Risale-i Nur’lar Benim Ana Kaynağımdır

Risale-i Nur’lar Benim Ana Kaynağımdır

Mustafa ORAL, Recep Şükrü Güngör ile Memleketin Meselelerini konuştu.

Sessiz ama derinden yola koyulan bir öykü yolcusu Recep Şükrü Güngör. Anadolu ruhunu, söyleyişini, seslerini öyküsüne başarıyla yansıtıyor. Yürüyüşüne 2001 yılında yayımlanan ilk kitabı, Yüreğimin Mevsimi ile başlayan yazar, daha sonra sırasıyla; Kuruluş/Kurtuluş, Hüsn ile Aşk, Âdem ile Havva, Yas Ayini, Can Ağrısı ve Kayıp Ruhlar Kıraathanesi kitaplarını yayımlamıştı. Şimdi de muhtelif dergilerde yayımlanan öykülerinden oluşan Memleket Meselesi adını verdiği yeni öykü kitabı ile okurlarını selamlıyor. Recep Şükrü Güngör’le öyküyü ve yeni kitabını konuştuk.


Öyküde hangi kaynaklardan yararlanırsınız?

En başta hayattan yararlanırım. Sonra da kitaplardan. Ortaokuldan beri beslendiğim Risale-i Nur’lar benim ana kaynağımdır. Üstad’ın hayata bakışı, çağımız inanan insanı için önemli bir bakış açısıdır. Hadiseler karşısında bunalan, çıkış bulamayan insanımıza iyi bir çıkış yolu açıyor Üstad. Ben de onun yolundan giderek ruh bunalımlarımdan kurtuldum ve öykülerimde o bakıştan istifade ettim. Sadık Yalsızuçanlar, Mustafa Oral, Osman Alagöz, Yılmaz Yılmaz, Akif hasan Kaya, Hüdayi Can, Nihat Dağlı, Emine Batar gibi öyküye bulaşmış kalemler bu bakıştan yararlanıyorlar.

Tasavvufi kaynaklardan yararlanırım. Zikir meclislerine, sohbetlere katılırım. Dost sohbetleri ile zikir meclisleri kalbi, ruhu, hissiyatı besleyen meclislerdir. Bir halkaya dahil olmak insanı doyuran temel kaynaklardır.

Bu kitabı niye yazdınız?

Aslında 2012’de kitap düşünmüyordum. Planım 2013 içinde kitap yapmaktı. Zambak kültür yayınları editörü Said Türkoğlu’nun telefonuyla değişti planım. Öykü dosyamı hemen oluşturup göndermemi istedi. Ara tatile girmiştim. O bol vakitte öyküleri derledim. Bir bütün oluşturanları seçtim. Tema bütünlüğü sağlayan öykülerden böylece bir kitap çıktı. Temaya uymayanları çıkardım. Yani bu kitaba girmeyenler de ayrı bir kitap edecek hacimde. Onları hemen yayınlayıp okurumu bıktırmak istemem. Kitap yayınlamada birkaç yılın geçmesi taraftarıyım. Önceki kitaplarımı da iki üç yıl arayla yayımladım. Okuyucu beni gözlemeli, ben de okuyucuyu özlemeliyim. Ülfet oluşmamalı.

Kitabı niye ikiye böldünüz, neyi ölçü aldınız?

Bölümlendirme olmasa da olurdu. Ama ilk bölümde özlenen bir dünyayı anlattım. Onun için Güneş Özlemi adını editörüm uygun gördü. İkinci bölümde de hüzünlü olaylar anlatılıyor. Haşim’e çok yakışan “melal” kelimesini ikinci bölüme uygun gördük. Editörüm istemese bölümlere ayırmazdım. Baştan başlayan okur, kitabın sonundan çıksın isterdim. Şimdi de öyle olmayacak mı? Olacak belki ama acıkan, susayan ikinci bölüme geldiğinde burada bir ara vereyim diyecek. Ben istiyorum ki oturan, kitabı son sayfasına kadar okusun, ondan sonra kalksın. Her gün bir hikaye okuyan okuyucularım da var. Onlarınki ayrı bir tat. Her gün birkaç dilim baklava yer gibi, güzel bir türkü dinler gibi, kır havası solur gibi, özgür iklimlerde dolaşır gibi okur öyküyü. O has okuyucudur. O, ne yaptığını bilen okuyucudur.

