Peygamberimiz Efendimizin Refik-i Alaya çağrılması

İskender Pala‘nın eşsiz romanı Türk romanının yüz elli yılının yüz akı. Bülbülün Kırk Şarkısı, Muhammed romanının kapanış, clozing bölümü Naat adını alır. Efendimizin vefatını anlatır, seremonikal bir ölümdür. 22 yıl bir öksüz ve arkasında dünyevi bir nüfuzu olmadan çocuklarını diri gömen bir toplumdan varlığın ve yaratılışın gayesini mantıki ve tedrici bir mücadeleyle dini mübini dünyaya hakim kılmıştır. Dünyada hiçbir zaman ve hiçbir yerde bu kadar harika, kalpleri ve akılları teshir eden bir din yayılmamıştır. Bu bir inkılab-ı azimdir, gerçekleştiren ve gerçekleştirdiği benzersiz bir tebliğdir. İskender Pala eserinde bu irtihalı bütün canlılığıyla anlatır:

"Hac tamamlanmıştı. Mekke'ye son bir kez bakıp oradan ayrıldığında, hicret ettiği zamanki bakışını hatırladım. En az onun kadar hüzün doluydu. Mekke'de son ziyaret ettiği yer, kendisine ilk inanan kişi, müminlerin ilki sevgili eşi Büyük Hatice'nin kabri olmuştu. Onu çok özlediğini hissettim. İçim burkuldu. Veda vakti yaklaştı demekti. Arafat sırasında vasiyetini de yapmış sayılırdı. Dostum İbrahim ile anlaşmamızı hatırladım ve derhal şarkılarımı saydım. Evet ya, sıra kırkıncıdaydı. Göz yumup açıncaya kadar bana verilen saa­detin sonuna gelivermiştim. Allah'ım!.. Zaman ne çabuk da geçmişti. Şikayet değil maksadım; alemlerin en güzel gülüyle geçen bunca hatıradan sonra asla şikayet değil. Lakin ayrılık...

Ah ayrılık... Arkadaşlarının hiçbiri onunla benim geçirdiğim zaman kadar uzun zaman geçirmemişlerdi. Tam altmış üç yıl her yerde, her zaman takip etmiş, yanında olmuştum. Be­ nimle bu hususta olsa olsa Ebu Bekir yarışabilirdi. Diğerleri ise ancak sayılı birkaç yıldan bahsedebilirler. Rengiyle boyandığım, kokusuyla yandığım güzeller güzeli gidecekti demek?

Elbette üzülecektim, hatta herkesten çok üzülecektim. Ebu Bekir'in bile onun ayrılığından benim kadar etkileneceğini zannetmiyorum. Eşi Aişe? Hayır, hayır!.. Belki kızı Fatıma? Çünkü o gülümün yaşayan tek evladı, ciğerparesi, birtanesi, yeganesi, canı... Gülüm, Baki Kabristanı'nı ziyarete gittiği gece yarısında, kendimi Fatıma ile özdeşleştirmeye ve hislerimi onun hisleriyle ölçmeye bu yüzden karar verdim. Ayrılığını en derinden hissettiğim zamandı çünkü o.

Huyuydu, yatsıdan sonra yatar, gecenin ikinci yarısında ibadet için yeniden kalkardı. O gece biraz erken uyandı ve hizmetinde bulunan Abdullah'a katırını eyedemesini söyledi. Dediğine göre ölülere dua etmesi emredilmişti. Beraberce Baki Kabristanı'na vardılar. Ben de terennümlerimle onlara eşlik ettim. Gülüm kabirlerin başında tek tek durdu, her biriyle görüşüyormuş gibi konuştu ve dualar etti. Kabir aleminin ve öte dünyanın nasıl olduğunu anlamaya çalışıyordu zannederim. Kendisine bir ev ve ev için geçit beğenir gibiydi. İçinde ebedi kalınacak bir yurt. Birden irkildim. Çünkü ben dünyalık idim. Onunla bu geçitten sonra devam edemeyecektim. Dilim lal oldu, şarkım kesildi. Özellikle de Abdullah' a halini açıkladığı anda:

"Dünyanın bütün zenginliklerini, uzun bir hayatı ve so­nunda cennete girmeyi de; Rabbimle hemen buluşmayı ve cennete hemen girmeyi de seçebilirim!"

Konduğum mezar taşından yuvarlanamazdım. Allah ile hemen buluşmayı seçeceğini biliyordum. Uzun bir hayatı seçmesi için Abdullah'ın yalvarmalarının boşa gideceğini de. Nitekim hemen o sabah şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı.

Mescidde saf tutan müminlere, kıyamda veya rükuda, secdede veya kaidede ağrının şiddetiyle kıvrandığını asla hissettirmiyordu. Hatta namaz sonrası kendisini dinleyenlere ölüm hakkında nasihatte bulundu. Vaziyeti ilk anlayan Ebu Bekir oldu; gözlerine yaşların dola gelmesinden çıkardım. Gülüm bunu fark edince ashabına Ebu Bekir'i öven sözler söyledi. Bu sefer de ashabı durumu kavradılar:. Ayrılık, ah ayrılık! O sırada kimisinin buna inanmak istemediğini, kimisinin "O bir peygamber, niye ölsün ki?" diye itiraz ettiğini, münafıklardan birinin de "Halı işte bak, peygamber olsaydı ölmezdi!" diye fitne çıkarmayı planladığını görüyordum. Ağlayanların sayısı artınca, cennette bir havuzun başında tek­ rar buluşacakları müjdesini dillendirdi:

"Sanır mısınız ki ben ölümde sizin sonuncunuzum; haberiniz olsun, ben sizden önceyim. Sizler art arda birbirinizi öldürür cemaatler halinde beni takip edeceksiniz! "

Her kemalin bir zevali, her güzelliğin bir sonu, her doğanın bir ölümü oluyordu. Acılı yürekler, maalesef o anda söylediğinin ne derece şiddetli bir ikaz olduğunu, birbirini öldürme zilletini fark edemediler. İçinin bu müstakbel acıyla yandığını hissettim. Benimle birlikte herkes onun gideceğine yanarken, o kendinden sonra ümmetinin halini düşünerek üzülüyordu. Fatıma'nın kapısına koşmak istedim. Beş çocuğunun elinden tutsun, gülümün yanına varsın, çocuk­ları kucağına gönderip biraz gönlünü hoş etsin, içini açsın istiyordum. Hasan henüz sekiz, Hüseyin yedi, Ümmügülsüm beş; Zeyneb üç ve Rukayye de iki yaşlarındaydı. O anda fark ettim, meğer ince ve narin Fatıma üç ablasının ismini üç kızında yaşatmak istemişti. Gülüm buna çok memnun olmuş­ tur diye düşündüm. Ama asıl Hasan ile Hüseyin'i görmekten sevinç duyduğunu ve onlarla oynadığı zamanki neşesini hatırlıyordum.

Fatıma onları alıp yanına varırsa biraz ferahlar, yine oyunlar oynar, hatta ölümüne üzüleceklerini hissederek belki tercihinden vazgeçer diye umutlanıyordum. Ne de olsa Fatıma onun neslini devam ettiren bir nur yumağı, kendisinin dünyada bıraktığı son çiçeğiydi. O doğduğunda gülümle beraber sevinmiş, Ali'yle evlendiğinde mutlu olmuştum. Buna karşılık o babasıyla çok defa üzülmüş ve ağlamıştı. İlk gözyaşları, yediği bir tekmenin ardından henüz küçücük bir kız iken akmıştı. Kabe hareminde, azılı müşriklerin sev­gili babacığını yakasından tutup sıkıştırdıkları vakit. .. Onu korumaya çalışırken... Babasına hissettirmemeye çalışmış­tı ama o günden sonra çocuk ruhunun her şeyi anladığını ben biliyordum. Gülümün üzerine deve işkembesi koyduk­ları günden itibaren minicik yüreği olanca sevgisiyle, baba­sını koruması için Allah'a durmadan dua etmiş, ona yardım edemediği için sabahlara kadar gizli gizli ağlamıştı. Şimdi babacığının dayanılmaz baş ağrısını ona duyurursam, gü­lümden ayrılmayı geciktiririm sanıyordum. Fatıma yanına gelince yanıldığımı anladım. Evet, ben kırkıncı şarkıya hazırlanmalıydım. Çünkü gideceği yerde daha sevgililer vardı besbelli, özledikleri vardı ve orada daha mutlu olacaktı. Değil mi ki görev tamamlanmış, vahiy sona ermişti. Mirac'ın iştiyakı hala gönlünde miydi, hala maverayı mı özlüyordu, bilemiyordum, ama ertesi gün başka bir şeyi bildim. Meğer Hayber'de ısırdığı zehirli kuzu kolunun acı tadı hala dama­ğındaymış. Dilinin üzerindeki küçük kızarıklık, büyümek için meğer yıllardır bu anı beklemiş. Çünkü ağrısı gitgide artıyordu. Daha da artacağa benziyordu. O sıradan bir kul değildi, belki yirmi erkeğe bedel bir bedendi. O halde yirmi kişinin ağrısına maruz kalacaktı. Galiba ağrı denilen şey, hiç kimsede, gülümde olduğu kadar ağır olmamıştı.

Aişe'nin hücresinde istirahate çekildi. Böyle zamanlar için Aişe ona herkesten daha şefkatli ve sevgiliydi, her dedi­ğini yapar, her nazım çekerdi. Fatıma da yanındaydı üstelik. Ben penceresinde ağlıyordum, o döşeğinde terliyordu. Ateşli bir humma. Nefes borusu tıkanmış gibiydi. Sesi boğuluyor­du. Ateşin harareti o derece yüksekti ki, sanki boşlukta asılı bir kovadan üzerine yeknesak aralıklarla su damlıyormuş gibi durup durup beliriyordu. Fatıma sokuldu:

"Babacığım. Rabbin seni geri çevirmez, acaba şifa bulman için dua etsen?!.."

Zorlukla cevap verdi:

"Bize ibtila böyle ağırlaştırılır, ecrimiz de kat kat verilir. İnsanların en ağır ibtilaya uğrayanları peygamberlerdir. Sonra derecelerine göre onlardan sonra gelenlerdir."

Aişe başını göğsüne aldı ve onu kollarıyla sardı. Yıllar­ca gülüm Aişe'yi böyle himaye etmiş, korumuştu ve şimdi o aynısını gülüme yapıyordu. Bir şefkat kucağının ne olduğu­ nu anladım. Fatıma o güne kadar Aişe'yi hiç kıskanmadığı halde o gün kıskandı. Hatta hiç kimseyi bu derece kıskan­madı. Allah'ın kutlu elçisi onun bağrına başını yaslamış ola­rak ruhunu teslim edecekti. Bu ne büyük bir bahtiyarlıktı. Ama hayret, o bahtiyarlığın sahibi içinden neler geçiriyordu. "Acaba Hatice sağ olsaydı, Allah'ın elçisi benim kucağım ye­rine onunkini mi tercih ederdi? Yoksa beni bırakıp ona mı gitmek istiyor?" Aişe'ye Hatice'yi kıskandığı için hak verdim.

Seven her kadın aşktaki rakibi hakkında böyle düşünürdü. O anda sahip olduğu nimet ve baht hiç kimseye nasip olmasa bile... Ve Fatıma'yı da anladım. Neden babasını kollarında tutmak istediğini... İkisine de hak verdim. Elbette her kadın hayat arkadaşı ve eşi göğsüne başını yaslamış olarak ölsün isterdi. Gülüm ise eşlerin en şereflisiydi.

Nur neslinin sadefi, ondan sonraki her gün tekrar tekrar gülümün odasına geldi, her defasında ağlayarak yanından ayrıldı. Aişe'den fırsat buldukça onu kucaklıyor, bağrına ba­sıyordu. Anlıyordum ki kokusunu nefesleniyordu. Bana ben­zemişti. Gül kokusunu o da hissediyordu. Bir ara bunu için­ den geçirdiğini bile fark ettim:

"Güzel babacığım, ne de tatlı gül kokuyor, galiba cennet kokuyor!"

Aişe özlemin derecesini anlamıştı; Fatıma ne vakit yanına gelse nöbetini ona vermeye başladı. Ama Fatıma babacığının bedenini bağrına yasladıkça humma ateşinin kendi bedenini de yaktığını hissetti, onu serinletecek bir çare bulamadığı için kahroldu. Bir ara sevgili babacığının mübarek başı göğ­süne düşüverdi. Sanki bütün gök onun başıyla birlikte bağrına yaslanmış, sanki bütün yıldızlar tomur tomur olup alnına birikmişti. Kainatın olanca ağırlığını kucağında hissetti. Derinlerden nefes almaya ve bir ıstırabı ilmik ilmik dokumaya başladı. Acı çektiği her halinden belliydi. Ama hiç ağrı ve sı­zısını dışa vurmadı. Sadece bir kere, içinden geçeni farkında olmadan sesli düşündü:

"Vay benim güzel babacığım, vay mübarek babacığımın çektiği ıstırap!"

Gülüm hiç tereddütsüz mukabelede bulundu:

"Bugünden sonra babanın üzerinde hiç ıstırap kalmaya­cak benim güzel kızım, tatlı kızım. Kıyamete kadar hiç kimseyi hayatta bırakmayacak olan ölümün baban için vakti gelmiştir. Öldüğüm vakit 'Hepimiz Allah'tanız, yine O'na döneceğiz' deyip sabret. Sakın ağlama!"

Ağlamamak mümkün müydü? Kim babasını kaybeder de ağlamazdı? Gülümün kast ettiği ağlama içerideki acıya göz­ yaşı dökmek değil, kendini kaybedecek derecede ağlamayı bir vaveylaya ve herkesi ayağa kaldıracak yasa dönüştür­mekti. O biraz da "Kızım, kendine mukayyet ol, sabır ve ta­hammül göster!" demek istemişti. O tahammül gösterdi ama yerine ben ağlamaya başladım. Ya nasıl ağlamazdım ki?

Rabiülevvel ayının on ikinci gecesindeydi. Goncamı dün­ya gözüyle ilk defa görmüştüm. Şimdi de Rabiülevvel'in on ikincisi başlamak üzereydi ve yüzüne dünya gözüyle son ba­kan yine ben olmak istiyordum.

Baki Kabristanı'na gidişin sekizinci günüydü. Başlangıçta mescide devam etmiş, ashabıyla konuşmuş, hasta da olsa namaz kıldırmıştı. Üç gün evvelki yatsı vaktinde ise artık mağara arkadaşı, "İkinin İkincisi", Sıddık olan Ebu Bekir'in kendi yerine imam olmasını buyurdu. Ve bu sabah da mescide gidemedi. Oysa namaz için "gözümün nuru" diyordu. Namazsız olmazdı.

Gün boyunca herkes veda ziyaretine gelip helalleşti. Ya­nından çıkanlar güneşin rengini hep solmuş görüyorlardı. Sonuncu ziyaretçi de odadan ayrıldığında Aişe, gülümün ba­şını göğsüne koydu, "Seni seviyorum, seni seviyorum" diye tekrarlayan kalp atışlarıyla baş ağrısını tedaviye çalıştı. Se­kiz gecedir bunu yapıyordu. Aişe gülüm için, gülüm de Aişe için bir sığınaktı. Ve şimdi sığınaktan ayrı düşme vaktiydi. Çaresizlik kolunu kanadını kırmıştı, çareler aranıyordu. Bir şeyi hatırladı. Vaktiyle kendisi hastalanmış, gülüm de sağ eliyle onun yüzünü sıvazladıktan sonra "Ey insanların Rabbi!" demişti, "Rahatsızlığı gider, şifa ver. Şifa veren Sen'sin, Sen'in şifandan başka şifa yoktur, hastalık bırakmayan bir şifa ver!" Aişe o gün kısa sürede sıhhatine kavuştuğunu ak­lından geçirdi ve sağ eliyle gülümün yüzünü kavradı. Gülüm onun elini çekiverdi:

"Hayır, Aişe, böyle deme. Ben Refik-i A'la'yı, en Yüce Dost'u isterim; Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim. Ey Allah'ım! Beni yarlıga, bana rahmetini ver!"

Aişe'nin eli düşüverdi. Bütün bedenler topraktı, onunki kimya idi. Bütün kullar bigane, o mahrem idi. Aişe kimyasız ne yapardı? Aişe mahremsiz ne yapardı? Elinden sonra bede­ni bir külçeye döndü. Üzülmemesi ve onun gidişine kendini inandırması gerekiyordu. Gittiği yerden değildi üzüntüsü, yalnız gitmesindendi. Kendine mukayyet olmalıydı. Birden onu artık göremeyeceğini düşündü. Ağladı, ağladı, ağladı... Ben de ağladım:

"Karanlık gönüllerin çerağıdır o, nurunu alıp götürecek üzerimizden
Mucize kaftanını giyinen sultandır o, hükmünü çekecek üzerimizden
Hak cemalinin aynasıdır o, görüntüsünü gizleyecek bizden
Dünya denen sadefin dürdanesidir o, inci kayıp gidecek elimizden."

Aişe'nin yanakları ıslak, benim bağrım kan idi. Gülümün yüzünde tatlı bir tebessüm, elini yukarılara kaldırdı. Bir yer­leri veya birini işaret eder gibiydi. Dilindeki kelimelere dikkat ettim:

"En yüce Dost'a!.. En yüce Dost'a!.. En yüce Dost'a!.. "

Bunu kaçıncı söyleyişindeydi bilmiyorum, dünya çevremde dönmeye, her şey devrilmeye başladı. Gökler karmakarışıktı. Işık kalmıyor, yer savruluyordu. Gülümün sesini duyuyor­dum, gittikçe kısılıyordu. Çevremde ağlama sesleri vardı ve sevinç sesleri. Dünyadakilerle cennettekiler arasında bir ça­tışma sanki. Mübarek ağzından çıkan kelimelerin kanatlanıp yukarılara doğru uçtuklarını görüyordum. Bir ara bütün dik­katimi toparlayıp gülüme baktım. Üzerinde belden aşağısını saran bir örtüyle yama üstüne yama vurulmaktan keçeleşmiş bir hırka vardı. Aişe telaşla çırpınıyordu. Ötelerde, maverada sevinenler vardı, şenlik gibi, karşılama gibi... Bir oraya, bir buraya tekrar tekrar baktım. Odada hiçbir şey kıpırdamıyordu. Kendimi kaybetmemeliyim, kendimi kaybetmemeliyim... Kendimi... Ama... Ne... Yoksa! .. Yoksa!.. Gülüm so-so-soluy... Kulağıma sesler çalınmaya başladığında gözlerimi aç­makla açmamak arasında şüphedeydim. Açıp da kimi göre­cektim ki. Gülüm solduktan sonra dünya neyimeydi. Şu alem o var iken ne güzeldi, şimdi o yoksa, var olan her şey yok olsa neydi? Kulağıma tekbir sesleri çalınmaya başladığında içi­ me bir teselli doldu. "Tekbirler, salavatlar, şehadet kelimeleri var ise gülüm de var sayılır" diye mırıldandım ve gözlerimi açtım. Melekler çevresini almışlardı ve bugüne kadar duy­madığım bir övgü işitiyordum:

"Sallallahu ala Muhammed Sallallahu aleyke Ahmed."

Mescidden yükselen bir sesin meleklerin sesine karıştığını duydum:

"Allahümme salli ala seyyidina ve nebiyyina Muhammed"

Başımı kaldırmaya çalıştım. Kanatlarının beni artık taşımayacağını düşünüyordum. Varlık sebebim gitmişti. Mescid tarafından uğultular duyuyordum. Ölmeyi istedim. Gözlerimi yumdum. Derken Ömer'in heybetli sesiyle irkildim:

"Vallahi Allah'ın elçisi ölmedi. Vallahi gönlümden öyle geçer ki, Rasulullah ölmedi, Allah onu muhakkak diriltecek de 'O öldü!' diyenlerin elleri ve ayaklan kesilecektir!"

Başımı gülüme çevirdim. Yüzü bir bezle örtülüydü. Ve Ebu Bekir gülümün başucunda yere çömelmek üzereydi. Ne kadar baygın kaldığımı o vakit kestirebildim. Bir habercinin Medine dışına gidip Ebu Bekir'i çağırmış olması lazımdı. Çünkü o günlerde şehir dışında konaklıyordu. En az iki saat. Gülümün sadık dostu, mağara arkadaşı sevgili Ebu Bekir gülümün yüzündeki örtüyü açtı. Üzerine kapandı, hem öpüyor, hem ağlıyordu.

"Vah benim dostum, vah benim güzidem!.. Sen sağ iken de güzeldin, ölü iken de güzelsin!.."

Ebu Bekir uzunca bir müddet gülüme medhiyeler söyledi. Bazısını keşke yıllar önce söyleseydi de ben de şarkılarımın arasına katsaydım diye hayıflandım. Ömer mescidde, hala gülümün ölmediğini haykırıyordu. Ebu Bekir biraz sakinleşince gülümün yüzünü kapatmak istedi ve onunla son defa konuştu:

"Anam babam sana feda olsun, ya Rasulallah! Vallahi Allah sana iki ölüm vermeyecektir. Sana takdir edilen bu ölüm geçidini atlamış bulunuyorsun!"

Ardından dışarıya çıkıp Ömer'i susturdu:

"Yemin eden adam, sakin ol!.. Yemin eden adam, sakin ol!.. "

Sonra herkesi susturup uğultuların kesilmesini istedi. Sükuneti sağlayınca da söze başladı:

"(...) Velhasıl bilin ki aranızda kim Muhammed'e tapıyorsa Muhammed ölmüştür. Ama kim de Allah'a kulluk ediyorsa, Allah diridir, asla ölmez. Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geriye eski dininize mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükafatlandıracaktır."

Medine'de kimse gönlünde elem ve ıstıraptan başka bir şey hissetmiyordu. Kimisi gülümün irtihaline, kimisi vahyin kesilişine ağlıyordu. En çok ağlayan da Fatıma ile Aişe'ydi. Aişe, gün yüzünü çevreleyen gece renkli saçlarını okşaya ok­şaya ta gömülünceye kadar onun mübarek başını kucağında tutmaya devam etti. Fatıma da durmadan mersiyeler okudu:

"Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babam, vay babam
Ey makamı Firdevs cennetinde olan babam, hay babam
Ey Rabbin davetine uyup giden babam, vay babam
Ey Cebrail'in bize vefatını haber verdiği babam, hay babam, vay babam, ey vay babam!.."

Ali, mübarek bedeninden gömleğini çıkarmadan cenazesini yıkadı. Herkesin sıcaktan yandığı günlerde bile kardan daha soğuk, miskten daha kokulu ellerini göğsünde bağladı. Bu, gülümü yakından son görüşümdü. Ölümsüz bir varlıkmış gibi genç görünüyordu. Göz çevresinde bir tek kırışık yoktu. Siyah saçları ve sakalı hala capcanlı idi. Fil yılından bu yana geçen altmış üç yılın ancak yarısını yaşamış kadar zindeydi. Zannederim teker teker cenaze namazını kılan erkekler, kadınlar ve çocuklar da onda benim gördüğüm gençliği görüyorlardı. Kabri, Allah'a yürüdüğü, canını Azrail'e teslim ettiği yere, hücresine kazıldı ve ertesi çarşambanın gece yarısında defnedildi.

Her şeyi baştan sona görenim ben. O günü ve öncesini, daha öncesini. Gidişi ve daha sonrasını da... Ali'nin mescid avlusunda "Allah elçisinin kime bir vaadi, bir borcu varsa bana gelsin!" diye nida ettiğini... Sonra da üzgün ve peri­şan, gülümün mahremi, azatlısı Enes'i yanına alıp Fatıma'yı teselliye gittiğini... Hiç unutmam, Fatıma'nın göz pınarları çoktan kurumuş, çocuklarıyla birlikte ağlıyor, gözyaşları hıçkırıklarla yarışıyordu. Gözlerinin kararıp kararıp gittiği bir andaydı. Uzaktan gelen gölgeleri seçebildiği sırada ko­casına sordu:

"Hasan'ın babası! Allah elçisini gömdünüz mü?"

"Evet, ey mübarek elçinin kızı, gömdük!"

Fatıma bu haberle içinin boşalıverdiğini hissetmişti. Boğazı düğümlendi, boğulur gibi oldu. Derin bir nefes alıp kendine gelince Ali'ye söyleyemediğini Enes'e söyledi:

"Eneees! Enes!.. Rasülullah'ın üzerine toprak saçmaya gönlün nasıl razı oldu Enes!"

Enes zaten kendini zor tutuyordu. Hıçkırıklar arasında kekeledi:

"Vallahi Fatıma, üzerime varma. Ve vallahi bütün ömrümce, babanın Ebu Bekir'le gelip Yesrib'e girdiği günden daha ziyalı ve daha güzel olan bir gün görmemiştim. Medine, onu toprağa verdiğimiz bugünden daha karanlık, daha ağır bir günü de görecek değil!.."

Ertesi gün öğle vaktiydi. Medine, gözyaşları içinde mescide yığılmıştı. Kimsenin yanındakine bir şey söylemediği, söyleyemediği, dokunmadığı, hatta bakamadığı bir zamandı. Bilal ezan okumaya başlamıştı:

"Allahu Ekber! .. Allahu Ekber! .. Allahu Ekber! .. Allahu Ek-ber!..
Eşhedü en la İlahe illa'llah... Eşhedü en la ilahe illa'llah... Eşhedü enne Mu..."

Bilal'e baktım. Herkesin baktığı gibi. Bağazı düğümlendi. Sesi titredi. Dudağını ısırdı... İnsanları çağırmalı, namaza davet etmeliydi. Ama hayır, yapamadı... Devam edemedi... Hıçkırmaya başladı... Herkes hıçkırmaya başladı... Boğuluyordum. Artık dayanamayacaktım. Medine'den alıp başımı gitmeyi ilk o anda düşündüm. Gidip kendime huzur içinde ölebilecek bir yer seçmeliydim. Dostum İbrahim ile yaptığımız anlaşma gereği şarkılarım tamamlanmıştı. Gülüm gitmiş, geriye dünyalıktan bir silah, bir boz katır ve Allah yolundan vakfettiği bir küçük arazi parçasından gayrı bir şey bırakmamıştı. Zırh gömleği de bir Yahudi'de otuz ölçek arpa karşılığında rehin bulunuyordu. Medine'de bunların başını bekleyip durmanın anlamı yoktu. Üstelik her görüşümde ağlayacak olduktan sonra.

Sonra birden gülümün asıl mirasını düşündüm; Kitap ve sünneti. Kendisine inanan herkesin or­tak mirası olan Kitap ve sünneti!.. Kendime baktım. Dünyalıktan güzel tüylerim, nadide yakışıklılığım, güzellerden güzel sesim vardı ama bunlarla övünülmezdi ki! .. Hepsi geçiciy­di. Belki gülüme adanmış kırk şarkı! Kalıcı olan, bütün bül­büllere miras bırakacağım kırk şarkı. Falanca yerde mamur bir yuvam yoksa ne çıkardı; gülümün aşkıyla şeydalanırken yuva da neydi? Bir yuva yerine onun kalbine girmek yetmez miydi? Gülümün kalbinden güzel yuva mı bulunabilir?

Kalemlerin kalktığı, sayfaların kuruduğu demler gelmişti, anlıyordum. Hazine toprağa, cevher madene, gül tohuma, kul Allah'a... Elçisi ve habibinin yanında bulunmaklığımın yüzü suyuna istediğim kabul görürdü belki... Gülümün ve dostu­mun adını birlikte anarak yakarına vaktiydi:

"Ey insanların Rabbi! Ey meleklerin ve cinlerin Rabbi! Ey bitkilerin, hayvanların ve cansızların da Rabbi!.. Ey bütün yaratılmışların Rabbi!.. Ey bülbüllerin de Rabbi!.. İbrahim Halilullah'ın bereketi ve kurbanı için... Muhammed Habi­bullah'ın rahmeti ve şanı için..."

Ben bülbülüm. Eğer bugün bahçenizde bir yerlerde size kırk birinci şarkıyı söylüyorsam, bilin ki yine gülümü anlatıyorumdur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum