Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Halil KÖPRÜCÜOĞLU

Risale-i Nur’da dünyevîleşmek, kalbin mağlubiyeti-3

A-ÖNEMLİ SEBEPLER VE  ÇELDİRİCİLER-

Hatası ve çirkin neticeleri apaçık olan dünyevileşmeye temiz bir mizaçla, çok üstün özelliklerle ve akıllı bir varlık olarak yaratılan, eğitimle daha üstün hale gelen insanlar neden ve nasıl aldanıyorlar. Bunları sıralamaya, dünyevileşmeyle ilgili bazı önemli tespitler yapmaya çalışalım:

1- Belki en önemli sebep, insanın çok üstün özelliklerle yaratılması ve dünyanın güzelliğidir. Bediüzzaman’a göre:

a-“İnsan, cihazat ve âlât itibariyle çok zengindir. Yüz derece hayvandan daha ziyadedir.”; “insana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil; belki, pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmişler...(dir). (Sözler, 138)

(Fakat) “..ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer....”; (Sözler, 139)

Çünkü her gördüğü lezzetinde, bir elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi elem-i zevali, onun zevklerini bozuyor ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil. Elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir zevk eder. Ne geçmiş zamanın elemleri onu incitir, ne de gelecek zamanın korkuları onu ürkütür...”      (Age, 38)

 b-“İnsan, bütün hayvanlardan mümtaz ve müstesna olarak, acip ve lâtif bir mizaçla yaratılmıştır. O mizaç yüzünden, insanda çeşit çeşit meyiller, arzular meydana gelmiştir. Meselâ, insan, en müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” (İ.İcaz-1215)

Bediüzzaman bununla, yaratılışla beraber başlayan en büyük tehlikeyi de ortaya koyar. İnsan, yüksek kabiliyetleri gereği ihtiyaç duyduğu kaliteli ve güzel olarak yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçlarını güzel bir şekilde tek başına üretemez, elde edemez. Kabiliyetleri hepsine yetmez. Başka insanlar için de ayni şey söz konusudur. Karşılıklı yardımlaşmaya muhtaçtırlar. Fakat yaşaması için insana Allah tarafından verilen akıl, şehvet ve gadap kuvvelerine fıtri sınır konmadığından bu ihtiyaç temini esnasındaki değiş-tokuşta, başka ve yeni ifadesiyle fiyat ve ücretlerin belirlenmesinde, adaletten uzak ve sadece kendini düşünen bir tavır sergiler; dünya düzeni bozulur. Bu yüzden dünyaya, alem-i kevn’ü fesad da derler. Din, bunların ölçülü kullanışını “sırat-ı müstakim “ ile ifade eder. Tefrit ve ifrattan uzak bir orta yolu, yani vasatı, bütün tafsilatıyla, bu mânâda bulabilirsiniz. (İ.İcaz–1164)

Ancak sırat-ı müstakimde yaşamak öyle kolay değildir. Buna çare olarak; “Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. “ ve  “..ibadet, dünya ve âhiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maâde, yani dünya ve âhiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev'î kemâlâta vasıtadır...”diyen Bediüzzaman ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir. diye de ekler. Çünkü Bediüzzaman’a göre, saadetin temini  için adalete; bunun temini için de küllî bir akla  ihtiyaç vardır. Ancak bu küllî akıl da kanun şeklinde olabilir. O da dindir. Fakat o dinin icrası için peygamberlere ihtiyaç vardır. Peygamberlerin hâkimiyetini sağlaması ellerine verilen mücizelerle olabilir. Bununla beraber, Hâlikın emir ve nehiylerine itaatin temini için Sâniin azametinin zihinlerde tespiti şarttır. Bu tespit ancak imanî hükümlerin inkişafıyla olabilir ki bunun da gerçekleşmesi ancak tekrarla teceddüt eden ibadetle gerçekleşir. Açıkçası maddî-manevî mes’ut bir hayat için ibadet, şarttır.(İ.İcaz–1215) Gerçekten de kalpler ancak O’nun zikriyle tatmin olur. Allah’ı sevmek için verilen muhabbet duygusunu dünyaya hasredenlerin, dünyevileşenlerin, mes’ut olması asla mümkün olamaz. İbadetsiz etmeden, dünya saadetinin elde edilmesi imkânsızdır.

c-Bediüzzaman, bu mânâyı bir başka yönden kuvvetlendirmek için 6. Sözde, emanet olarak verilenlerin, sahibine satılması mânâsında, ayet-i kerimede geçen (9:11) bir ifade tarzını seçer. Emanetin, mülk sahibinin isteklerine göre kullanılmasının; dine uyan bir yaşayış olduğunu; onların (vücut, organlar ve bütün dünyevî nimetlerin) hem hâli hazırda elde kalması, bu arada bütün mütemmimiyle korunup muhafaza edilmesi, ücretlerinin, lezzetlerinin artırılması, hem de daha sonra ebediyen bize verilmesi anlamında olduğunu  harika bir izahla ortaya koyar. Dolu dolu yaşamanın Müslümancasını anlatır. Aklen, ilmen ve dinen, harika bir tarzda yaşamanın, dünyevileşmeden iki cihan saadetinin doğru versiyonu bu olsa gerektir.

2-Mü’minlerin zaman zaman mağlubiyetleri ve İman, İslâm dışında da zahiren görülebilen saadetler, muvaffakiyetler çok aldatıcıdır. Vazifelerin, mükellefiyetlerin olmadığı bir hayat insanı aldatır; tercih edilir. Halbuki İslam dışında sıhhatli ve daimi bir saadet mümkün değildir.

a-Bediüzzaman  :”Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir... her bâtılın her vesilesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galiptir. Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem daima değildir. Lâkin âkıbetü'l-âkıbe, her dem yine hakkındır...” der, bu aldatıcı halin perdesini kaldırıverir. Buna yeni fikirler de ekler :

Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.

Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir.

Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş'et etmek, öyle de, her dem sabit değildir.

Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.

Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.”(Lemaat–333)

(Her zaman müminde tamamen müminane sıfatlar, kafirde kafirane sıfatlar bulunmayabiliyor. Bir kafirde bazı sıfatlar imana ait, bir müminde bazı sıfatlar küfre ait olduğu halde bulunabiliyor. Mümindeki kafire, küfre ait sıfatların, tembelliğin, pisliğin, yalancılığın; kafirdeki, mümine, müminliğe, imana ait temiz ve doğru sıfatlara, çalışkanlığa, temizliğe, doğruluğa karşı mağlup olması söz konusu olur. Burada galip gelen kafir değil, kafirdeki mümine ait sıfatlardır. Diğer bir  ifade ile mağlup olan mümin değil ondaki kafire ait sıfatlardır.)

b-Bundan başka olarak, 13 ve 17.Lem’alarda da, dünyanın mahiyeti ve aldanma sebepleri bir doktora tezinden çok daha vasıflı bir tarzda ortaya konur. Bu bahislerde, inkâra rağmen ehl-i dünyanın nasıl yaşadığı, adem ve terkin kolaylığı ve adem ve terk ile bile nasıl büyük zararlar verilebileceği, nasıl büyük sonuçlar çıkabildiği; tasdik-i küfür ile tasavvur-u küfrün; adem-i kabul ile kabul-ü ademin ciddi farklılıkları, ehl-i dâlaletin zâhiri muvaffakiyetinin sebepleri, ehl-i dâlaletin çokluğunun önemli olmayışı ve onların dünyanın imarı için yaratılmış olmaları, mü’minleri şiddetle dünyaya sevk etmenin nelere mal olacağı, hırsın hasâret sebebi oluşu gibi çok meseleler büyük bir vukufla ortaya konur. Her biri ayrı bir yazının konusu olacak kadar detaylarla dolu olduğu için oraya havale etmekten başka çare yoktur.  (Lem.618/642)

c-Ayrıca, Bediüzzaman, küfrün divaneliğiyle ve dalâletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle, ebedî elmasları satın almak için verilen letâif ve istidâdât-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara” verirseniz; “Elbette ham cam ve câmid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en âlâ cam ve en eclâ cemed ...” alabileceğinizi anlatır.  İmanın ölçülerinden uzaklaşan “ ehl-i dalâletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi her şeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye bir sene inat eder.”diyerek işin devamını ortaya koyar. Sonuç olarak da : “..ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir....mü'minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi, ehl-i dalâlet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. “ diyerek gelinen vahim noktayı ifade eder. Her şeye rağmen muvaffakiyet, neye yarar. Mü’min “Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez” ise, inşâllah dünyevileşmekten sıyrılabilir.  (Barla- 1520)

3- İki tarafa da bakan bir hal, bir anlayış; insanları aldatan bir maglata, bir cerbeze tarzı, bir nefis ve şeytan taktiğidir. “Kuş isen uç.” diyenlere, kanatlarını kapatıp “deveyim” diyen;  maglatacı devekuşu; ”Deveysen o zaman yük taşı” diyenlere de, mükellefiyetten kaçmak için “Kuşum” diyebiliyor; başını gaflet kumuna sokuyorsa; avcılara koca gövdesini hedef eder, feci bir sonuçtan kurtulamaz.(13.Lem’a-623)

Aynen onun gibi, dünyevileşenler, “Kur'ân'ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp meşkûk bir küfre inmiş....Elhasıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve zevâli idam mânâsında gördüğü vakit, Kur'ân ve semâvî kitapların îmânün bi'l-âhiret'e dair kat'î ihbârâtı ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz. O vakit ona denilse, "Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir." O adam şekk-i küfrî cihetiyle der: "Belki yoktur. Yok için neden çalışayım....ona karşı küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. ....hayatta lezzet alır zannediyor. ... Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve muvakkattir.” Bediüzzaman, bu maglata ile ilgili olarak onlar için, “ hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa âhiret cehennemini andıracak, bu dünyada dahi mânevî bir cehennem azâbı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.” der. (623)

4-Aldatan sebeplerden birisi de herkesin ihtisası, branşı dışında da iddialı konuşması, ehl-i ihtisasa teslim olmaması; nefsine  mağlup olmuş kalbi sebebiyle, cerbezeci aklına aldanması,  kendi eksik ve yanlış mâlumatına tâbi olmasıdır.

a- Meselâ tesettür, konusunda: “Sokağa bile çıkmaya karşı olan anlayıştan, tahsil için, emre itaatsizliğin ızdırabını çekerek başını açabilir diye fetva veren ulema (!) var. Bu geniş bir spektrumda istediğimiz yeri seçebiliriz” diyen müthiş zekalar (!) artık asrımıza kolayca hükmediyor. Hatta branşları dışında olduklarını bile unutarak “Başörtüsüyle ilgili ayetler peygamber hanımlarını ve kızlarını bağlar, diğerlerine hüküm olamaz” diyecek kadar cahilâne ileri de gidebiliyorlar. Hatta tesettürle ilgili İslâmî ölçülerin, çoğu dünyevileşmiş insanın nazarında, unutulmuş gibi bir halde olduğu bile söylenebilir.

Cenab-ı Hak, müminler için “Varlıklarında da, yokluklarında da verirler.” derken; “Sen çalış ben yiyeyim” ; “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne “ (Sözler-184) zihniyetlerinin müthiş zararını,  Zekâtı emrederek; Fâizi yasaklayarak tedavi ederken; tamamen indî ve yanlış kanaatlerle buna uymayan,  “yavrusunu yemek isteyen kedinin, onu küle bulayarak fareye benzetip yemesi” gibi bazı mü’minlerin bin bir teville dinlememesine ne demeli. Dünyevileşmenin bu sath-ı mâili insanları, Rabbine karşı durma noktasına bile getiriyor denebilir. Hatta bir büyüğümün ifadesiyle “semaya karşı hırlayanlar” maalesef çoğaldılar.

Faiz meselesinde çok feci fetvalar var. Enflasyonun altında vs. gibi telâkkilerle cerbezenin zirvesindeki ulema (!), sınırları kaldırınca müminler kredi kartları ödemelerinde de gevşek ve rahat hareket etmekten çekinmiyor, faiz ödemekten korkmuyorlar. Kredi kartları meselesi de artık önemli bir yara. O kadar ki bütün şehirlerdeki yüzlerce avukat hemen hemen tamamen borcunu ödeyemeyen ve icraya düşen insanlar sayesinde geçiniyorlar. Büyük marketlerde, para ödemeden kart geçilerek yapılabilen ihtiyaç olmaktan uzak veya gücü aşan alışverişler insanları perişan ediyor. Burada da kalbin mağlubiyeti, değer ölçülerinin sarsılması, dünyevileşme çok tesirli. Zaruretin sınırları şimdi çok büyümüş. Artık nefsin bütün telleri tıngırdatılmalı anlayışı sınır tanımıyor.

b- Esasen  Bediüzzaman’a göre böylelerin içtihat yapıp fetva vermesi de mümkün değildir. “İçtihat kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye ...mâniler vardır. ...şu zamanın nazarı evvela ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor “..medeniyet-i Avrupanın tahakkümü...; “felsefe-i tabiiyenin tasallutu...; şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşması...” söz konusudur. Bu münkerat zamanı, âdât-ı ecânibin istilası ânı, bid’aların kesreti vakti, dalâletin tahribâtı hengâmı..” dolayısıyla “..kalb, hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş..” bulunduğundan böyleleri, dünyevileşenler içtihat yapamazlar. Yapsalar da içtihatları arzîdir, geçersizdir (27.Söz-212)

c-Mukayesede yanlışlık yapılmaktadır. Hal ve hareketlerimizin irdelenmesi o konudaki ilmi verilerle, o sahanın esasâtıyla yapılması gerekirken, başkalarının yaptığı yanlışları kendimize mesnet yapmak ciddi bir yanlış ve aldatmacadır. Birilerinin yanlışları bize hüccet olamaz. Bunu belli sahalarda muvaffak olanlar yapsa da, Mecelle kaidesine göre “Kötü emsal olmaz.”

5- Bütün dinlerin, İslâm’ın, dine uymayanların cezalandırılmaları ile ilgili söylediklerinin, çoğunlukla dünyada görülememesi, aldatıcılardan, çeldiricilerden bir başkasıdır. Bediüzzaman, O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemalden iki şer'î tecellî, vasf-ı iradeden gelen (irade sıfatından gelenmeşietle takdirdir. O da şer-i tekvînî.(Sünnetullah, âdetullah, tabiat kanunları) Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-i meşhure. (Kelâm sıfatından gelen Kur’an hükümleri) Teşriî evâmire karşı itaat, isyan nasıl olur; öyle de, tekvînî evâmire itaat ve isyan olur. (Tabiat kanunları  denilen Sünnetullaha da isyan ve itaat olur) Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür mücâzâtı, sevabı. İkincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker mükâfat ve ikabı.”diyerek cevap arayan aklımızı bu konuda ikna eder.(Lemaat-333) Zaten dinin söylediği gerekli cezanın dünyada her zaman ortaya çıkmaması veya perdeli oluşu, imtihan sırrı için adeta zaruridir

6- Sebeplerden birisi de cehalettir. İnsana verilen kabiliyetlerin geliştirilmemesidir. Nasıl ki hastalıkların ilaçları vardır. Hatta iyileştikten sonra da idame tedavisi için belli dozda da olsa, belki de devamlı bir surette ilaç kullanılması tavsiye edilir. Dünyevileşme hastalığı karşısında da en tesirli çare bu asrın idrakine ve ihtiyaçlarına cevap veren eserlerin bol bol okunmasıdır. En tesirli ilaç budur. Yemek yemek, nefes almak; yaşamak için nasıl zaruretse; kitap okumak da hayatî  öneme hâizdir; hava gibi, su gibi aslî ihtiyaçlardandır.

Çünkü Resul-ü Ekrem ASM. efendimizin ifadeleriyle "İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu; ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar." (20.Lem’a-662) Kurtuluş için önce doğruyu bilmeye, sonra bildiklerimizle amel etmeye ve bunu ihlasla yapmaya mecburiyet vardır. Bunları yapmamıza rağmen imtihan gereği tehlike devam etmektedir. Hatta nefsinizi öldürseniz bile, “Nefis, vazifesini bazı asap ve damarlara devrederek işini devam ettirir” Ömür boyu, doğruları bilmek, onlara ihlâsla tâbi olmak söz konusudur.

7- a-Kalbin mağlubiyetinde, dünyevileşmekte, insanın kendi yapısını tam tanımaması, bu konuda fıtratına uygun tedbirler alamaması da ciddi bir sebeptir. İnsanı dinlemeyen bazı latifeler, duygular vardır. Ayrıca, “Şeytanın en büyük desisesi kusurunu kabul ettirmemektir” (627)Ancak insan,  “İstiğfar ve tövbe “ ye değer verir, devam eder ise  “meyelan-ı şerri keser ve tecavüzâtını kırar”. Hatta daima, bu konudaki acz ve fakrını anlayıp, istiazeye ihtiyacını kabul eder ise “Dua ve tevekkül”e yapışır. “meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verir.” kurtulur. (13. Lem’a)

b-Ahlaki Eğitim için çalışanların, insan için önemli olan, hislere hitap etmeyi nazara almadan çalışması, eğitimdeki tesirsizliğin ciddi bir sebebidir. Hislere hitap, yakın gelecekteki tehlikeyi, dünyadaki elemi gösterebilmek, insan mizacında önemli ve çok tesirli bir husustur. Bediüzzaman, “...Bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin ....... azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla .... yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, "Cenâb-ı Hak Gafûrü'r-Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır" der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlûp olur.” diyerek bunu anlatır. Ve çare olarak “Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.” der ve ekler :”...Risale-i Nur, bu dünyada bir mânevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî elîm elemleri gösterip; hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahat ehlini ve dalâlete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor.”(15.Şua–1149)

8-Çok önemli sebeplerden birisi de inandıklarına, dine, tâbi olduğu değerlere kitab-ı kebir-i kâinattan tasdikler, takviyeler bularak fikriyatını, felsefesini güçlendirememesidir. Belki yüz yıldır fen ve felsefe zihinleri bulandırmış, inanç kaleleri sarsılmıştır. Fenlerin yeni ve tesirli bir yorumuna ihtiyaç vardır. Vicdân-ı umumî ciddi bir takviye beklemektedir.

Bediüzzaman, başta Ayet’ül Kübra,  Münacaat, 32. Söz, 33 Pencere, Tabiat Risalesi olmak üzere, birçok eserinde, fenlerin materyalist yanlış yorumlarının zararlı tesirlerine karşı Kur’an’dan, harika bir metot geliştirmiştir. Buna mânâ-i harfiyle bakmak der. (12.Söz) Her varlığa, her olaya Kur’an’ın, İmanın, İslam’ın  ölçüleriyle bakmayı, Allah adına bakmayı öğretir. Risale-i Nur’un hemen her tarafında bu bakışın birçok versiyonunu bizzat gösterir. Bu bakışta Resul-ü Ekrem ASM. ölçüdür. Olaylar yumuşar. Belalar mahiyet değiştirir. Dünyamız rahatlar. Ölüm bile terhise, tebdil-i mekâna döner. Artık ahiretimizi mahvetmek pahasına dünyevileşmeye, değer ölçülerimizden uzaklaşmaya ihtiyaç kalmaz. Dünyevileşmeden de dünya saadeti en üst seviyede elde edilebilir.

Felsefe gözüyle bakan bir seküler şahsın, aklına gelen, gözüne takılanlara muknî cevaplar, makul izahlar bulmasının imkânsızlığı; iman gözüyle ise her şeye tatmin edici cevaplar bulunabileceği, 29.Lem’ada, Elhamdülillah bahsinde öyle güzel anlatılır ki dünyevileşmekten nefret edersiniz.

21.Lem’anın, 4.Düsturunun sonlarında :“İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sânii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm'in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile…”diyerek de bu önemli fikrini daha da destekler.