Kapağa  Diyarbakır Ulu camii fotoğrafı koymuşsunuz?

Fotoğraf editörümün seçimi. Kitap kapağı yapmadım hiç. Bugüne kadar yayıncım yaptı o işi. Bazen bana tercih hakkı tanındı, bazen de o hak bile tanınmadı. Kırmızı beyaz şerit yayınevinin tercihi. Arka kapak yazısı editörümün kaleminden çıkma. Kapaktaki adamlar memleketin insanı. Kederli, sevinçli, umutsuz, umutlu, parasız, evsiz, işsiz memleket insanı. Kafası kabak, takkeli, bıyıklı, sakallı, bıyıksız, sakalsız… hepsi memleket insanı. Kadın yok kapakta. Kadınların kapak yapılmasına senin gibi ben de karşıyım. Erkeklerin kapılması iyi mi ya? Onların da kapakta olması iyi değil aslında. Ama biraz geri planda, flu olmalarında sakınca yok diyorum kendi sesimle.
Niye beğendim bu kapağı? İnsan kendi eserini beğenmese çatlar ölür. Birincisi ismine uygun. Memleketimin insanı duvar dibine çökmüş, dertleşiyor. Benim bu kitapta anlattığım şeyi konuşuyorlar. Ben de memleket insanıyla halleşmek, onunla konuşmak istiyorum. Ama daha çok onu konuşturmak. Öykülerimin çoğunda, kahramanlarım konuşur. Ben de yer yer araya girer ona muhatap olmaya çalışırım. Önemli olan onun derdini dinlemektir. Kurmaca olduğunu hissettirecek kadar varım öykülerde. Fazla yokum. Böylece öyküde okuyucum kendini bulacak. Çünkü orada konuşan kendisi yahut kendi gibi düşünen başka bir insan.

Kaç öykü var? Öykülerin ana fikri ne? Niye o fikri anlatmaya çalıştığınızı anlatır mısınız?

Yirmi öykü var. Öykülerden önce Bakış başlığı altında kitaptaki bütün öyküleri özetleyen, onun özsuyunu çıkaran cümleler var. Bir nevi ikinci bir içindekiler diyebiliriz. Niye yirmi öykü dersen, cevabını sen ver derim. O kadar zor sorarsan cevaplayamam sevgili dostum. Ana fikri ne? İnsanca yaşamanın yollarını aramalı her can. Budur. Başka da değildir. Niye bunu anlatmaya çalışıyorum. Bunu anlayabilirsek, bu ülkede beraberce yaşayabiliriz. Kimse Kürtlüğünden ötürü ötekileştirilmez, kimse dininden ötürü aşağılanmaz, kimse kültüründen ötürü hor görülmezse insanca yaşamanın yolları açılır. İnsan olmak bütün meselenin başı. Sorun insanla geldiğine göre, bu sürecek demektir. Ama ne kadar insan olabilirsek o kadar iyi değil mi? Bütün inanışlardan, dillerden, dinlerden, anlayışlardan önce insan olmamız gelmez mi? Gelir. O halde niye bu kavga? İnsan olmaklığımızı tamamlayamadığımızdan. Bu tamamlanırsa benim yeniden memleket meselesi yazma zorunluluğum ortadan kalkar. O zaman neşeli hikayeler yazarım. Hafif hikayeler yazarım.

Öyküleriniz hakkında biraz daha ayrıntıya girebilir misiniz? Mesela öyküleri nasıl yazdığınızı anlatabilir misiniz?

Tabi, sizi kıracak değilim. Bakıştan söz ettim. Ondan sonra Tezgah öyküsü geliyor. Bu öyküde kış vakti yakacak bulamayan bir ailenin evdeki dokuma tezgahını kırıp yakıt olarak kullanmasını anlatıyorum. Yoksulluğun memleket insanını ne hallere düşürdüğünü ve onun nasıl katlandığını anlatıyorum.

Pamuk öyküsünde sevimli bir kediyi anlattım. Kedinin üzerinden babası vefat etmiş muhterem bir aileyi dile getirdim. Maraş’ta öğrencilik yıllarımda tanıdığım Mehmet Zülkadiroğlu ağabeyin vefatından sonra ailesini ziyaret ettim. O ziyaretten intibalarımı Yağmur dergisinde yazdım. Evde şirin bir kedi vardı. Adına da Pamuk diyorlardı. O kedinin öyküsü doğuverdi içime.

Kör Yolculuk öyküsünde gurbete giden memleket insanımı anlattım. Anadolu’nun her şehrinden gurbete çıkan var. Gurbette hangi halleri yaşadıklarını anlattıkları kadar biliyoruz. Bu öyküde gurbet yolcularından dinlediklerimi kaleme döktüm. Yazarken ben ağladım, sen okurken hislenir misin, hislenmez misin bilmem. Ağabeyim 1998 yılının bahar ayında Bakü’ye gitti. Onun gidiş öyküsüdür aslında. Memlekette bazı işler yaptı, iflas etti, borca battı. Çareyi yurt dışına gitmekte buldu. Bir vesile onu Bakü’ye çağırdı. 2006’da ziyaretine gittim. Yolculuğu anlattı. Dinlediklerimden öyküyü kotardım.

Dargın öyküsünü Sakarya’da bir öğretmen arkadaşım anlattı. Ağabeyiyle kırk yılı aşkın zamandır küslük yaşıyorlar. Annesi yatalak, ama ağabeyi bir gün bile arayıp sormuyor. Dargınlık dedim ben de o hayata. Başka dargınlıkları da var, onu öykünün içine serpiştirdim.

Lostra, bir ayakkabı tamircisinin, boyacısının hayatından bir kesit. Şehrin meydanına kurulmuş ahşap kulübede bir lostra dükkanı ve orada çalışan şen şakrak adamlar. Onların içinden beyaz saçlı, yaşını almış biri dikkatimi çekti. Zihnimde kelimelerin çoğaldı bir andı. Ayakkabımı boyattım, hemen yan taraftaki çay ocağına geçtim, çayımı içerken öyküyü de yazdım. Burada bir iç öykü daha var. Meydan çeşmesinin öyküsü. Bu da benim uydurduğum bir şey gibi görülüyor ama her şehirde meydan çeşmesi vardı, şimdi neredeyse kalmadı. O çeşmeye ağıt yaktım bir nevi.

Aynalı Kavak öyküsünü Fahri Tuna ağabeyden dinledim. Bana çarşıyı gezdirdi, sokak, cadde, tarihi mekanlar derken bir de ıslama köfte ısmarladı. Kendisi de 2011’de Aynalı Kavak isimli bir şehir kitabı yayınladı ve bu kitapla Türkiye Yazarlar Birliği ödülünü aldı. Orada ilgimi çeken, öyküyü yazdıran şey kavaklara asılan aynalar değil, vatandaşın eşyasını kavakların dibine koyup hırsızlık korkusu yaşamadan çarşıya alış verişe gitmesidir. Burada yaşanır diyor bu manzarayı gören birisi. Sonra da o şehre taşınıyor. Bunu duydum ve bundan öykü çıkar dedim. Şekiller var. Onlar da öyküde bir farklı yaklaşım olsun diyedir.

Deli Dövmesi öyküsü Sait Faik’e naziredir. O Sakarya ırmağını anlatır Sakari öyküsünden. Ben de bu öyküde Maraş’ın rüzgârını anlattım. Maraşlılar bilir deli rüzgârın şehri nasıl sarsaladığını.

Ezanla Kovulan, Batman’da dinledim bu öyküyü. Öğretmen arkadaşlarımdan biri berbere gitmişti. Orada bu adamı dinlemiş, sonraki gün geldi, heyecanla anlattı. Marmaris’e çalışmaya gitmiş adam. Orada sabah ezanı okuduğu için oradan kaymakam ve Kenan Evren tarafından kovulmuş. Şirketlere resmi yazı yazmışlar, bu adamı işe almayacaksınız demişler. Adamcağız da bir inşaat ustası.

Güneş Özlemi, şehir insanının bunaldığı ruh hallerini anlatıyor. Güneşi, çeşmeyi, kırı hayal eden bir adamın beton duvarlarla sınırlı yaşamından kaçışı, doğaya sığınışı anlatılıyor. Bunun yanında ailenin diğer fertlerinin gitmek istemeyişi, şehirden memnuniyeti ama gittikten sonra da tabiatı sevmeleri anlatılıyor.

İncitmeyen öyküsünde incinenlerin öyküsü anlatılıyor. On iki eylül darbesinde hapse atılan insanların maruz kaldığı acılardan bir kesit. Çok acı bir öykü. Okumasanız daha iyi edersiniz. Üstelik midenizi bulandıran bir öykü. Üç gün yemek yememeyi göze alıyorsanız okuyun.

Kaymakam öyküsünde devlet ricalinden insanlık makamına çıkmış birini anlatıyorum. Bu kitapta okuruma vermek istediğim ana mesaj bu öyküdedir.

Tebessüm öyküsü yazarın öyküsüdür. Çatık kaşlı, gülmeyen bir yazar. Öyküde yazdığı belli değil ama ferasetli okurum, burada anlatılan çirkin adamın yazarın kendisi olduğunu anlayıverir.

Nefer, doksanlı yılların sonundaki o kargaşa döneminde iflas etmiş bir esnafın çırpınışını anlatır. Adamın adı Nefer’di. Ben önce lakap sandım, tahkik edince öğrendim ki gerçek adı. Bir öğle vakti bekçi kulübesinde anlattı hikayeyi. Öğleden sonra dersim yoktu, Lostra öyküsünü yazdığım kıraathaneye gittim. Bir çay söyledim, yazdım orada. Kalktığım kalem tutan parmaklarımı hareket ettiremez hale gelmiştim.
Babam öyküsü bizim Adem hocanın öyküsüdür. Babasıyla çok cedelleşti. Adamcağız içkiyi kumarı bıraktı ama Adem hoca’nın da hayatından hayat aldı.

Kara Bulut, öğretmenlerin öyküsüdür. Bütün öğretmenlerin yaşadıklarını anlatır.
Anaç öyküsü, okumuş köy insanının hayatını anlatır. Ne okursan oku köyde karpuz toplayacaksın ve bundan da huzur duyacaksın. Aile ile olunca insan huzursuz olmuyor ki.

Erenler, bir semtin adı. Öyküme orada kurulmuş kız lisesinden ötürü konu oldu. O lisede bir yıl çalıştım. Kızların acılarına, önceliklerine, önemlerine şahit oldum. Erkek taifesinin anlayışsızlığına; kadınların ayrı, apayrı istekleri, arzuları, dünyaları olduğuna şahit oldum. O kızların nezih dünyalarını anlatmaya çalıştım.

Ev Taksidi Bitince öyküsü, borçlu adamların hayallerini anlatıyor. Borçlanarak ev almış bir adam, bankaya borcunu bitirince neler yapacağını hayal ediyor. Bütün memleketin hali bu değil mi? Biraz varlıklıca olanlar belki borçsuzdur ama geri kalanımız hep borçluyuz baba. Hep borçluyuz. Borcumuz bitince de bu öyküde kurulan hayalleri yaşamak isteriz. Dünyayı dolaşmak, istediğince alış veriş yapmak…
Melal öyküsünde sevdiği kızla evlenemeyen bir adamın hüznü anlatılır. İşten atıldığı bir gün parka gider ve orada evlenemediği bayanın kızıyla karşılaşır. Onunla oynarken o kızın kendisine baba dediğini hayal eder.

Mavi Çağrı öyküsünde bütün caddeyi maviye boyayan birisinin öyküsü anlatılıyor. Tamamen postmodern bir öykü. Soyutlamalı bir öykü. Mavi özgür dünyayı çağrıştırır. Hür dünya da özgürlüğü yaşamasını bilen insan gerektirir. İstanbul’da sel baskını olduğu yıl, çevre illerden yağmaya gelenler vardı. Bu beni çok etkiledi. Hür yaşamayı anlayamamış insanlarla aynı ülkede yaşamaktan hüzün duydum. Marmara depreminin olduğu gün de deprem bölgesinde altın hırsızlığına çıkanlar var. Bunları duydukça dünyadan ümidimi kesecek oluyorum, fakat iyi ile kötü aynı hayatın ürünü. Kötü olmayınca iyinin de anlamı kalmıyor. Bunları düşünerek teselli ediyorum kendimi.
Bu kadar konuşturdun beni. Şimdi çay arası verelim. Başka müsait bir vakitte yine konuşuruz.

Çaycı, getir, ilâç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika farksızdır aydan.
Karıştır çayını zaman erisin;
Köpük köpük, duman duman erisin