Risale-i Nur’da zaman hakikati

O ilk başlangıç anına gidelim sizlerle. 13,7 milyar yıl öncesine… Kainatı arayın, yıldızları, güneşi, hayvanları ya da dünyamızı… İşte bakın görebileceğimiz hiç ama hiçbir şey yok. Ancak o ilk atomun içine girip seyredebiliriz varlığı. Her şey ama her şey ilk defa yaratılıyor. Kanunlar, kuvvetler, kainat ağacının farklı farklı yönlerini doğuracak tohumlar, galaksilerin, güneşlerin, gezegenlerin DNA’ları ilk defa oluşuyor. En, boy, derinlik olarak adlandırdığımız o üç boyut da ilk defa oluşuyor. Öncesi yok yani… Dördüncü bir boyut olarak da zaman yaratılıyor. Çünkü maddesel hareket başlamış oldu bir kere. Zaman da iki hareket arasındaki süre olduğuna göre, mikro zaman dilimlerinde olsa bile bir zamandan bahsedebiliyoruz o ilk anda. Bediüzzaman’ın tarifiyle zaman; “harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi”dir. Demek ki zaman hareketle oluşuyor.

 

Bediüzzaman bu tanıma şu ifadeyi de ekler, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. Üstad, “zamanda yolculuk” gibi bir hayale ulaşmanın yolunu da gösteriyor. Buna göre, eğer parçacıklardaki hareketlerin sırrı çözülebilirse, zamanın da sırrı çözülecek demektir.

 

Stephen Hawking’in tabiriyle ilk başlangıç anı yere düşüp kırılan cam bardağın parçaları… Sonrasında ise bütün o parçalar birleşiyor ve düzene doğru anlamlı bir yolculuk başlıyor. O ilk anda zamanın bizim algımıza göre geriye gittiğini söyleyebiliriz. İşte bu gerçek de Termodinamiğin entropi yasasının tersine işlemesi anlamına geliyor. Çünkü o ilk noktada mutlak bir düzenlilik hali vardı. 10-43 saniyelik bu ilk mutlak düzenlilik hali, 10-35 saniye sonra birden bozulmaya başladı.  Çünkü kâinatı bugünkü kainat haline getiren “zıtların” oluşması gerekiyordu.

 

Tam da bu noktada İşarat’ül İcaz’da geçen şu soru geliyor aklımıza: Kâinat, ilk yaratılışında ebede (sonsuza) elverişli olarak sabit bir şekilde yaratılsaydı; böyle tagayyüratlı, inkılâplı, (başkalaşmalı) mâil-i inhidam (yıkılmaya meyilli) bir sûrette yaratılıp, bilâhare tahripten sonra ebediyete kâbil, metin bir şekilde yapılmasından daha iyi ve daha kısa olmaz mıydı? Yani, zıtlar bir araya toplanmasaydı da, ilk anki o sabit düzen devam etseydi, her şey simetrik ve mutlak bir düzende olsaydı, kıyamet kopmadan cennet benzeri bir ortam oluşsaydı daha iyi olmaz mıydı?

 

Bediüzzaman kendine has üslubuyla bu soruya şöyle cevap veriyor; “insanların kabiliyetlerinin tezahürünü ve istidatlarının neşvünemasını irade etmekle… İşte bu cevabı fizik biliminin tesadüfçü yorumları veremiyor. Demek ki Yaratıcı, insanların kabiliyetlerinin ortaya çıkmasını ve büyümesini istedi. Bunun için de zıtlar bir arada olmalıydı. Bu kabiliyetleri doğru geliştirip geliştirmeme gerçeğine bağlı olarak cennet ya da cehennem sonuçları doğacak. Devam eder Bediüzzaman, nev-i beşeri imtihan ve tecrübeye tâbi tuttu, zararları menfaatlere kattı, şerleri hayırların içine attı, güzellikleri çirkinliklerle cem etti. Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi tuttu. (İşaratül İcaz, Bakara 25) Mesele ancak bu kadar öz ve güzel anlatılır.

