bak fedailik tasladılar ama arkadaşları yakalanınca gittiler’ derler” dedi.

Rahmetli Sıddık ve Ali Köprücü ağabeyle birlikte kışlanın önüne kadar gittik. Ben içeri girip teslim oldum. Onlara teslim olurken dedim ki, “Siz beni arıyormuşsunuz, işte ben geldim.” Savcı çeşitli sorular sordu. O zaman askerden yeni terhis olmuştum sene 1971… Askerde beraber çalıştığım arkadaşlar beni korumuşlar…
Ama savcı savunmasını ispatlamak için ne lazımsa yapıyordu. Mesela diyor ki, “Bu ev senin mi?” Ben de, “Evet Ev benim… Bekâr olduğum için bana her yerde kiralık ev vermiyorlar. Ben de satın aldım” diyorum. “Peki, bir bekarın evinde elli çift takunya olur mu?” diyordu. Ben de “bu yalandır” diyorum. Çünkü yedi sekiz tane eski, bir o kadar da yeni takunya var. Hepsini yan yana koyup fotoğrafını çekmişler. Bu da suç aleti olmuş. Oysa hakikaten de eski takunyaları banyoda sobanın altına koymuştum. Lazım oldukça sobaya atıp, yakacağım. Ben bilseydim bu takunya suç olacak. Hepsini atardım.

Tespihlerin hepsini toplamış dizmişler tek tek… Bana “bu kadar tesbihin işin ne?” dedi. Ben de, “Ekrem Dilek’le beraber çalışıyoruz. Sattığımız tespihlerin ipi çürük olunca, müşterilerin hoşuna gitmiyor. Bunları sağlamlaştıralım diye eve getiriyoruz” diye cevap vermiştim.

Önceden bu durumlar için antremanlıydık. İfademizi önceden zihnimizde hazırlardık. Böyle bir iki cevap verince, bir şey bulamayınca, savcı sinirleniyordu. Bağırıp çağırıyordu, “Defol git! Sen bizi aldatıyorsun. Kahramanlık taslıyorsun. Git seni hapsetmeyeceğim. Yarın gene gel…” diyordu. Beş gün bu şekilde… Her gün gidip gelirdim. Sonunda inzibata, “Bunu halledin” dedi. Beni bir jipe bindirdiler. Mehmet Ateş’i o zaman ateşe basmışlar. Ben de “herhalde bana da ya elektrik verecekler, ya da ateşe atacaklar veya işkence yapacaklar” diye bekledim. Bir Ayetel Kürsi okuyayım dedim kendi kendime. Benim dua okuduğumu görünce inzibat bir tane vurmak istedi fakat teğet geçti… Sonra da gözaltına alındım. 11 ay hüküm giymeden hapis yattım.
(Devam edecek)