Ahmet Nebil SOYER

Ahmet Nebil SOYER

Iğdır, Tuzluca’da bir akşam dersi

Senelerdir okuduğumuz bir sözdür Altıncı Söz. Üniversite yıllarında edebiyatta okur diğer fakülteleri dolaşırdım. Her fakülteden arkadaşlarım vardı, onlara uğramayı bir vakıfane seyahat addederdim. Hele Başoğlu diye bir tıp fakülteli arkadaşım vardı, neredeyse her gün ona uğrar, konuşurdum yurttaki odasında. Bugünkü dünyevileşmiş ve yozlaşmış kafam ve bedava vatanseverlik tavrımın anlamadığı bir olay. Her gün bir insana uğruyorsun, kendine demiyorsun ki bu adam bir gün seni ya kabul etmezse. Başoğlu öyle bir tavrın adamı değildi, Yunusvari insandı.

Bir gün duydum Vahdet abi onu şehre arkadaşların yanına transfer etmiş. Memnuniyetim nasıl anlatılır. Şimdi böyle her fakülteyi kendine tarnsfareyşin seyahatları yapan insanlar var mı, vardır herhalde. Vahdet Abi akıncı kafilelerinin kumandanıydı, her hali Yahya Kemal‘in; “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik- Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” şiirini söylerdi. Hala öyle ya. O bir fatih her yer ona İstanbul. Yavuz gibi at sırtında geçen ömrü yatakta geçen ömründen daha fazla.

Şunu anladım, okumuyoruz, okur gibi yapıyoruz, anlamıyoruz, anlar gibi yapıyoruz. Bir de olaylarla zenginleşmiyor okuduklarımız. Bir Ondokuzuncu Sözü Peygamberimizin (asm) hayatından örnek vakalarla zenginleştirsek o söz daha etkili olur, çünkü umumiyetle okumuş avamlardan oluşuyor toplum ve insanların çoğu olaylardan daha ciddi etkileniyor. Bu yüzden Kırkıncı hoca hemen anlattığı şeye bir örnek verir, anlaşılmasını sağlardı. Çok özel bir dramatik zekası vardı.

Altıncı Sözü yüzlerce defa okumuşumdur, bir hafta içinde bir defa okuduğum eserlerin içindeydi. Hikmet’ül İstiazeyi her hafta okurdum çünkü o bir savaş zırhı idi. Sünnet-i Seniye Risalesi de öyle. İkinci noktanın ikinci mebhası nefsin en büyük desiselerini dizginleyen bir dersti. Hele Onbirinci Söz. Her gün her çeşit insanla muhatap olan insan çok yaralarını tedavi için kudsi eczahanenin ilaçlarını alması gerekir.

Gariban kimsenin gölgesinde balık tutmadım, herkese koştum ama şimdi bakıyorum, dilinin ucuyla bile insanlara muavenet etmeyen insanları görünce geçmişime acımıyorum. Ama ortaya çıkan neslin diğergamlıktan uzak, bir kibir abidesi olmasına içerliyorum. O kadar insan var ama akıncı ruhlu, mücadahe ruhlu insan yok.

“Nefis ve malını cenabı Hakka satmak.”

Nefis en belalı metamız, bütün derdimiz o yediriyoruz, içiriyoruz, süslüyoruz, otomobillere bindiriyoruz, seyahat ettiriyoruz, yatırıp sırtına yorgan geçiriyoruz, yatıyor dönüp sağına yine yatıyor.

“Gayeyi hayal olmazsa ezhan enelere döner etrafında gezerler.“

Psikanalitik bir şey, hayalinin gayesi olmayan insanı zihni kendi enesinin etrafında dönmektir. Mevlana hakikate, ahenge, ilahi ahenge ve ahengi kurgulayana sevdalanmış dönmüş ha dönmüş. Bediüzzaman etrafında gezerler derken, bizi anlatır biz kendi etrafımızda semaa kalkmışız. Dön ha dön.

Gökyüzünde isa döner
Tur dağında Musa döner
Elindeki asa döner. (Necip Fazıl)

“Kaçır beni ahenk al beni birlik, artık barınamam gölge varlıkta” diyor kendi etrafında dönmekten bıkmış, bağırmış “Maraşlı Necip adam olamadı.” Sen adam olamadıysan biz idam olmalıyız, sanatlı düşüncenin üstadı.

Altıncı söz hitap şeklinde yazılmış, hitaplara dikkat edilerek okunması gerekir.

“NEFİS VE MALINI CENÂB-I HAKKA SATMAK ve O’na abd olmak ve asker olmak ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciği dinle.”

Altıncı Sözün en büyük kelimesi satmak. Bir malı bir bedel karşısında birine satmak. Ama burada satmak fiili Allah’ın verdiği vücudu, vücudunun içindekileri, zamanı yine O’na satmak. İmam-ı Şafii berbere gitmiş berber demiş “Ya imam dudaklarını hareket ettirme, bıyıklarını alayım.” İmam “hayır duramaz onlar onun için yaratılmış, zikr-i ilahi için” der. Bir an bile durmak yok. Galiba satmak fiilini en iyi anlatan bu örnektir. Altıncı sözde yirmi yerde satmak kelimesi kullanılıyor, adeta söz bu fiilin etrafında dokunmuş.

Bir de ünlem işaretleri ve sorular ve sorulaştırılmış cümleler bunlar heyecan sentaksını artırır. Zaten Bediüzzaman heyecan demek. Yazarlar kullandıkları kelimelere göre sentakslar ortaya koyar. Nabi kalbin, Nedim sevginin şairidir. Fikret ünlem ve soruları çok kullandığı için heyecan sentaksı hakimdir. Namık Kemal’e mantık sentaksı hakimdir: “İnsan vatanını sever çünkü mazi ecdadının makbere-i sükunu, istikbal ile evladının cilvegah-ı zuhuru bu yüzden.”

Satmak fiili bir abd olmak şeklinde satmak, ikincisi asker olmak şeklinde satmak, iki tip satmak anlatılmış. Abd olunca nasıl satılır, asker olunca nasıl satılır, bunun anlatımda bir sınırı yok. İç içe bir anlatımla anlatılmış satmak fiili ama önü açık bir satmak fiili. Kul olmak ile asker olmak arasında keyfiyet farkı nedir. Bediüzzaman’ın eserlerinde ağırlıklı olan kul mu yoksa asker mi?

Asker kelimesi ona daha uygun geldiği için onu kullanmış. “Sen bir asker olduğun için askerlik temsilatiyle birkaç küçük hikayeyi dinle” diyor. Kalemi ve kitabı ile dünyayı fethe çıkmış.

Giriş cümlesinde “Ne kadar” sıfatını iki defa kullanmış, neyi ifade ediyor, ticaretin ve rütbenin sınırsızlığını anlatıyor. Yani nefsini ve malını satmak ifade edilmez bir kadardır.

“Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, herbirisine emaneten birer çiftlik verir ki, (satışı anlatmak için çiftlik örneğini vermiş ne hayal, ne harika tasarım) içinde fabrika, makine, at, silâh gibi herşey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz; ya mahvolur veya tebeddül eder, gider. Padişah, o iki nefere, kemâl-i merhametinden, bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu:

"Elinizde olan emanetimi bana satınız; ta sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya (değil de siz öyle zannediyorsunuz) o emanet malınızdır; pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek; hem fiyatı, hem ücretleri birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masârifâtını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levâzımatı, ben deruhte ederim. Bütün varidatı ve menfaatı size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr!

"Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacak. Hem beyhude gidecek; hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret! (Ondan daha harika bir satış mercii yok ki.)

"Hem de bana satmak ise, bana asker (asker gibi olmalı, asker uyumaz, asker koşar iş yapar, hareketten yana Bediüzzaman, atıllık yok) olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Adi bir esir ve başıbozuğa bedel, âli bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri (padişahın yaver-i askeri olmak ne demek) olursunuz."

Onlar şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra, o iki adamdan aklı başında olanı dedi: "Başüstüne! Ben maaliftihar satarım, hem bin teşekkür ederim." Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, (satmayan adamın psikolojisi) güya (ikinci defa güya diyor) ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzele ve dağdağalarından haberi yok, dedi: "Yok yok, padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam."

Biraz zaman sonra (ölüme kadar ki mesafe, biraz zaman, dünya dedikleri bir gölgeliktir) birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki, herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş; has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri öyle bir hale giriftar olmuş ki, herkes ona acıyor, hem "Müstehak!" diyor. Çünkü hatasının neticesi (hata malı satmamak) olarak, hem saadeti ve mülkü (peşine koştuğu mülkü ve bedeni) gitmiş, hem ceza ve azap çekiyor.

İşte, ey nefs-i pürheves! (Bu kelime düşünülmek için yazılmış, heves dolu nefis, bütün ihmallerimizin kaçmalarımızın nedeni heveslerimiz, irademizin tenbelliğinin kaynağı da bu, ne kadar isabetli seçilmiş.)

Şu misalin dürbünüyle hakikatin yüzüne bak. (Misali dürbüne benzetiyor) Amma o padişah ise, Ezel-Ebed Sultanı olan Rabbin, Hâlıkındır. Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mîzanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir.

Ve o yaver-i ekrem ise, Resul-i Kerîmdir. Ve o ferman-ı ahkem ise, Kur'ân-ı Hakîmdir ki, bahsinde bulunduğumuz ticaret-i azîmeyi( satış ticaret-i azime ondan büyük ticaret yok bunu anlamadı insanlar, ticaret-i azimeyi ) şu âyetle ilân ediyor:

اِنَّ اللهَ اشْتَرٰى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ "Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." Tevbe Sûresi, 9:111.’’

Ve o dalgalı muharebe meydanı ise, şu fırtınalı dünya yüzüdür ki, durmuyor, dönüyor, bozuluyor ve her insanın aklına şu fikri veriyor: "Madem herşey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bâkîye tebdil edip ibkà etmek çaresi yok mu?" deyip düşünürken, birden semâvî sadâ-yı Kur'ân işitiliyor. Der: "Evet, var. Hem beş mertebe kârlı bir surette, güzel ve rahat bir çaresi var."

Sual: Nedir?
Elcevap: Emaneti sahib-i hakikîsine satmak. İşte o satışta beş derece kâr içinde kâr var.

MEKAN VE MEKANSI

Metnin içinde tema Padişah, çiftlik, Yaver-i Ekrem, Ferman-ı Ahkem, dalgalı muharebe meydanı, emanet, sahib-i hakiki, dünyada insanın kendi ile imtihanı. Bu yedi şeyin ortasında işleniyor, padişah Allah, çiftlik bedenimiz ve enemiz, Yaver-i Ekrem peygamberimiz, bize satışın teferruatını anlatıyor. Ferman-ı ahkem, Kur’an, dalgalı muharebe meydanı dünya, emanet bedenimiz ve ruhumuz, sahib-i hakiki benim dediğimiz bedenin asıl sahibi. Geniş bir hayal bunları romana çevirir.

Tasarım

Metnin tasarımı da bir harika bir ayeti açıklamak için tasarlanan kurgulanan atmosfer yedi öğeden oluşuyor. Kainat ve sahibi ve kitabı, satışı zorlaştıran şartlar, emaneti satmak ve bakmanın ayrıntısı, ne kadar geniş bir muhayyil. Bu bir büyük zekanın elinde bir ayeti bir temaya dönüştürmek felsefesini yapmak anlamında büyük bir felsefi roman olur. Bu kadar itina edilen ali bir üslubla yazılan eser, okuyup geçmek için değil, mütalaa, müzakere, edilmek için. Muhayyilesi ne kadar geniş, bir satmak fiilini bir anda romana dönüştürecek bir hayal sahibi. Uzuvların her biri bir roman kişisi, mekanlarda hem gerçekçi hem fantastik.

Kelime Seçimi

Kelimeleri en uygun yerlerde ve tesir ve ahenk için ses tonlarına uygun şekilde kullanıyor. Hiç uygunsuz bir kelime yok. Sanatçılar, yazarlar bir konuyu anlatırken bir şiiri kaleme alırken bazan dolgu olsun diye kelimeler kullanırlar. Onların görevi metinde ahenksizlik olmaması içindir, asıl söylenmek istenen daha sonra söylenir. Her kelimenin mana ve estetik değerini düşünmek zordur ve büyük sanatçıların işidir.

Kârları anlatıyor öyle, ya satış?

