Rabbim, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihân ediyor!

Rabbim, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihân ediyor!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Neml Suresi 34-41. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

34 . (Melîke:) “Şübhesiz hükümdârlar bir şehre girdikleri zaman orayı harâb ederler ve halkının şerefli kimselerini zelîl kılarlar. Evet böyle yaparlar!” dedi.

35 . “Doğrusu ben ise, onlara bir hediye gönderen (önce iyilikle mukābele eden), daha sonra o elçilerin ne ile (nasıl bir netîce ile) döneceğine bakan (ve artık ona göre hareket edecek olan) bir kimseyim.”

36 . Nihâyet (elçiler hediyelerle) Süleymân’a gelince, (Süleymân) dedi ki: “(Siz) bana mal ile yardım mı edeceksiniz? Hâlbuki Allah’ın bana verdiği (ni‘metler), size verdiğinden daha hayırlıdır! Hediyenizle ancak siz sevinirsiniz!”

37 . “(Ey elçi!) Onlara dön; (eğer Müslüman kimseler olarak bana gelmezlerse) artık şübhesiz öyle ordularla onlara geliriz ki, onların buna karşı mukāvemetleri yoktur. Ve kendilerini mutlakā zelîl ve küçük düşmüş kimseler olarak oradan çıkarırız.”

38 . (Elçiler gittikten sonra müşâvirlerini topladı ve:) “Ey ileri gelenler! (Onlar) Müslüman kimseler olarak bana gelmeden önce, hanginiz onun tahtını bana getirebilir?” dedi.

39 . Cinlerden bir ifrît: “(Sen, daha) makāmından kalkmadan önce, ben onu sana getiririm; ve hakîkaten ben, buna gerçekten gücü yeten, (ve bu hususta) güvenilir biriyimdir” dedi.

40 . Yanında kitabdan bir ilim bulunan zât (Âsaf bin Berhıya): “(Senin) göz açıp kapaman (esnâsında, henüz nazarın) sana dönmeden önce, ben onu sana getiririm” dedi. (*) (Süleymân) birden onu (o tahtı) yanına yerleşivermiş olarak görünce: “Bu, Rabbimin bir lütfudur! Tâ ki şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni imtihân ediyor! Hâlbuki kim şükrederse, o takdirde ancak kendisi için şükreder; kim de nankörlük ederse, artık şübhesiz ki Rabbim, Ganî (hiçbir şeye muhtaç olmayan)dır, Kerîm (çok cömert olan)dır” dedi.

41 . (Ve devamla) dedi ki: “Onun tahtını, kendisine tanınmaz bir hâle getirin; bakalım (tanımaya) muvaffak olacak mı, yoksa doğruyu farkedemeyenlerden mi olacak?”

(*) “(Âyet) işâret ediyor ki: Uzak mesâfelerden eşyâyı aynen ve sûreten (maddesiyle veya sûretiyle) ihzâr etmek (getirmek) mümkündür. (...) Taht-ı Belkıs (Sebe’ melîkesi Belkıs’ın tahtı) Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyâhut sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. (...)

Cenâb-ı Hakk, şu âyetin lisân-ı remziyle (işâret diliyle) ma‘nen diyor ki: Ey benî-Âdem (Âdemoğulları)! Bir abdime (kuluma) geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adâlet-i tâmme (tam bir adâlet) yapmak için, ahvâl ve vukūât-ı zemîne (dünyadaki hâllere ve hâdiselere) bizzât ıttılâ‘ veriyorum (haberdâr ediyorum) ve mâdem her bir insana fıtraten (yaratılıştan), zemîne bir halîfe olmak kābiliyetini vermişim. Elbette o kābiliyete göre rûy-i zemîni (yeryüzünü) görecek ve bakacak, anlayacak isti‘dâdını (kābiliyetini) dahi vermesini, hikmetim iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden) vermişim. (...) Öyle ise, şu azîm (büyük) ni‘metten istifâde edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazîfe-i ubûdiyetinizi (kulluk vazîfenizi) unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemîni, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz.”(Zülfikār, 25. Söz, 81-82)