 

İşarat’ül İcaz’ın Birinci Dünya Savaşı yıllarında yazıldığını düşünürsek, bu ifadeler Bakara suresi 25. Ayetinin tefsiri olmak cihetiyle öncelikle Kuran’ın mucizeliğini gösteriyor. Bir asır sonra fizik biliminin ulaşabildiği bir hakikati bildirmekle de Bediüzzaman’ın dehasını ve ilmi seviyesini gösteriyor. Şu bölümü bir kere daha okuyalım, Hepsini birbirine karıştırarak kâinatın hamuruyla beraber yaratılış teknesinde yoğurduktan sonra, kâinatı tagayyür, tebeddül, tekâmül kanunlarına tâbi tuttu. Adına Big Bang deyin, Büyük Patlama deyin, ne derseniz deyin! Bediüzzaman sanki CERN’de deneyler yapmışçasına zıtların o ilk anda birleştiğini açıkça söylüyor. Sonra bu birleşmeye bağlı olarak kainatın başkalaşma, değişim ve tekamül gibi kanunlarla şekillendiğini ortaya koyuyor.

 

Eğer bu zıtlıklar olmasaydı kainat bir imtihan meydanı olamazdı. Çünkü o zaman her şey mutlak dengede olacaktı. Rekabet ve mücadele oluşmayacaktı. Hiçbir şey değişmeyecek, ilerlemeyecekti. Belki kainatın neticesi olan hayat ve şuur dahi oluşmayacaktı. Çünkü bütün bu neticelerin oluşabilmesi için zıtlar bir arada olmalıydı. Fizik bilimine göre o ilk patlamayla oluşturulan ilk düzensizlik kainata genetik bir miras olarak kalıyor. Sıcaklık, fırtınalar, yağmurlar gibi kuantum fiziğinin ilgi alanına giren, nedensellikle izah edilemeyen düzensiz oluşumlar, kâinat genişledikçe her yana yayılıyor. İşte düzenli karmaşıklık da bu anlama geliyor.

 

Bediüzzaman kainatın bu kararsızlığından ve karışıklığından yola çıkarak kainat ve ahiret arasındaki fiziki farkları şöyle özetler, (bu dünyada) cisim bünyelerine girenlerin, çıkanların arasında nisbet (oran) yoktur. Onun için inhilâle (dağılmaya) yüz tutarlar. Fakat âhiretteki cisimlerin yapılışı öyle değildir. Eczaları (parçaları) arasında tam mânâsıyla muvazene (denge) vardır ki, inhilâle (dağılmaya) mahal kalmaz. Ahirette yaşlanma olmayışının sırrı da işte bu temel kanunda saklıdır. Başka bir yerde Bediüzzaman bu dünyadaki dengesizliği “varidat(gelir) ve sarfiyat (gider) dengesizliği” olarak tanımlayarak daha da açar. Bu dengesizlik nedeniyle hücrelerimiz yaşlanır. Ahirette ise hücrelerin, atomların, parçacıkların gelir ve giderleri tam bir denge halinde olacaktır. Allah bu kâinatın ilk yaratılışında bu dengeyi yaratabileceğini göstermiştir. Aslında bu bilimsel gerçek, ahiretteki o mutlak dengenin ve zıtların birbirinden ayrılacağı hakikatinin de ispatıdır. Ahiret boyutundaki atomlar, parçacıklar, hücreler kainatın o ilk başlangıç anındaki mutlak düzende, simetride ve dengede bulunacaklardır. Bu yüzden de zaman onlara tesir edemez. Çünkü zaman iki hareketin ve değişimin arasındaki bir ölçüdür. Orada ise böyle bir maddi değişim süreci olmayacaktır.

 

Bugünkü bilime göre de zaman algımız aslında nesnel bir gerçeklik değil. Einstein tarafından ispat edildiği gibi göreceli-izafi bir gerçeklik. Geçmiş ya da gelecek algımızı belirleyen üç zaman pusulası var diyor Hawking. Birincisi psikolojik zaman pusulası; yani geçmişimizi hatırlarız ama geleceğimizi asla hatırlayamayız. O halde gelecek gelmemiştir, gelecektir diye düşünürüz. Böylece bizde geçmişten başlayan ve geleceğe doğru giden bir zaman algısı oluşur. İkinci zaman pusulamız da termodinamik zaman pusulası. Termodinamik kanunlarının 2. yasası olan entropi burada söz sahibi. Başlangıçta düzenli olan bir varlık zamanla düzensizliğe doğru gidiyor ve bu durum bizde zaman algısı oluşturuyor. Biz zamanı düzensizleşmenin ölçüsü olarak kabul ediyoruz. Evlerin, eşyaların eskimesi, yaşlanmamız gibi. Bediüzzaman’ın ispat ettiği gibi parçacıklar sabitlenip mutlak dengeleri sağlanabilirse zaman kavramı anlamsızlaşır. Üçüncü zaman pusulamız da kozmolojik zaman pusulası. Kainatın yaratılışından başlayan ve evrenin genişlemesiyle devam eden bir sürece bağlı olarak işliyor. Yıldızların, güneşin, dünyanın sıra takip eder gibi oluşumu ve kainatın bir sona doğru ilerlemesi böyle bir zaman algısını bizde oluşturuyor. Bediüzzaman bu gerçeğe şöyle değinir, Evet, âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi olan, neşvünema kanununa dahildir. Bu kanuna dahil olanın bir ömr-ü tabiîsi (tabi bir ömrü) vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz. (İşaretül İcaz Bakara 25. Ayet)

 

Bu noktada aklımıza zamanda yolculuk gerçekleştirilebilir mi şeklinde bir soru geliyor. Bilim Kurgu kitaplarında çokça kurgusu yapılmış bu mesele hakkında elbette Bediüzzaman’ın bir sözü olmalıdır. Hatta vaktiyle biz bile Göksel İhtilal, Fatih Sultan Mehmed Han Dirildi, Çanakkale Açılımı gibi kitaplarımızda “zamanda yolculuk” konusunu işlemiştik. Tasavvuf ehlince kimi kerametleri tanımlamada kullanılan bast-ı zaman (zamanın genişlemesi), tayy-ı mekan (aynı anda farklı mekanlarda olma) gibi kavramların mahiyetini ben ilk olarak Bediüzzaman’dan öğrendim diyebilirim. Mirac Risalesinde geçen 10 iğneli saat örneği ise böyle bir yolculuğun mümkünlüğünü açıkça ortaya koyar. Bediüzzaman’ın geçmiş ve geleceği sık sık “sağ ve sol cihetler” olarak tanımlaması bile onun zamanın “şeritsel” olduğu konusundaki düşüncesini ortaya koyar. Bediüzzaman Levh-i Mahv-ı İsbat denen  “yazar bozar tahtasının” aslında zamanın hakikati olduğunu şöyle anlatır:

 

Amma Levh-i Mahv-İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u Âzam'ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur. Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. Bediüzzaman burada zamanın değişebilir Levh-i Mahv-ı İspat’ın bir sahifesi ve mürekkebi olduğunu açıkça ortaya koyar. Yine zamanı akan bir nehre benzetir. Zamanla zerreler arasındaki ilişkiyi de şöyle ortaya koyar: "Levh-i Mahv-İsbat" denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerrâtı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrat, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde olan bir ihtizazdır, bir harekâttır.” (Mektubat)

 

Demek ki zaman meselesinde en büyük sır zerrelerde yani atomlarda ve atom altı parçacıklarda saklı. Zaten kainatın ilk yaratılış anında gerçekleşen patlama sırasında zerrelerin geçmişteki düzenlerine doğru birleşmeleri, kainatın zerrelerinde zaman sınırını delebilme yeteneği olduğunu da gösteriyor. Eğer bu parçacıkların hareketlerinde geriye doğru bir gidiş sağlanabilirse, muhtemelen zamanda da geçmişe gidiş sağlanmış olacak. Bizce bu noktada Bediüzzaman’ın zaman ve harekat-ı zerrat (zerrelerin hareketleri) konusundaki açıklamaları bilim ehlince iyice incelenmelidir. Belki zamana müdahale ettirecek bir fiziki yolculuk gerçekleşemez ama atomlarda kayıtlı geçmiş zamanın hayat filmlerini, zaman şeridini geriye sarar gibi izleyebiliriz. Atom altı parçacıkların titreşimlerine kaydedilmiş yaşanmışlık bestesinin notaları bir çözülebilirse, aynı notaların tekrar tekrar harekete geçirilip çalınması da mümkün olacak. Böyle bir durumda, geçmiş denilen maddesel titreşimlerin görüntülerini izleyip, seslerini duyabileceğiz. Ya da o zerreleri bir bant gibi geriye sarıp geçmişte yaşanmış o aynı ortamı, misali ve üç boyutlu bir şekilde oluşturabileceğiz. Belki orada geleceğin nağmelerini de bulacağız. Bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini elbette Allah bilir. Bize düşense şu anımızı zikir, tefekkür ve şükürle sonsuzlaştırmanın yollarını aramak.  

 

Kaynaklar:

31. Söz Mirac Bahsi

İşarat’ül İcaz Bakara 25. ayet Tefsiri

Eine Kurze Geschichte der Zeit (Zamanın Kısa Bir Hikayesi)-Stephen Hawking (OD)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.