“Birinci kâr: Fânî mal bekà bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî (sattığımız hem daimi hem baki, verdiğin şeyi de bakileştiriyor) olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder, bâkî meyveler verir. O vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür; fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler ve âlem-i berzahta ziyâdâr, mûnis birer manzara olurlar.

İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor.

Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti birden bine çıkar. Meselâ akıl bir alettir. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'um ve müz'iç ve muacciz bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır bir alet derekesine iner. İşte bunun içindir ki, fâsık adam, aklın iz'aç ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbânî derecesine çıkar.

Meselâ göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyirle şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîrine satsan ve O’nun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan, o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mucizât-ı san'at-ı Rabbaniyenin (Allah’ın mucize sanatları bu alemde sergileniyor) bir seyircisi ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. (Göz hem seyirci hem de arı. Bir günah seyircisi olabilir, bir eşek arısı da bal yerine zehir üretir, gözlerimiz eşek arısı mı.)

Meselâ dildeki kuvve-i zâikayı (zevk alma duyusu) Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzâk-ı Kerîme satsan, o zaman dildeki kuvve-i zâika, rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nâzır-ı mâhiri ve kudret-i Samedâniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.

İşte, ey akıl, dikkat et! Meş'um (kötü ve kötülük kurgulayan) bir alet nerede, kâinat anahtarı nerede?

“Ey göz, güzel bak! Adi bir kavvad (kötülüğe sürükleyen) nerede, kütüphane-i İlâhînin mütefennin bir nâzırı nerede?” (Kainat kütüphane insan da o kütüphanenin kitaplarını okuyor. O kadar harika imajlar ortaya koymuş ki bir altıncı söz insanı paşa paşa ahirete götürür.)

“Ve ey dil, iyi tat! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede, hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?” (Yemek yemenin zevki için insanları bir şey yerken seyret, aynı insanları ibadete giderken seyret, halbuki yemenin zevki koşmayı artırmalı nerde?)

“Ve daha bunlar gibi başka aletleri ve âzâları kıyas etsen anlarsın ki, hakikaten mü'min Cennete lâyık ve kâfir Cehenneme muvafık bir mahiyet kesb eder. Ve onların herbiri öyle bir kıymet almalarının sebebi, mü'min imanıyla Hâlıkının emanetini O’nun namına ve izni dairesinde istimal etmesidir. Ve kâfir hıyanet edip nefs-i emmâre hesabına çalıştırmasıdır.

Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir; hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar. Ya sarhoş ya canavar eder.

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler.

İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasâret içinde hasârete düşeceksin.

Birinci hasâret: O kadar sevdiğin mal ve evlât ve perestiş ettiğin nefis ve hevâ ve meftun olduğun gençlik ve hayat zayi olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

İkinci hasâret: Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine zulmettin.

Üçüncü hasâret: Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin.

Dördüncü hasâret: Acz ve fakrınla beraber, o pek ağır hayat yükünü zayıf beline yükleyip zevâl ve firak sillesi altında daim vâveylâ edeceksin.

Beşinci hasâret: Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmâniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

“Şimdi satmaya bakacağız. Acaba o kadar ağır birşey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar?”

(Burada acaba kelimesini kullanmış, acaba garip olan bir durum için kullanılır,  çokları satmaktan kaçıyorlar. Çokları kaçıyor, malını Allah’a satmaktan kaçıyor, kaçmak kelimesi insanların ubudiyetten, hizmetten, yardımdan burnunun ucunu görmek yüzünden kaçması demektir, çokları derken büyük bir yekünü kastediyor. O kadar ağır bir şey mi? Bu da sorgulayan bir tarzda kullanılmış, kulluk ve azalarını yerinde kullanmak “o kadar ağır bir şey mi“ cümlesiyle ifade edilmiş. Altıncı Söz ibadetten, taatten, hizmetten kaçmanın en yerinde kelimelerle anlatılmasıdır. Her kelime, her fiil, her soru yerinde kullanılmıştır. Ağır ve ahenkli ve cümlenin yerinde kullanılması tesiri doğurur.)

Tuzluca’daki derste ben hiç altıncı sözü böyle okumamıştım, bunu dersten sonra bazıları gelip söyledi. Bunun nedeni biteviye manaya dikkat etmeden okumak yüzündendir. Bir genç “ben hiç böyle anlamamıştım, bana çok farklı bir okuma geldi” dedi. Siz bir edebiyat kulübü açsanız devam ederdik diyor. Ben bile hayret ettim. Altıncı söz bir hitap şeklinde farklı bir ses tonuyla okunmalı o zaman tesiri görülür.

“Yok, kat'a ve asla! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.”

(Yok kata ve asla, ağır olduğunu kabul etmiyor yok kata ve asla diyor, üç olumsuz kelimeyi ahenkle birbiri arkasından söylüyor. Hiç öyle ağırlığı yoktur. Bu cümlede kendisinden tenbellik ve ruhsuzluk yüzünden kaçılan kutsi işlerin bir ağırlığı olmadığını söylüyor. Bir farz namaz on dakika abdest alıyorsun namaz yerine gelene kadar neredeyse namaz bitiyor, bu kadar az bir zaman biriminde yapılan ve cenneti kazandıran bir fiilden kaçmak, bu yüzden (hiç öyle ağırlığı yoktur) diyor. Cümle edebiyattan anlayan için çok ustalıklı kullanılmış.

“Ferâiz-i İlâhiye ise hafiftir, azdır.”

(Feraiz-i iyahiye ise hafiftir, bu kelimeyi kullanmış hakikaten ne kadar hafif, kelimelerin hepsini mülahaza ile okumalı, yavaş yavaş ve ahenkli çünkü o kadar psikolojik ağırlıkları düşünülerek kullanılmış ki hayret etmemek  mümkün değil.)

“Allah'a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez.”

(Şimdi şu cümleye bak, ne kadar nazikane söylenmiş ve bir ruh halini ifade etmiş. Allah‘a abd ve asker olmak o kadar lezzetli bir şeydir ki tarif edilmez. Yapmadığımız, anlamadığımız onun lezzetli olduğunu anlamamak, camiden hızla dışarı çıkmak tesbihata bile kalmadan, üzerinden bir şeyi atar gibi ama ne kadar harika kendini ifade etmiş.)

Bir gün Ankara‘da havaalanında merhum Abdülkadir Badıllı abiyi namazdan sonra bekliyoruz, biz namazı kıldık, o içerde oldukça bir süre geçti, o bütün akşam sonrası tesbihatı en nazikane ve sabırla yaptı ve geldi. O durumu bana çok tesir etmişti, tesbihatı camide bitirmek, sokakta değil. İbadet ve tesbihat camide bitirilmeli. Üstad da aynı şeyi daha ağır bir tonda yaparmış. Ceylan Abi “üstadım biz namazı bitirdik sen hala Allahuekber desin“ demiş. Üstad da “Kardeşim ben bunlar için yaratıldım” demiş. Tesbihatı yapmayanı namazı kılmamış gibi değerlendirir ve “git tesbihatı yap gel” dermiş. İbadeti sırtımızda bir ağırlık gibi görüp, hele tesbihatı gerektiği şekilde yapmamak, ne garip alışkanlıklar.

Şu altıncı sözü yavaş yavaş, kelimeyi tadarak, psikolojik derinliğini hissederek okuyan insan kendini ikaz etmiş olur. Bediüzzaman ahenk ile kelimenin manası arasında bağlar kurmuş, mesela (acaba o kadar ağır bir şey midir ki çokları satmaktan kaçıyorlar) iki defa sorgulayıcı kelime kullanmış içi içe iki soru var. Acaba, şey midir ki, kelimeyi ve manayı hissetme melekemiz ne olmuş.  

Altıncı söz bir terbiye mektebi, bütün kelimeler bir terbiye ve ikazı gerçekleştirmek için yapılmış. Kelime seçiminde hiçbir edebiyatçının olmadığı kadar nazikane tesbit ve tercihler yapılmış. Eserin sahibi okudun okudun ama hiç okumamışsın dese ne diyeceğiz.

“Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.”

(Altıncı söz o kadar ahenkli ve yavaş kelimenin psikolojik ağırlığını hissederek ve hissettirerek okunmalı, yoksa hızla okuyup geçmek düşünme fırsatı vermiyor, bu yaşa gelmişim ben o gün bunu derinden hissettim.)

"Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. manetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin" demeli ve O’na yalvarmalı.

Biz kul değiliz de Sen kabul et, hani rica gibi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
7 Yorum