Risale-i Nur perspektifinde rızk, şükür, kanaat, iktisat, bereket, hırs, tembellik ve israf kavramlarına bir bakış

İktisat, kanaat, rızık, şükür, tevekkül, bereket, istiğna cömertlik  gibi kavramlar ile hırs, tebzir, tama’, israf, cimrilik, zillet, tasannu, menfaat kavramlarının birbiriyle alakalı ve yek diğerini pozitif veya negatif etkilen kavramlar olduğunu görmekteyiz, bunlara asrımızın Kur’an tefsiri Risale-i Nur çerçevesinde bakacak olursak:   

Rızk :
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; bizi şükre, kanaate, iktisada vesile edecek rızıktır. Bediüzzaman Said Nursi, rızkın asıl kaynağı ve nasıl kullanılacağı konusunda bizlere ölçüler vermiştir. Bununla ilgili olarak; Cenab-ı Allah yaratmış olduğu tüm hayat sahiplerinin rızkını taahhüt altına almıştır diyerek rızkın iki kısımdan oluştuğunu; bunlardan birincisinin; insanın yaşaması için verilen hakikî ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbanî altında olduğınu belirtmiştir. Bunun yanında İkinci kısım rızkın ise; İtiyad, israf ve sû'-i istimalât ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun'î rızık olduğunu  bu kısım rızkın ; taahhüd-ü Rabbanî altında olmadığını, belki Allahın ihsanına tâbi' olduğunu, bunu bazen verdiğini, bazen ise vermediğini ifade eder.

Cenab-ı Allah tarafından bizlere ihsan edilen her iki rızıkta esas ölçümüzü yine Bediüzzaman  şu şekilde dile getirmektedir; “Bahtiyar odur ki; medar-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatla sa'y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızk için bir fiilî dua bilerek müteşekkirane ve minnettarane o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârane geçirir. Ve bedbaht odur ki; medar-ı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa'y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tenbelkârane ve zalimane ve müştekiyane hayatını geçirir, belki öldürür.”

Bediüzzaman Said Nursi, rızkın sadece mide için gerekli olmadığını, bunun yanısıra insanın sair duygu ve kuvveleri içinde geçerli ve gerekli olduğunu, “Nasılki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latîfeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm'den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Her birisine ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütelezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latîfelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder” demiştir. Ayrıca Rızk-ı helâlin iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmadığını , insanın çalışmasını ve sa'yini kabul eden bir merhamet sahibi tarafından verildiğini, insanın ihtiyacına acıyan hakiki şekkat sahibi tarafından ihsan edildiğini vurgulamaktadır.  

Şükür:
Allahın verdiği nimetlere karşı kalp, dil ve sair bedeni azaları ile memnuniyet göstermek, nimeti verene muhabbet etmek ve itaat etmek şükür olarak sayılmalıdır. Şükreden insan kendile verilen bir nimeti Allahın razı olduğu yerlere sarfetmelidir. Bediüzzaman Said Nursi; Enva'-ı zîhayat içinde en fazla rızkın enva'ına insanın muhtaç  olduğunu, Cenab-ı Hak insana hadsiz ihtiyaç vererek  bütün maddî ve manevî rızkın hadsiz enva'ına muhtaç olduğunu, buna göre, İnsanı, en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtasının şükür olduğunu, eğer şükür olmazsa, insanın esfel-i safilîne düşeceğini, rızkın aşka lâyık bir suretinin olduğunu, şükür ile o suretin göründüğünü, aksi takdirde ehl-i gaflet ve dalaletin rızka aşklarının bir hayvanlık olacağını ifade etmektedir. Ayrıca, şükrün mikyasının; kanaat ve iktisad, rıza ve memnuniyet olduğunu, şükürsüzlüğün mizanının ise; hırs, israf ve hürmetsizlik olduğunu, haram helâl demeyip rast geleni yemekten ibaret olduğunu belirtmektedir.

İktisad ve kanaat:
Halk arasında tutumlu olmak, itidal üzere bulunma, lüzumundan fazla ve noksan harcamadan kaçınmak olarak bilinir. Bediüzzaman Said Nursi; iktisadın terkedilmesi ile meydana gelecek tehlikeleri şu şekilde sıralar: Şimdiki medeniyetteki esas maksat olanın; istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviyenin bozulmaya yüz tuttuğunu, iktisad ve kanaat yerine israf ve sefahetin, sa'y ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meylinin üstün geldiğini, bunun sonucu olarakta biçare beşeri gayet fakir ve tenbel eylediğini, halbuki "beşerin saadet-i hayatiyesinin, iktisad ve sa'ye gayrette olduğunu ve bunu sağladığı sürece beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barış içerisinde yaşayabileceğini belirtmektedir.

İnsanoğlu beşikten mezara kadar Rezzak-ı Rahim tarafından kendine verilen iki kısım rızkı da kanaat ve iktisat içerisinde tüketmek durumundadır. Mademki rızk sadece mideye mahsus bir hediye-i Rabbani değildir, kendine verilen her nevi rızıkları; üstadın tabiri ile bu yüksek iktisatçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi sıradan şeylerle değil; bununla beraber fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi noktasında iktisad ve kanaat içerisinde bulunması gerekmektedir. Biz insanoğlu en çok israfı, Cenab-ı Allahın bize vermiş olduğu gıda nimeti üzerinde yapmakta olduğumuz bir gerçektir. Gıda ile yapılan israfların insanı bedenen ve ruhen bir çok felakete sürüklediğini görmek mümkündür.

Bediüzzaman hazretleri insan bedeninde kuvve-i zaikanın adeta bir telgrafçı olduğunu bunu telsiz ile baştan çıkarmamamız gerektiğini, Allahın hikmeti ve inayeti gereği gıdaları alırken ağız ve burnumuzun hudud karakolu görevi yaptığını, bir yandan sinir denilen muhbirleri koymuş, diğer yandan âlem-i sağir tabir edilen insan vücudunda damarları telefon, a'sabları telgraf hükmünde yaratmış, kokuyu telefon, tad alma kuvvesinide a’sablara telgrafcı gibi yardımcı memur olarak görevlendirmiş, Rezzak-ı Hakikî, erzakların ve yiyeceklerin üzerine rahmetinden renk, tad ve koku olarak bir tarife koymuş, bu tarife yardımıyla kendisini adeta ilan ederek her bir rızka muhtaç olanlara kendini davet ettiriyor ve çağırıyor, rızıklandırdığı tüm hayvanata birer zevk, tat ve görme duygusu vermiş, yiyecekleri muhtelif zînetlerle süsletmiş; hevaî gönülleri ve lâkaydları avutma ve tehyic ile cezbetmiş, ne zamanki yiyecek ağıza alındığında birdenbire kuvve-i zaika ve şâmme telefon ve telgraf ile gelecek yiyecekleri çeşit ve muhteviyatını haber verir, rızka muhtaç olan insana bedenin ihtiyaçlarına göre muhtelif olan yerlere gönderilir veya tersine red cevabı gelerek almaz, kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür, sana yaramayacak bu yiyeceği sırf zevkle seni baştan çıkarmasına müsaade etme, telziz ile aldatma der, bunu sonucunda insan doğru iştahın ne olduğunu unutarak, yalancı iştah hastalığına müptela olur, bu hatasının ceremesini rahatsızlanarak hastalık ve musibete maruz kalarak bir nevi çeker. Halbu ki hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan ortaya çıkar, Bu yeterli ve hakiki olan lezzetde hem fakir hemde zengin istifade noktasında eşittirler, bir liralık bir lezzet ile bir kuruşluk lezzet  bazen aynı yaraya ilaç olabilir demiştir.  

İslâm hükemasının Eflatunu ve hekimlerin şeyhi ve feylesofların üstadı, dâhî-i meşhur Ebu Ali İbn-i Sina, yalnız tıb noktasında demiş: "İlm-i Tıbb'ı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır, yediğin vakit az ye, yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme, şifa, hazımdadır, yani, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir." Yani vücuda en muzır olan, dört beş saat fâsıla vermeden yemek yemek veyahut telezzüz için mütenevvi yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.

Bediüzzaman Said Nursi : “Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa, ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler, yalnız, birkaç sâniye ağızda bir fark var, müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir” diyerek kuvve-i zaikaya önem vermememiz gerektiği, esas olanın bu nimetleri hazmedecek mideye değer verilmesi gerektiğini, israf edilmemesi gerektiğini vurgulamaktadır.

İhtiyaç :
Bediüzzaman Said Nursi eskiden, beşerin üç-dört şeye muhtaç oluduğunu, bu üç-dört hâcatını tedarik edemeyenlerin toplumun onda ikisini oluşturduğunu, şimdiki garb medeniyet-i zalime-i hazırasının sû'-i istimalât ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirmesiyle, görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki medenî insanların muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, bu zamanda yirmi şeye muhtaç olduğunu, bu yirmi hâcatını tam helâl bir tarzda tedarik edecek insanların ancak yirmide iki kişinin olabileceğini, geri kalan onsekiz kişinin muhtaç ve fakir hükmüne düşeceğini belirterek, bu medeniyet-i hazıranın insanları çok fakir edeceğini, sonuç olarak bu ihtiyaçları karşılamaktan yoksun olan beşerin zulme ve haram kazanmaya yöneleceğini, bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye ve çatışmaya teşvik edeceğini, hemen hemen her tarafta bu derd-i maişetin herkesi sarstığını, haliyle ehl-i dalaletin bundan istifade etmeye çalıştığı, ehl-i diyanet de kendini mazur zannetiği, zarurettir, ne yapalım? diyerek taviz verdiğini dile getirmektedir.   

İstirahat ve tembellik :
Bediüzzaman Said Nursi; bugün de en büyük problemlerimizden birisi olan, kullanmakta olduğumuz medeniyet-i hazıranın hârikalarının, beşere birer nimet-i Rabbaniye olması bakmından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde kullanılması gerekirken, şimdi görüyoruz ki: ehemmiyetli bir kısım insanları tenbelliğe ve sefahete ve sa'yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa'yin şevkini kırdığını ve sonuç olarakta kanaatsizlik ve iktisadsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevkettiğini dile getirmektedir. Buna bir örnek olarakta eskiden kullanılan, zamanın harika iletişim aracı olan radyonun büyük bir nimet olduğu, maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek şartı ile bir manevî şükür gerektirdiği, maalesef bu nimeti, beşerin beşte dördünün hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf ettiğini; bunun neticesi olarakta radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip, tembelliğe alıştığını, sa'yin şevkini kırdığını, insanlara asıl vazife-i hakikiyesini bıraktırdığını, bununla bereber çok menfaatli olan bir kısım hârika vasıtaların, sa'y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye kullanılması gerekirken, insanların, bunlardan ancak onda bir-ikisini zarurî ihtiyaçlara sarfederken, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbellik yolunda sarf ettiğini dile getirmektedir.

Medeniyet-i garbiye-i hazıranın, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyaçlarını ziyadeleştirdiğini, ardından iktisad ve kanaat esaslarını bozup, israf ve hırs ve tama'ı ziyadeleştirerek zulüm ve harama yol açmış olacağını, böylece beşeri vesait-i sefahete teşvik ederek o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atacağını, sa'y ve amelin şevkini kıracağını, beşeri hevesata ve sefahete sevk ederek ömrünü faidesiz boşa harcayacağını, ardından muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri hasta ederek, sû'-i istimal ve israfat ile yüz çeşit hastalığın sirayetine, intişarına vesile olacağını dile getirerek iktisad ve kanaatin esaslarının bozulmaması gerektiğini israf ve hırsın insanları fıtratından uzaklaştıracağını, ayrıca, işsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananların, ekseriyetle sa'yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çekeceklerini, işsiz insanların ömürlerinden ve vakitten şikayet edeceklerini; çabuk geçmesini istediklerini, bunun yanısıra sa'yeden ve çalışanın ise; şükür ve hamdedeceğini, ömrünün geçmesini istemeyeceğini belirtir.

İsraf:
Bediüzzaman Said Nursi; “İnsaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfat ile ve iktisadsızlık ve kanaatsızlık ve hırs yüzünden berekâtın kalkmasıyla ve fakr u zaruret-i maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalalet nazar-ı dikkati şu fâni hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celbetmiş ki; edna bir hâcet-i hayatiyeyi, büyük bir mes'ele-i diniyeye tercih ettiriyor.” diyerek israf, kanatsızlık ve hırs sebebiyle fakirliğin artacağını ve sonuçta insanların dünya hayatını ahirete tercih eder hale gelebileceklerini ifade etmektedir. 

Bediüzzaman Said Nursi, Hanımlar Rehberi adlı eserinde: “Hemşirelerim! mahremce bu sözümü size söylüyorum: maişet derdi için; serseri, ahlâksız, firenkmeşreb bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisad ve kanaatla, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev'inden kendinizi idareye çalışınız, satmağa çalışmayınız. Şayet size münasib olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşâallah rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz” diyerek bundan yarım asırdan fazla bir zamandan önce olabilecek tehlikelere karşı kadınlarımıza nasihatde bulunmuştur.

Bediüzzaman Said Nursi israfın kötü neticelerini, Hastalar Risalesi adlı eserinde şu şekilde dile getirmektedir: “Hâzık mütedeyyin hekimlerin tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli bir ilâçtır. Çünki ekser hastalıklar sû'-i istimalâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatiattan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim, elbette meşru bir dairede nasihat eder ve vesayada bulunur. Sû'-i istimalâttan, israfattan men'eder, teselli verir. Hasta o nasihate ve o teselliye itimad edip hastalığı hafifleşir,sıkıntı yerinde bir ferahlık verir”.

İktisadın toplumun her kesimi için gerektiği, şahsen, aile olarak, millet olarak, kurum olarak ve neticede devlet olarak İktisad etmeye mecbur ve mükellefiz. Bediüzzaman Said Nursi iktisadı terkedenler ile ilgili olarak azim tehlikelere düşeceğini şu şekilde ifade etmişlerdir: “İktisad eden, maişetçe aile zahmet ve meşakkatini çok çekmez. Evet iktisad, kat'î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar kat'î deliller var ki, hadd ü hesaba gelmez. Evet iktisad etmeyen, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe namzeddir. Bu zamanda israfata medar olacak para, çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesat-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para veriliyor. Demek manevî yüz lira zarar ile, maddî yüz paralık bir mal alınır. Evet, hangi müsrif ile görüşsen şekvalar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da, yine dili şekva edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen; şükür işiteceksin”. İktisadsızlık ve israfın dehşetli zararlarını bereket kalkmasıyla görmek mümkündür, zekat vermek ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekat vermemek, sebeb-i ref'-i bereket olduğuna hadsiz vakıat vardır”.

İstiğna :
Allahtan başka kimsenin minneti altına girmemek, elinin altında bulunanı kâfi görmek anlamına gelen istiğnayı Bediüzzaman Said Nursi veciz bir şekilde ifade etmiştir: "Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır." İşte şu zamanın insanları hırs ve tama' yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir bîçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer hâşâ ben kendimi sâlih bilsem; o alâmet-i gururdur, salahatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem âhirete müteveccih a'male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir” diyerek biz insanlara hırs ve tama’nın nazıl zarar verdiğni, istiğna düsturu ile hareket etmenin ne kadar erdemli bir davranış olduğunu, iktisad sarayına girebilmek için evvela istiğna denilen kapıdan girmek lazım geldiğini, bu sebeple iktisadla istiğnanın lâzımla melzum kabilinden olduğunu ifade etkemtedir.  

Hırs:
İnsanlar arasında aç gözlülük olarak bilinen hırsın vahim neticelerini Bediüzzaman Said Nursi şu şekilde ifade eder: “Hırs şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahib olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış ezilir. Çünki kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatından dolayı başlar üstünde uçar, kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlahî ile ihsan eder, yedirir. Hırs ve tama', za'f u fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyakârane vaziyet almaya sevkediyor” diyerek biz mü’minlerin, iktisad ve kanaat, tevekkül, kısmetine rıza ve izzet-i imaniye gibi güzel hasletler ile riyadan ve dünya menfaatleri için hodfüruşluktan kurtarmaya vesile olacağını ifade etmişlerdir. 

Bediüzzaman hazretleri bir defasında yanına ders almak için ziyarete gelen bir tüccarın kendisine vermeye çalıştığı hediye karşılığında şu ifadelere yer vermiştir :“Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatın için, menfaatımı terkediyorum. Çünki dünyaya tenezzül etmez, tama' ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tama' zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeğe cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte sana manen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatımı aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telakki ediyorum. Sen madem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatınızı menfaatıma tercih ediyorum, gücenme!” diyerek başkasının menfaatini kendi menfaatine tercih ettiğini, bu şekilde ilmin izzetini muhafazaya çalıştığını ifade etmişlerdir

Yine hırs ile ilgili olarak Bediüzzaman Said Nursi ulema ve umera arasındaki mecazi rızkın farkını şu şekilde bir misal ile aktarmaktadır: “İran'ın âdil padişahlarından Nuşirevan-ı Âdil'in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürücumhur'dan sormuşlar: "Neden ulema, ümera kapısında görünüyor da; ümera ulema kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkındedir?" Cevaben demiş ki: "Ulemanın ilminden, ümeranın cehlindendir." Yani; ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ulemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ulema ise; marifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürücumhur, ulemanın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikane cevab vermiştir”.

Bediüzzaman Said Nursi: “ İsraf, hırsı intac eder. Hırs, üç neticeyi verir” demiştir, buna göre hırsın meydana getireceği zararlar ve neticeleri şu şekilde sıralamıştır:
Birincisinin: “Kanaatsızlıktır, kanaatsızlık ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar, şükür yerine şekva ettirir, tenbelliğe atar ve meşru helal az malı terk edip gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arar, ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder. Buna günümüzde en çok müzdarip olduğumuz bir probleme dikkat çeker: “İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan "san'at, ticaret, ziraat" tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer”.
İkincisinin  neticesi: Haybet ve hasaret olduğunu belirtmekterdir.
üçüncüsünün : Hırsın ihlası kıracağını  ve amel-i uhreviyeyi zedeleyeceğini, eğer bir ehl-i takvanın hırsı varsa teveccüh-ü nası isteyeceğini ve sonuç olarakta tam ihlası kazanamayacağını belirtir.

Şükür:
Cenab-ı Allah tarafından bizlere verilen hadsiz rızıklara karşılık olarak şükür ve hamd içerisinde olmamız, hakiki iman ve halis bir tevhidi ancak şükür ile yakalayabileceğimizi ifade eden Bediüzzaman Said Nursi şükür ile ilgili olarak şu ifadelere yer vermektedir: ”Hem şükür içinde, safi bir iman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: "O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir" demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir imanı ve hâlis bir tevhidi, şükür ile beyan ediyor.” İsanoğlunun; “eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre kalbolur. Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın âkıbeti, muvakkat bir lezzetten sonra füzulâttır”.

Şükrün anahtarlarından birisininde oruç olduğunu dile getiren Bediüzzaman Said Nursi: “Oruç çok cihetlerle hakiki vazife-i insaniye olan şükrün anahtarıdır”, diyerek meşrü lezzetlere kanaat etmemiz gerektiğini, iktisad ve kanaatin, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i hareket etmek olduğunu, helal dairesinin insanın keyfine kafi geleceğini, harama girmeye hacet kalmayacağını,  İsrafın abesiyetin, faidesizliğin insanın fırtratında olmadığını, israfın ise Allahın ism-i Hakîm sıfatına zıd olduğunu, iktisadın ise onun lazımı ve düsturu-u esasisi olduğunu bize bildirmektedir.  

Bediüzzaman Said Nursi israf ve iktisad arasındaki ince münasebeti şu şekilde ifade etmektedir; “İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva'-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takib edebilir, ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Ne zaman ki insanın ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olursa ve lezzeti şükür için isterse, o vakit leziz şeyleri yiyebilir”.

İnsanoğlunun minnet almaması gerekir, Bediüzzaman Said Nursi; iktisad ile israf arasındaki bir başka ince detayı şu veciz ifadeler ile bildirmektedir: buna örnek olarak da; meşhur Hâtem-i Tâî'nin kıssasında geçen muktesid ihtiyarın dediği gibi: "Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım Hâtem-i Tâî'nin minnetini almam” diyerek kendisinden daha civanmerd ve aziz olduğunu göstermiştir. 

Bir başka misalde, bir sahabenin (r.a) alışveriş yaparken pazarlık etmesi, çarşıdaki vaziyetinin iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasından gelen bir halet olduğunu; aksine hısset olmadığını, hanesindeki cömertlik halinin, kalbinin şefkatinden ve ruhunun kemalinden gelen bir halet olduğunu, birinci ve ikinci halin ne hısset ve ne de bu israf olmadığını dile getirmektedir. “Cây-ı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları "hısset" ile ittiham ediyorlar. Hâşâ... İktisad, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür” diyerek, cimrilik ile tutumlu olmayı karıştırmamamız gerektiğini ifade etmişlerdir.  

 

İktisad, şükür, kanaat, israf ve hırs ile ilgili Risale-i Nurdan vecizeler:
-Hayırda ve ihsanda israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur.
-Kanaat, bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır.
-Hırs, bir maden-i hasaret ve sefalettir.
-İsraf, kanaatsızlığı intac eder, kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar;
-Hırs ve israf ihlası kırar, riya kapısını açar, hem kişinin izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.
-İktisad, kanaatı netice verir. kanaat, izzeti intac eder. Hem sa'ye ve çalışmaya teşci' eder.  
-iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. 
-Eğer malı çok seversen, hırs ile değil, belki kanaat ile malı taleb et, tâ çok gelsin.
-Hem en cüz'î işlerde de herkes hırsın sû'-i tesirini hissedebilir.
-Kanaat, ticaretli bir şükrandır;
-Rahat, zahmette; zahmet, rahattadır.
-İktisad, nimete güzel ve menfaatli bir ihtiramdır.
-İsraf ise, nimete çirkin ve zararlı bir istihfaftır.
-Eğer aklın varsa, kanaata alış ve rızaya çalış, hakkına razı ol, teşekki etme.
-Hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir.
-Tertib-i mukaddematta "tefviz" tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.
-Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir.
-Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.
-Kanaat, ticaretli bir şükrandır; hırs, hasaretli bir küfrandır.
-Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli, sanki yedimi düstur yapan; "Sanki yedim" namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi.
-Çok israflı adama "Eli deliktir" denilir, yani elinde mal durmuyor, akıyor, zayi' oluyor denir.

Özellikle ülkemizde ve Dünyada değişik zamanlarda yaşadığımız ekonomik krizleri dikkate aldığımızda iktisad ve kanaatin önemi bir kez daha ortaya  çıkarken, israfın ise milletleri felakete ve dilenciliğe düşüreceğini görmek mümkündür. Hele hele günümüz dünyasında dar gelirli ve gelişmekte olan bir ülkenin mensubu iseniz, pahalılık ile imtihan oluyorsunuz demektir, burada pahalılık ile mücade etmenin en tesirli yollarından biriside israfı önleyerek, gereksiz harcamaları kısmak, gelir ve giderleri denge içerinde tutmak, tasarrufu teşvik etmek olduğunu akıldan çıkarmamak gerektir. Atalarımızın dediği gibi her zaman ve zeminde ayağımızı yorganımıza göre uzatmamız lazımdır. İsraf ve kanaatsizliğin umumi musibetlere yol açacağı gözden ırak tutulmamalıdır, vaktiyle nice milletler var ki, israf yüzünden bir çok musibetlere maruz kalarak kıtlık ve varlık ile imtihan olmuşlardır. Cenab-ı Allah bizleri ve ülkemizi ve Alem-i İslâmı her türlü musibet ve sıkıntılardan muhafaza eylesin. Amin

Kaynaklar :
Bediüzzaman Said Nursi, Risale- Nur Külliyatı: 
Hanımlar Rehberi, sayfa, 15, Envar Neşriyat
Hizmet Rehberi, sayfa, 101, Envar Neşriyat
Şualar, sayfa, 172, Envar Neşriyat
Mektubat, sayfa, 14, 272,285, 366, 418, 477, Envar Neşriyat
Kastamonu Lahikası, sayfa,184, Envar Neşriyat
Lemalar, sayfa, 124, Envar Neşriyat
Kastamonu Lahikası, sayfa, 201, Envar Neşriyat
Emirdağ Lahikası, sayfa, 90, Envar Neşriyat

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.