Rahmetimizi dilediğimiz kimseye nasîb ederiz ve iyilik edenlerin mükâfâtını zâyi etmeyiz

Rahmetimizi dilediğimiz kimseye nasîb ederiz ve iyilik edenlerin mükâfâtını zâyi etmeyiz

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Yusuf Sûresi 51-57. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor

51 . (Mısır hükümdârı, o kadınlara:) “Yûsuf’un nefsinden murâd almak istediğiniz zaman zorunuz neydi?” dedi. (Onlar:) “Hâşâ! Allah için, biz onun hakkında hiçbir kötülük bilmiş değiliz!” dediler. Vezîrin karısı da dedi ki: “Şimdi hak ortaya çıktı! Onun nefsinden (asıl) ben murâd almak istemiştim. Ve şübhesiz o, gerçekten doğru söyleyenlerdendir!”

52 . (Yûsuf dedi ki:) “Bu (iftirânın anlaşılmasını talebden maksadım), gerçekten benim kendisine gıyâbında hâinlik etmediğimi ve hâinlerin tuzağını kesinlikle Allah’ın muvaffakiyete erdirmeyeceğini (sizlerin de vezîrin de) bilmesi içindir.”

53 . (Yûsuf dedi ki:) “Hâlbuki (ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir; ancak Rabbimin merhamet ettiği (koruduğu kimse) müstesnâ.(*) Şübhesiz ki Rabbim, Gafûr (çok bağışlayan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.”

54 . Hükümdar ise: “Onu bana getirin; kendime hâs (müşâvir) yapayım” dedi. Sonra onunla konuşunca: “Doğrusu sen bugün bizim yanımızda makam sâhibi emîn bir kimsesin!” dedi.

55 . (Yûsuf:) “Beni memleketin hazînelerinin başına getir! Çünki ben iyi muhâfaza eden, (idâresini) iyi bilen bir kimseyim” dedi.

56 . İşte böylece Yûsuf’a o yerde (Mısır’da) imkân (ve kudret) verdik. Oradan dilediği yerde oturuyordu. Rahmetimizi dilediğimiz kimseye nasîb ederiz ve iyilik edenlerin mükâfâtını zâyi‘ etmeyiz.

57 . Âhiret mükâfâtı ise, îmân edip (günahlardan) sakınmakta olanlar için elbette daha hayırlıdır.

(*) “Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm demiş: وَمآَ اُبَرِّئُ نَفْس۪ي اِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّٓوءِ [(Ben) nefsimi temize çıkarmıyorum. Muhakkak ki nefis, dâimâ kötülüğü emredicidir.] Evet nefsini beğenen ve nefsine i‘timâd eden (güvenen), bedbahttır (talihsizdir). Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. (...)

Fakat bazen olur ki, nefs-i emmâre (kötülüğü emredici nefis), ya levvâmeye (kendini çokça kınayan bir nefis mertebesine) veya mutmainneye (tatmîn olarak nefsinin fenâlıklarından kurtulmuş bir nefis mertebesine) inkılâb eder (döner); fakat silâhlarını ve cihâzâtını a‘sâba (sinirlere) devreder. A‘sâb ve damarlar ise, o vazîfeyi âhir ömre (ömrünün sonuna) kadar görür. Nefs-i emmâre çoktan öldüğü hâlde, onun âsârı (eserleri) yine görünür. Çok büyük asfiyâ ve evliyâ (Allah dostları) var ki, nüfûsları (nefisleri) mutmainne iken, nefs-i emmâreden şekvâ (şikâyet) etmişler. Kalbleri gāyet selîm ve münevver (nûrlanmış) iken, emrâz-ı kalbden (kalbî hastalıklardan) vâveylâ (feryâd) etmişler. İşte bu zâtlardaki, nefs-i emmâre değil, belkia‘sâba devredilen nefs-i emmârenin vazîfesidir. Maraz (hastalık) ise kalbî değil, belki maraz-ı hayâlîdir (hayâlî bir hastalıktır).” (Mektûbât, 26. Mektûb, 127-128)