9-Üstün özelliklerle yaratılan insanın dünyayı tamamen terk etmesi mümkün değildir. Her şeye ihtiyacı vardır. Her şeye sevgisi vardır. Fıtratına aykırı olarak “Bir hırka, bir lokma” denirse, dünyevileşmekten başka çaresi de kalmayabilir.  İnsan için adeta terk etmeden, terk etmenin bir yolu, zararına bulaşmadan beraberliğin bir tarzı olmalıdır. Çünkü Ashab-ı Suffa dışındaki sahabe normal bir hayat sürmüş, yemiş, içmiş, evlenmiş; ziraat, ticaret ve sanatla meşgul olmuş; ancak ahiretini zedelememiş, dengeli yaşamasının en güzel örneğini sergilemiştir. Bediüzzaman, Kur’an’ın feyziyle o tarzın bu asra uygun versiyonunu dillendirmiştir. Bu, “dünyayı kesben değil de kalben terk etmektir. (M.Nuriye-1329) O bütün fanilere, bütün dünyaya, her şeye tebeî olarak bakar. Onları kalbine koymaz. Dünyayı ahiretin mezrası olarak görür. O’na tâbi olursanız siz de dünyaya ait her şeyi, Allah’ın ikramları olarak değerlendirir; pencerelerden bakar, içlerine girmez, iki cihan saadetini elde edersiniz.

Birileri,”O kadar mübarek ki yemez içmez”,”Filanca melek gibidir; evlenmeyi hiç düşünmez.” diyebilir. Ama yememek, içmemek, karşı cinse hissiz olmak ve ciddi engeller olmadan, önemli gayeler için ve uygun mizaç söz konusu değilken evlenmemek dinen doğru olan şeyler değildir. Buna, dinde tefrit denir. Yemek için yaşıyorcasına aşırı yemek de doğru değildir; helâlı dışında ölçüsüz hislere mağlup olup ırz ve namusları payimal etmek de doğru değildir ki buna da ifrat denilir. “Eline vur, ekmeğini al; hiç kızmaz.” denilen tefrit içindeki insanlar dinen doğru bir davranış gösteriyor denemez. Kızmanın kızmamanın yerleri vardır. Kızgınlıkta aşırılığa kaçıp zalim, gaddar olanlar da ifratlarıyla dinen reddedilmişlerdir. Dinin istediği vasat olan, dengeli haldir. (İ.İcaz–1164)

İnsanın ve bilhassa gençlerin kendini büyük bir baskı altında tutmaları ve reaksiyonist bir tarzda helal dairedeki vasat olarak ifade edilen meşru ezvakta tamamen tecrit edilmiş bir tarz sergilemeleri, sofiyane yaşamaları normal değildir. Uzun süre fıtrata aykırı bu hayat tarzına herkes tahammül edemeyeceği için, daha sonra herçibat abat diyerek çok ifrat derecede dünyaya, lezzetlere koşturması kaçılamaz bir realite olur.

Yıllar önce pembeli morlu gömlek ve pantolonlarla garajda ortaokul çağında bir öğrenci grubu görmüş ve onların Kur’an Kursundan mezun olan öğrenciler olduğunu öğrenmiştim. Daha sonra idarî işlerine yardımcı olduğum bir Kur’an Kursunda öğrencilerin tabiî bir hayat yaşaması, fıtratları bozulmadan, baskı altında olmadan yaşamaları için çok ciddi şeyler yapmaya çalıştım. Bu yaptıklarım kursun bulunduğu caminin avlusunda namaz zamanları dışında top vs. oynamalarını, yatakhanelerde makul seviyede güreşmelerini, zaman zaman götürüldükleri piknik alanlarında kurtlarını döktürücü oyunlar oynamalarını sağlamak gibi zahiren basit şeylerdi. Ancak onların hayatlarında çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Konumuz bu olsa çok delillerle sizi ikna edebilirim. Yaratıcının fıtratımıza koyduğu latifelerin tabiî seyrinde ilmin ve dinin ittifak ettiği makul sınırlar içinde tatmin edilmemesi ruhî dengeleri alt üst ediyor; insanı ifrat yaşayışa itiyor. Büyüyünce muhakkak bir tarzda eksik kalanlar hayatında feci bir tarzda da olsa tezahür ediyor; hem onu hem çevresini üzüyor.

Hatta, Bediüzzaman’a göre “rızkın aşka lâyık bir sureti var dır. Ama bu, O’nu unutmamak, sebepleri hiç saymak şartıyladır. 32.Sözde (292)  bütün sevgilerin bu mizanla nasıl olacağı da ortaya konulur. Bediüzzaman ile eserlerinde muhatap olsanız, büyük ihtimalle dünyevileşemezsiniz. İktisat (657)ve Şükür (520) Risalelerinde O’nun nimetleriyle nasıl muhatap olunması gerektiğini anlar; şükür için yaratılışınızı idrak edersiniz. O’na göre: ”Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Mülkün sahibi size istediği kadar ve istediği tarzda verir. “Şükürsüzlüğün mizanı“da  “hırstır ve israftır, hürmetsizliktir.” Bunları idrak edince dünyevileşmek sizin için daha  da zorlaşır. Hele, helâl dairenin keyfe kafi oluşunu, harama girmeye hiç lüzum bulunmadığını anlayınca dünyada, dünyevileşmeden, cennetî bir hayat sürebilirsiniz.

10-Dünyadaki hastalık ve belâları, zahiren görülen adaletsizlikleri tevil edemediğimizden, gerçeğe uygun yorumunu yapamadığımızdan isyana, itiraza yeltenmemiz, hırslanmamız, sınır tanımamamız, hodgamlaşmamız, başka hukukları payimal etmemiz bunu hayatımızla ortaya koymamız da bir başka dünyevileşme sebebidir.

Bediüzzaman’ı takip ederseniz 24.Mektup (480) ve 25.Lem’adaki (693-698), merdiven ve terzi misalleriyle zihniniz, mülk sahibinin, mülkünde istediği gibi tasarruf edebileceğini kolayca kabul eder. Sizde yakîn hâsıl olur. Dünyaya, olaylara perdesiz bakarsınız. Öyle ki siz de, Hz. Ali gibi “Perde-i gayp açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek “ diyebilirsiniz. Böyle olunca göre göre, bile bile hata yapmanız artık oldukça güç olur. 

Ancak  Bediüzzaman’a göre bunun için “sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl..” lâzımdır. Yoksa siz; ”dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda ve “ muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin izle de bunu kavrayamazsınız. Uhrevi hayatla ilgili olarak  “çok yüksek ve çok geniş hakâike ve “hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına  sahip olma imkanı olduğu halde “sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl..” olmadığından ;“.. zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul ..”olduğunuzdan, dünyevileştiğinizden dolayı  “.. ulvî ve pek keskin zekâvetin”ize rağmen dürtülerinizin, nefsinizin tesirinden kurtulamazsınız. Bu virüs sizin de kalbinizi mağlup eder. (Barla- 1513)

Çünkü dünyevileşme zihinde başlar. Alem-i şahadet itikat dairesine tabidir. Herkes müşahedâtına tabidir. Önce zihnin düzeltilmesi, cüz-i ihtiyarın iyiye yönlendirilmesi önemlidir.

11-Bir başka sebep fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî “dir. İnsan, yüksek kabiliyetlerle yaratılmıştır. “En müntehap şeyleri ister, en güzel şeylere meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder, insaniyete lâyık bir maişet ve bir şerefle yaşamak ister.” İhtiyaçlarının temininde başkalarına muhtaçtır. O, başkalarıyla yaşamak mecburiyetinde olan sosyal bir varlıktır. Onlarla ürettiklerini mübadelede, bu günkü ifadesiyle fiyat ve ücretlerdeki adaletli bir dengenin sağlanmasında, diğerlerinin de haklarını muhafazaya mecburdur.

Bediüzzaman’a göre ”medenî-i bittab' olduğundan ebna-yı cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramağa mükellef tir,  ama,”..insanın âmâlini “ maalesef” fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî “ dağıtır. Diğer insanlarla ürettiklerini mübadelede, fiyat ve maaş tespitinde, onların da haklarını muhafaza için, adaletli bir dengenin sağlanması mecburdur. Ancak insanların, sadece kendilerini düşünmesi her şeyi alt üst eder. Bunun çaresi :"İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.”fikrini bir mücahid-i âlîhimmet olarak sırf kendini düşünen nefse karşı ortaya çıkarmaktır. Hem Sultan-ı Kâinat olan, her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında bulunan Cenab-ı Hak böyle yapanlara iki cihanın saadetini vaat etmektedir. (Münazarat–1958)

12- Tevekkül anlayışındaki yanlışlık da ciddi bir sebeptir. Mü’min, sebepler âleminde, sebeplere dikkat etmelidir. “Cenab-ı Hak, müsebbebatı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır.....daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imaniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder.(İ.İcaz–1162) Elbette esbap dairesi olan dünyada, sebeplere önem verilmeli ve onlara müracaat edilmelidir. Ancak, neticelerin, sebeplerden olduğunu kesinlikle düşünmemeli, her şeyi yaratanın, her şeyi verenin, Allah olduğu hiç akıldan çıkarılmamalıdır. Doğru tevekkül de zaten budur.

Esbap konusunda aldanmanın bir başka sebebi de vardır.” Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder.” (17.Lem’a, 13.Nota-653)

Sebepleri tesirli gibi yaratan Allah’tır. Ancak : “Cenab-ı Hak, müsebbebâtı esbaba bağlamakla, intizamı temin eden bir nizamı kâinatta vaz etmiş. Ve her şeyi, o nizama müraat etmeye ve o nizamla kalmaya tevcih etmiştir. Ve bilhassa insanı da, o daire-i esbaba müraat ve merbutiyet etmeye mükellef kılmıştır. Her ne kadar dünyada, daire-i esbâb daire-i itikada galip ise de, âhirette hakaik-i itikadiye tamamen tecellî etmekle, daire-i esbaba galebe edecektir.

Buna binaen, bu dairelerin her birisi için ayrı ayrı makamlar, ayrı ayrı hükümler vardır. Ve her makamın iktiza ettiği hükme göre hareket lâzımdır. Aksi takdirde, daire-i esbabda iken tabiatıyla, vehmiyle, hayaliyle daire-i itikada bakan Mutezile olur ki, tesiri esbaba verir. Ve keza, daire-i itikadda iken, ruhuyla, imâniyle daire-i esbaba bakan da, esbaba kıymet vermeyerek Cebriye mezhebi gibi tembelcesine bir tevekkülle nizâm-ı âleme muhalefet eder. (1162) Bu gözle bakmak doğru olandır.

27. Pencerede esbap ve müsebbebat hakkında daha geniş açıklamalar vardır. “Esbap, bir perdedir, müsebbepleri yapan başkadır. (33.Söz-312) O’na göre “asla tesiri olmayan sebeplere değil de hayatı verene perestiş etmek lazımdır.” Daimi, köklü saadet bununladır. Bu dünyevileşmekle değil mülk sahibinin emirlerine uyarak yaşamakla, bir diğer ifadeyle adeta uhrevileşmekle olur.

13- Bediüzzaman, sosyal hayatta iyi örnekler olmaması, hizmet iddia edenlerin hiç bir gayeyle bulaşmamış bir tarzda, tamamen sâfi olarak ortaya çıkmaması sebebiyle kötü durumda olan, fakat iyiyi algılamaya hazır insanların, kurtarılamadığını iddia ve ispat eder. “İnsaniyetin ekserisinin bu zamanda bir bataklığa girdiğini, bir kısmının sarhoşluk sebebiyle, o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırdığını, düşerek kalkarak gittiğini, ta boğulduğunu; ancak %80 ‘ninin bataklığı anladığını; ufûnetli, pis olduğunu hissettiğini; fakat mütehayyir olduklarını, selâmetli yolu göremediklerini “anlatır.

İşte bunlara karşı iki çare var” diyerek devam eder.”Birisi, topuzla o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir. Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki, o biçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur gösterilmiyor.” O’na göre onları bir elinde nur bir elinde sopa olanlar değil de iki elinde nur olanlar, tamamen sâfi olanlar kurtarabilir, ikna edebilir diyerek çok ciddi bir tespitte bulunur.(13.Mek.-367 ve 16.Lem.-636)

Hatta “Konuşan Yalnız Hakikattir” başlıklı mektubunda (1841); sadece kendi âhiretini düşünmemesi için,  Allah’ın, O’na çeyrek asırdır sürgünlerde ve hapislerde ömür geçirttiğini söyler. “Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi. Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannitlere kat'î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrit ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin.

Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüt eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i mâneviyesine karşı çıkan bir şahıs, en büyük mânevî bir mertebede bulunsa, yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: "O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı." Böyle der ve içinde şüphesi kalır.” der.

14-Din ve esasları yanlış veya eksik anlatılmakta ve algılanmaktadır. Makro alemde, yüz milyarlarca galaksideki yüz milyarlarca yıldızların harika faaliyetlerini; mikro alemdeki hala görülemeyen atom ve atom altı partiküllerin akıl almaz hikmetli işlevlerini, nükleer santral hüviyetindeki mitokondirilerin inanılmaz yapılarını, en gelişmiş bilgisayarların onlarca yılda yapamayacakları hücre zarındaki seçici geçirgenlik özelliğini, ihtimal hesaplarıyla imkansızlık seviyelerindeki amino asitlerden proteinlerin yapılması gibi sayısız icraatı yapan Cenab-ı Hakkın, insanın şahsî, kalbî ve sosyal hayatında da mesut olabilmesi için mülk sahibi olarak, mutlak kudret ve ilmiyle ortaya koyduğu esaslara DİN denir. Ona uymak da elbette akıl kârıdır.

Bunu İnsan, santral gibi, bütün hilkatın nizamlarına ve fıtratın kanunlarına ve kâinattaki nevâmis-i İlâhiyenin şualarına bir merkezdir. Binaenaleyh, insanın, o kanunlara intisap ve irtibat etmesi ve o namusların eteklerine yapışıp temessük etmesi lâzımdır ki, umumî cereyanı temin etsin. Ve tabakât-ı âlemde deveran eden dolapların hareketlerine muhalefetle o dolapların çarkları altında ezilmesin. Bu da, ancak o emir ve nevâhîden ibaret olan ibadetle olur.” diyerek de ifade edebiliriz. (İ.İcaz–1215) İslâm’a uymamak kesinlikle yanlıştır, zarara uğramaya sebeptir. Akla aykırıdır.

15- İslâm’ın ahlâkı dışında kalınırsa, ihtiyaç olmayan şeyler bile, ihtiyaç olur. İç güdülere esir olunur. Tabi ki bunların temini de, normal yollarla mümkün olamaz. Sınırlar zorlanır, zihinler dünyaya odaklanır. Dünyevileşmek mecburiyetinde kalınır. "Hem serbest hevânın tahakkümüyle, havâic-i gayr-ı zaruriye havâic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y, masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel, ferdi, şahsı fakir ahlâksız etmiştir. Kurun-u ûlânın mecmu vahşetini, bu medeniyet bir defada kustu!” hem de “bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış; onunu mümevveh saadete çıkarmış; diğer onu da, beyne beyne bırakmış. Saadet odur ki, külle, ya eksere saadet ola. Bu ise, ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur'ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.

16- Avrupalıların, Batılıların yapıları, dünyevileşmede Mü’minler kadar etkilenmeye bilir. Onlara bakıp öyle yaşamamız hata olur. Bediüzzaman’a göre “Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan Âhir zaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş.” (11.Şua, 3. Mesele–951)

Hem; “Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp, surî ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen, onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. / Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer./Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir; hırsızlar istifade edemezler.” der ve misâli açar:

İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslüman’dır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir edersin?

Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber ASM.’ın nurunu kalplerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâm’a bir nevi imanları ve Hâliklarına bir çeşit itikatları kalabilir.” diyerek bu önemli farklılığı açıklar. (24.Söz-159)

Ayrıca önemli bir konu daha vardır : "Bir asıldan tev'em olarak neşet eden eski Roma ve Yunan iki dehâları, su ve yağ gibi mürur-u a'sâr ve medeniyet ve Hıristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdetâ tenâsuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehâsıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz." diyerek de bunun bir başka yönünü anlatır.(Sünühat-2049)

"Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ıztırabı câ-yı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehâsıyla aşılanmaz, imtizaç etmez, bel' olunmaz, tâbi olmaz. diyerek de bu ahlaka karşı olmanın gerekçesini ifade eder.

17- Bu virüs kendini korumada eşsizdir. Yapılacak vazifenin farkına varanlar, bir vazifeli bulup, buna “Vazifeli” veya “Vakıf” namını takıp kendileri eğer keyfe mâ yeşâ bir hayata meylediyorlarsa, devam ediyorlarsa; adeta / Bir elinde cımbız, bir elinde ayna/Umurunda mı dünya / demeye başlanılıyor ise, dünyevileşme yine bir başka tarzda devam ediyor, bir başka tarzda hükmünü icra ediyor demektir ki Bediüzzaman ona da “Mâmehuran hırsızların sofi meşrep eden sır” ile çare üretmiştir.(Münazarat-1939)

Önemli vazifeler yetersiz kişilere bırakılmaz. Önemli vazifeler ancak kolektif bir çalışmayla yapılabilir ve kötülükler kesinlikle bu şekilde önlenebilir diye fikir beyan eder. Bunu formülize eder. Sürünün korunmasını bir çoban ve yetersiz, tembel muavini ve köpeğine bırakmanın meseleyi çözemeyeceğini, kurtları ve hırsızları beslemeden başka bir ise yarayamayacağını ortaya koyar. Asıl korumanın herkesin hanelerinden çıkarak yeterli araç ve köpekleriyle yapılabileceğini, bunun sonucunda aç kalan kurtların dağ değiştireceğini, hırsızların mecburen şehre inip sofi olacaklarını, belki basit gibi görünen bir hikâyecikle, yirminci yüzyılın hodgâm insanlarını irşat eder.

O zaten pek çok yerde de bu asırda, artık dertlerin büyük olduğunu;   ancak ekiple, şahs-ı maneviyle karşı konulabileceğini, ferdiyet asrının çoktan geçtiğini anlatır. Elbette bazı işlere sadece onunla ilgili vazifeliler bulunması çok güzeldir. Ancak onlar organizatör, şimendifer olmalı; konuyla ilgili diğerleri ise bir kenara çekilmemeli, sisteme dâhil olup vazifede mütemmim olmalıdırlar.

18-İnsanların  bazı önemsiz meseleleri zaruret gibi telakki ederek hatalı davranışlara yönelmeleri de onları aldatan ciddi bir durumdur. Bediüzzaman bunu Evet, elması bildiği (âhiret ve iman gibi) halde, yalnız zaruret-i kat'iye suretinde şişeyi (dünya ve mal gibi) ona tercih etmek ruhsat-ı şer'iye var. Yoksa, küçük bir ihtiyaçla veya hevesle veya tamâh ve hafif bir korkuyla tercih edilse, eblehâne bir cehalet ve hasârettir, tokata müstehak eder.” diyerek izah eder. (Kastamonu)

Çünkü; Bediüzzaman’a göre “...nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letâifi kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Cenab-ı Hak’ın bile, İbrahim Suresi: 3’te:  “Yestehibbûnel hayateddünya (Onlar dünya hayatını seve seve âhirete tercih ederler" ) dediğini hatırlatarak; “ Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor. Yani,” (bu asırda) kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş tir, der. (Kast-1612) Diğer bir ifade ile, bu asırda hayat-ı dünyeviyenin hayat-ı diniyeye galebe etmesi veya dünyevileşmek bir hayat tarzı haline gelmiştir.

Hatta, Bediüzzaman’a göre : “Hem nasıl ki bir cazibedâr sefihâne ve sarhoşâne şâşaalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.”

“Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda isrâfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayâtiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor. (Kast.-1612)

19- Medeniyetin ulaştığı yüksek teknolojik seviyenin yanlış değerlendirilip, yanlış kullanılması da önemli bir dünyevileşme sebebidir. “Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.”

“Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlâhiyyeyi bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi. Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.”

Bu hususa 20.Sözdeki Peygamber kıssalarındaki hikmetleri anlatırken de temas eder. Allah’ın, peygamberlerin mucizelerinden dersler alıp, yine O’nun kanunlarına uyarak, o mücizelere nazireler yapmaya teşvik ettiğini harika örneklerle anlatır. Fakat bu çalışmaları O’nu ve marziyâtını unutmamak şartı ile, adaletin temini, insanlığın saadeti için yapmaları gerektiğini, bir Kur’an hakikati olarak belirtir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum