Nizamettin MELİKOĞLU

Nizamettin MELİKOĞLU

Risale-i Nur’da Maksad/Makâsid Nazariyesi

Risale-i Nur, Kur’ân ayetlerini tefsir ederken belli bir menhece bağlı kalmıştır. Yani ayetler belli bir sistematik çerçevesinde izah edilmiştir. Bu sistematik, kökenini Peygamber Efendimiz (asm) ve selef-i salihinden alıp kadim medreselerimizde de İslam tarihi boyunca belli bir olgunluğa kavuşan usuldür.

Arapça gramatiğin yanında belağat ilmi, usulu’l-hadis, usulu’t-tefsir, usulu’l-fıkıh gibi önemli dersler talebeye verilir. Ta ki talebe, müfessir olma seviyesine çıkamasa bile, bir müfessirin hangi ilimlerden istifade ettiğini, hangi esaslara bağlı kaldığını bilsin. Örneğin Taftazanî’nin şerhu’l-akâidini okuyan veya İmam Nesefî’nin akâid‘ini okuyan bir talebe, Zemahşerî gibi bir belağat dahisinin akîde konusunda bazen mutezile mezhebine kayabildiğini müşahede edebilecektir.

Demek oluyor ki kadim medreselerimizde talebenin ehl-i sünnet ve’l-cemaatin veya selef-i salihin’in takip ettikleri yolu kaybetmemesi için kelam ve usûl dersleri müfredata konulmuştur. Usûl ilminin önemli bir meselesi maksad/makâsıd nazariyesidir. Yani Kur‘ân-ı Kerim’de bazı temel konular vardır ki bütün Kur’ân ayetleri aslında bu meseleler etrafında dönmektedir. O zaman bu temel meselelere vakıf olan biri, bu projektörle her zaman şu hakikati temaşa edebilecektir; Kur’ân bireyin veya toplumun beyninde şu hakikatleri yerleştirmek istiyor. Bu esaslardan biri yoksa bu demektir ki Kur’ân’ın istediği maksad henüz hasıl olmamıştır.

Kuşkusuz Kur’ân’da belli alanlar vardır ve her bir alanın belli bir mihveri vardır. Akîde, fıkıh, belağat gibi ilimlerin herbirisinin bir ekseni/maksadı vardır. Her bir bölüm bir maksad etrafında dönerek كل في فلك يسبحون (Her biri bir yörüngede yüzmektedirler. Enbiya, 21/33) ayetinin manasını terennüm etmektedirler. Yani akîde veya kevnî ayetler ile muamelat bölümlerinin ara eksenleri farklıdır. Ancak ana eksende yine ittihad vardır. Dolayısıyla her bir alan veya kapıya girerken, orada oranın feneriyle girilirse oradan tam hissedar olarak ayrılabilinir. Aksi taktirde bu kapının veya ayetler arasındaki münasebetleri belirleyememekten dolayı istifade tam olamayacaktır.

Bu alanlar arasında merkez ile bağlantı veya Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle ‘intikal’ sağlanamazsa Kur’ân'ın koymuş olduğu maksaddan uzak kalınmış olur.

‘Elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvanla, bir rububiyetle, ve hâkezâ, tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe'nleri içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmâya intikal etmezse zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir.‘[1]

Maksad nazariyesini ilk defa derli toplu bir şekilde işleyen zat, İslâm tarihinde İmam Şâtıbi’dir. (ö. 790 = 1388). el-Muvafakât adlı eseriyle Şâtıbî, Kur’ân'daki ağırlıklı olarak fıkhî meseleleri maksadları bağlamında incelemiştir.

Maksad nazariyesini İbn-i Aşûr şu şekilde tanımlamıştır: ‘Şâri’in teşrîin bütününde veya genelinde itibar ettiği mana ve hikmetlerdir.’ [2]

Maksad nazariyesini somut bir örnekle incelemek gerekirse Ebu Hüreyre’den gelen şu rivayete bakmak faydalı olacaktır; ‘ونهاني عن نَقرة كنقرَةِ الدِّيك، ‘Resulullah (s.a.v.) beni namazda secde ederken horozun daneyi almak için başını yere indirip kaldırması gibi secde etmekten nehyetti.’[3]

Yani namazı tadil-i erkan, huşu, tefekkür ve Allah’ın azametini idrak etmeden kılmak, namazdan hakiki manada nasibini almadığına delalet eder. Dolayısıyla namaz ile ‘Dergâh-ı İlâhîde abd kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemâl-i Rububiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.’[4] hakikatını idrak etmesi maksuddur.

Şatibî maksad’dan kasdını şu ifadeyle netleştirmektedir: ‘Şer’i ameller hadd-ı zatında maksud değillerdir. Onlarla daha farklı şeyler kasdedilmiştir ki o da bu amellerin manalarıdır. Onlar da kendileri için teşrî edilen maslahatlardır.’[5]

Bu manayı te’yid eden Risale-i Nur’da şöyle bir tespit yapılmaktadır; ‘Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer'iyede tebeddül vardır. Çünkü, fer'î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa devâ iken, şahs-ı âhere dâ' olur. Bu sırdandır ki, Kur'ân, fer'î hükümlerden bir kısmını neshetmiştir.‘[6]

Dolayısıyla şer’i hükümlerden de asıl mananın celb-i mesâlih ve def-i mazarrat olduğunu anlayabiliriz ki İmam Gazâlî de bu hakikatı şu cümle ile özetlemiştir: ‘Nefsin, aklın, mal ve ırzın muhafaza edilmek istendiği/maksud olduğu şeriatta kesin olarak bilinen bir hakikattir.’[7] Başka bir eserinde ‘din’ konusunu da ekleyerek makâsıd maddelerini beşe çıkarmıştır.[8]

Sonra bu maslahatları kendi aralarında derecelerine göre üçe ayırmıştır; Zaruri olanlar, ihtiyaci/haciyattan olanlar ve tahsiniyattan olanlar.[9]

Kısaca maksad nazariyesi ile ulaşılmaya çalışılan sonuç, Reysunî’nin dediği gibi[10] ayetler veya hükümler üzerinde küllî tahliller yapma becerisini elde etmektir. Örneğin fıkıh ilmi, cüz’î meseleler üzerinde konu hakkında hüküm tespit becerisini kazandırmaya çalışırken, usul veya maksad nazariyesi ise küllî manada netice ve sonuçlar çıkarabilme becerisini kişiye kazandırmaya çalışır.

Maksad nazariyesi aynı zamanda, bireyin kendisini Kur’ân ekseninde tutmak için, matematik işlemlerinde doğru sonucu bulmak için yapılan sağlama işlemi gibidir. Yahut eskiden klasik/primitiv evler yapılırken duvarın eğri olup olmadığını anlamak için kullanılan şâkul ipi gibidir. Dolayısıyla cüzi bir mesele ile karşılaşırken onun küllî olan bir kaide ile bağlantısını yapamazsak, şâkul ipiyle düzenini almamış eğri bir duvarın görüntüsünü alabiliriz.

Maksad nazariyesine dair Risale-i Nurda şöyle bir tespit yapılır:

‘Hem de tahakkuk etmiş: Kur'ân'ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da, ispat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir.’[11]

Kur'an'dan çıkarılan bu istatistiksel oran, Risale-i Nur’un telifinde de ana iskeleti oluşturmuştur. Dolayısıyla maksad bilinmeden ortaya konacak tefsir ile alakalı bir çalışma, Kur’ân'ın ortaya koymaya çalıştığı esaslardan veya etrafında döndüğü eksenlerden uzak kalacaktır.

Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’ân hakkında yaptığı istatistiksel sonuçlar üzerinden ulaştığı maksada ait tespitler, kişinin bireysel ve toplumsal yaşamı için yön verecek derecede önemlidirler. Mesela Kur’ân'ın üçte biri haşirden bahseder, demektedir Bediüzzaman hazretleri.[12] 500 dolayındaki ahkam ayetleri ise Kur’ân'ın yaklaşık yüzde 10’una tekabül etmektedir. Dolayısıyla bu istatistiki neticeden hareketle ‘Kainatta en yüksek hakikat imandır’ sonucu tebliğde hesap hatası yapılmaması için maksad nazariyesi feneriyle yakılıp bu dönemin insanlarına verilen nurani bir prensiptir.

Ameli sahadaki hüküm ayetleriyle alakalı Kur’ân'da geçen hükümlerin illetlerinin/maksadlarının tespit edilip edilemeyeceği konusunda farklı görüşler ortaya konulmuştur. Buradaki illet veya hükümler açısından illet, hayati bir etkiye sahiptir. Yani illet varsa hüküm de vardır. İllet yoksa hükümde yoktur. Teyemmümün suyun varlığında bozulması veya hükmünü yitirmesi gibi.

Fahreddin er-Râzî, İbn-i Hazm gibi Allah'ın (cc) hükümlerinin hiçbir şekilde talîl edilemeyeceği görüşündedir.[13] Mutezile imamları ise bir derece akla önem verdikleri için tam aksine bütün hükümlerin ta’lîl edilebileceği dolayısıyla manalarının anlaşılabileceği görüşündedirler. İmam Şatıbî gibi Bediüzzaman Hazretleri ise amelî hükümleri evvela ikiye taksim etmektedir; İbadât ve muamelât. İbadetlerde aslolan taabbudiliktir. Adetlerde aslolan ise manalara bakmaktır.[14]

Risale-i Nurda bu mesele şu şekilde izah edilmektedir;
Mesail-i şeriattan bir kısmına “taabbüdî” denilir; aklın muhakemesine bağlı değildir; emrolduğu için yapılır. İlleti, emirdir. Bir kısmına “makul-ül mânâ” tabir edilir. Yani: Bir hikmet ve bir maslahatı var ki, o hükmün teşriine müreccih olmuş; fakat sebeb ve illet değil. Çünki hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir. Şeairin taabbüdî kısmı; hikmet ve maslahat onu tağyir edemez, taabbüdîlik ciheti tereccuh ediyor, ona ilişilmez. Yüzbin maslahat gelse onu tağyir edemez. Öyle de: “Şeairin faidesi, yalnız malûm mesalihtir” denilmez ve öyle bilmek hatadır. Belki o maslahatlar ise, çok hikmetlerinden bir faidesi olabilir. Meselâ biri dese: “Ezanın hikmeti, Müslümanları namaza çağırmaktır; şu halde bir tüfenk atmak kâfidir.” Halbuki o divane bilmez ki, binler maslahat-ı ezaniye içinde o bir maslahattır. Tüfenk sesi, o maslahatı verse; acaba nev’-i beşer namına, yahut o şehir ahalisi namına, hilkat-ı kâinatın netice-i uzması ve nev’-i beşerin netice-i hilkatı olan ilân-ı tevhid ve rububiyet-i İlahiyeye karşı izhar-ı ubudiyete vasıta olan ezanın yerini nasıl tutacak?
[15]

Dikkat edecek olursak Risale-i Nur’da Kur’ân’ın temel meseleleri için ‘maksad’ ıstılahını kullanılırken ameli meselelerde bunun yerine İmam Şatibî ve diğer ulemanın kullandıkları ‘maslahat’ tabirini birebir değişiklik yapmadan kullanılmıştır.

Ameli ibadetlerin illeti ile hikmeti arasında doğru bir ayrıştırma yapılmaması sonucu da önemli hatalar ortaya çıkabilmektedir. Onun için büyük hanefi alimi Molla Fenârî[16] (d.y. 1350- ö. 1481) gibi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri de böyle bir ayrıştırmanın gerekli olduğunu aksi takdirde pratikte veya cüzi meselelerde yanlış hükümlerin çıkarılabileceği uyarısını yapmışlardır.[17] Yani denklem yanlış olursa işlem hatalı sonuç verecektir. Örneğin seferde namazı kısaltmanın illeti veya sebebi ve hikmetinin ayrıştırılması gerekir. İllet sefer değil de zorluk olursa bu zorluğun takdir edilmesi zor olduğu için, illet sefer olarak belirlenir. Hikmet ise zorlukların izale edilmesi olarak izah edilir.

Peki illet ile hikmet arasında nasıl bir ayrıştırma yapılacak? Yani illetin illet olduğunu hikmet olmadığını nasıl anlayacağız?

Alimler illeti ‘şer’i hükümlerin kendisine dayandığı (hükümlerin varlık sebebi olan) ve zapt altına alınabilen zahiri vasıflardır.’[18] şeklinde tarif etmişlerdir. İbadetlerdeki ruhsatlarda asıl hikmet meşakkattir. Ancak her meşakkat anında ruhsata müracaat edilmez. Dolayısıyla bu meşakkatin kendisi zapt edilemez. Örneğin namazın kısaltılmasındaki ruhsata sefer illet diye konsa bu zapt edilebilir, ancak meşakket su-i istimale açık bir kapı gibi olduğu için esas alınamaz.

Netice olarak İmam Şatıbî’nin büyük bir itina ile hazırladığı el-Muvafakât adlı eserinde ortaya koyduğu Kur’ân'daki makâsıd meselesi Risale-i Nur’da da hayati öneme sahip bir merkezdedir. Risale-i Nur'da el-Muvafakât’dakinin aksine ağırlıklı olarak kelamî meselelerde makâsıd konsepti çok profesyonel ve ayrıntılı bir şekilde işlenmiştir. Marifetullah, muhabbetullah, Cenab-ı Allah’ın fiillerinden isim ve sıfatlarına en nihayet zatına intikal etme, tahkiki imanı elde etmenin yol ve yöntemleri çok mükemmel bir şekilde işlenmiştir. Bununla beraber içtimaî alandaki meselelere de el atılıp o alanla alakalı Kur’ân’ın maksadını belirleyen çok değerli ölçüler konulmuştur.

Örneğin ‘Rüyada bir hitabe’ adlı eserde hamiyet-i milliye ve hamiyet-i diniye karşılaştırılması yapılarak modern dönemin müslümanlarının neye öncelik verip neyi maksad haline getirmeleri tespit edilmiştir. Kitlesel bir şekilde hak ve hukukun heder edildiği bir dönemde, İslam dünyasında bile hakkın yerine kuvvetin esas alınıp istihsan edildiği ve kuvvet referansıyla oluşturulan kurtuluş/yükselme paradigmalarının yerine, Kur’ân'da maksud olan hak ve hukuk referansı temelinde geliştirilen bir paradigma etrafında İslam dünyasını motive edip, hassasiyet duygusunu kazandırmıştır.

اللهم أرنا الحق حقاً وارزقنا اتباعه وأرنا الباطل باطلاً وارزقنا اجتنابه امين

[1] Said Nursi, Sözler, s. 447.

[2] Muhammed Tahir ibni Aşûr, Makâsıduş-Şeriatu’l-İslâmiyye, s. 50.

[3] Ahmed bin Hanbel, Müsned, 13/468.

[4] Said Nursi, Sözler, s. 71.

[5] eŞ-Şatıbî, el-Muvafakât, 2/385.

[6] Said Nursi, İşaratu’l-İ’câz, s. 79.

[7] el-Ğazâlî, Şifau’l-Ğelil, s.160.

[8] El-Ğazalî, el-Mustasfâ, s. 1/287.

[9] El-Ğazalî, el-Mustasfâ, s. 1/286-293.

[10] Ahmed er-Reysunî, Nazariyyetul-Makâsıd, s. 29.

[11] Said Nursi, Muhakemat, s. 22.

[12] Said Nursi, Şualar, s. 257.

[13] Fahreddin er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, s. 5/122.

[14] Eş-Şâtıbî, el-Muvafakât, s. 2/472.

[15] Said Nursi, Mektubat, s. 565.

[16] Muhammed Şemsuddîn el-Fenârî, Fusûlu’l-Bedâyi fî usûli’ş-Şerâyi’, 2/371. (Osmanlı devletinin ilk Şeyhülislamıdır.)

[17] Said Nursi, Sözler, s. 649.

[18] İyâd es-Sullemî, Kitabu usûli’l-Fikhi, s. 146.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum