Özgürlük mü kölelik mi?–I

Bu sorulara cevap vermeden önce, konunun anlaşılmasına yardımcı olacak bir girizgâh yapmakta fayda mülahaza ediyoruz.

Dilbilimcilerin kullandığı  “Semantik” diye isimlendirilen bir terim var. İfadelerin felsefi ve mantıksal yönlerini inceleyen bu bilim dalının bizdeki karşılığı “anlambilim” veya “ilm-i maani”dır. 

Semantik bilim dalının öncelediği konulardan biri de,  bir kelimenin, bir kavramın zaman içerisinde kazandığı yeni anlamalarını tahlil etmektir. Bu bilim dalının gösterdiğine göre, bazı kelimler, bazı kavramlar zamanla asıl anlamlarının dışında, hatta tam tersi manalarda dahi kullanılabilirler. Sanırım bu kelimelerden biri de bu yazının konusu olan özgürlük kavramıdır. Özgürlük veya bizim kendi kültürümüzün lisanıyla hürriyet kavramı, bu asırda gerçek anlamından kaydırılan kelimelerin başında geldiğini düşünüyoruz. 

Bilindiği üzere, özgürlük veya hürriyetten maksat, bir kısım insanların diğer bir kısım insanların istibdat ve tahakkümünden azade kalmalardır.  Yani insanın insana kul olmaması, köle olmaması manasına gelir hürriyet.  Bu gün ise, hürriyet kavramı –bilerek veya bilmeyerek-tamamen bir kısım insanın, diğer bir kısım insanların bir şekilde ortaya koyduğu emirlerine göre hareket etme mecburiyeti olarak değerlendirilmektedir.   Faşizm, Kominizim, Kapitalizm gibi beşeri “izim”lerin hepsi bu tür bir istibdadı ön görmektedir.  Buna mukabil, insanlara kul köle olmaktan uzaklaşıp da, yalnız Allah’a kul olmayı tercih edenlerin davranışları bir esaret olarak lanse edilmeye çalışılır.

Bu yanlışları düzeltmek için özgürlük ve köleliğin kriterlerini doğru tespit etmek gerekir. İnsanın neye göre özgür, neye göre esir ve köle olacağını incelemeden bu konuda söz söylemek de fazla bir şey ifade etmeyebilir. Bu sebeple, önce hürriyet ve esaretin neye göre tahakkuk edeceğini analiz etmek ve bundan çıkan sonuca göre geçerli bir tanımı getirmekte fayda vardır. Evrensel bir kabulle diyebiliriz ki, özgürlükten söz edildiği zaman ilk akla gelen insanın din, vicdan ve düşünce hürriyetidir. Bu açıdan bakıldığı zaman, insanın din-vicdan ve düşüncesini neye bağlarsa hürriyet, neye bağlarsa esaret olacağını tespit etmek gerekir.  İnsan, yaratılışının gereği olarak fıtratında yer alan ve kendisinden büyük bir varlığa tapmak, perestiş etmek, bağlanmak, karşısında eğilmek, emir ve yasaklarına uymak, dediklerine kulak vermek gibi bir duygu taşımaktadır. O halde, denilebilir ki, insanın esaret ve hürriyetinin tespitine yardımcı olan kriterlerin başında, onun fıtratındaki bu deruni hisler, vicdani duygular gelir.

Beşer vicdanı, beşer üstü bir varlığa tapmaya, sözünü dinlemeye can atar. Çünkü onun vicdanının ta en derin köşelerinde yer bulmuş biri istinat, bir de istimdat noktaları denilen iki kuvvetli ve yanılmaz duyguları vardır. Bu iki duygu, yüce yaratıcı tarafından insanın maddi-manevi bünyesinin temel harcı olarak fıtratına konulan nihayetsiz bir acizlik ve sınırsız bir fakirlik halinden kaynaklanır. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “İnsan denilen bu sarayın cevherleri; bir kısmı âlem-i ervahtan, bir kısmı âlem-i misalden ve Levh-i Mahfuz'dan ve diğer bir kısmı da hava âleminden, nur âleminden, anasır âleminden geldiği gibi; hacatı ebede uzanmış, emelleri semavat ve arzın aktarında intişar etmiş, rabıtaları, alâkaları dünya ve âhiret edvarında dağılmış bir saray-ı acib ve bir kasr-ı garibdir.” (Lem'alar, 135 ).

Bu sayısız ihtiyaçlarına rağmen, insanın ne bunları telafi edecek maddi bir sermayesi ne de manevi bir gücü vardır.

Durumu bundan ibaret olan insanın bu acizlik ve fakirlik yaralarını tedavi etmesi, ancak sonsuz kudret, merhamet, ilim ve hikmet sahibi bir mabuda istinat etmek, ondan istimdat etmek; yani: ona dayanmak, ondan medet istemekle, onun nazar-ı merhametini kendine celp etmekle, ona kul olmakla mümkündür. Acizliğin esiri, fakirliğin kölesi durumunda olan insanın bu esaret ve kölelik zincirini kırıp özgürlüğe kavuşmasının yegâne çaresi, onun bu haline vakıf, bu dertlerini tedavi edebilen, mutlak kudret sahibi olan hakiki mabudun kapısında kul ve “bende” olmaktır. Çünkü insanın fıtratındaki acizlik ve fakirlik realitesi, onu ister istemez bu dertlerine deva gördüğü her kapıya sığınmaya sevk edecektir. Eğer her şeyin üstesinden gelen ve bu iki yaraya merhem sürmeye kadir olan gerçek güç ve kuvvet sahibi ve insanın yaratıcısı olan hakiki mabuda sığınıp ona bende olursa dünya ve ahrette mesut olur.

Zira-Üstadın da ifade ettiği gibi- insan, nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde, sermayesi hiç hükmündedir. Keza, nihayetsiz musibetlere maruz olduğu halde, iktidarı hiç hükmünde bir şey... Âdeta sermaye ve iktidarının dairesi o kadar dardır ki sınırları ancak elinin yetiştiği yere kadardır. Buna mukabil, emelleri, arzuları, elemleri ve belalarının dairesi, gözün, hayalin yetiştiği yere kadardır ve pek geniştir.  Bu derece aciz ve zayıf, fakir ve muhtaç olan insan ruhu için Allah’a kul olup ibadet etmek, ona güvenip tevekkül etmek, tevhid inancına bağlı olarak onun yegâne sığınılacak kapı olduğunu düşünmek, yalnız onun şefkat ve merhametine, lütuf ve inayetine ve hıfz-u himayesine teslim olmak, ne kadar azim bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, akılsız olmayan idrak eder (Sözler, 19 ). Çünkü eğer bu aciz ve fakir ve muhtaç insan, Allah’ın dergâhına sığınmak yerine başkalarının kapısına yönelirse bu takdirde, hakiki bir mabuda bedel, kendisine hiç bir faydası olmayan milyonlarca korsan mabuda kul ve köle olmak zorunda kalır.

Aslında insanın fıtratı tapma duygusunu tatmin etmek için daima hakiki mabudu arar durur. Şu var ki, bazen yolunu şaşırır, yanlış yola sapar, yanılgıya düşer, yanlış mabutlar edinmeye başlar. Hz. Âdem’den beri, istisnasız bütün insanlar, fıtratlarındaki bu tapma, bu kul- köle olma duygusunu tatmin eme adına-kendi inancına göre- insanüstü kabul ettiği aşkın bir varlığa tapmışlardır. Allah’a tapmış, aya-güneşe tapmış, yıldıza tapmış, ateşe tapmış veya taştan, ağaçtan yapılan putlara tapmış, ama mutlaka bir şeye tapmışlardır. İnsanlık camiasının psikolojik ve sosyolojik bir realitesi olan bu tapma duygusunun tezahürleri, insanın vicdanında bir kulluk, bir kölelik, bir bendelik dürtüsünün varlığını ve bu dürtünün yerine getirilmesiyle insanların tatmin olduğunu, huzur bulduğunu, mutlu olduğunu göstermektedir. İnsan fıtraten hakka âşıktır, hakkı aramak, hakkı bulmak, hakkın yanında yer almak, onunla dost olmak ister. Ancak talihsiz bir kazanın sonucu olarak hakkı kazarken batıl/yanlış gelip kucağına düşer, o da onu hak zannedip koynunda saklar. İşte o zaman her şeye dilencilik eder, her kapıya koşar, her gördüğüne tapmaya başlar, milyonlarca esbaba kul-köle olur, hürriyetini bütün bütün kaybeder.

Hakiki hürriyet, ancak hakiki mabuda tapmakla elde edilir

Evet,  hakiki hürriyet, ancak gerçek mabuda bağlanmakla tahakkuk eder. İnsanlar tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren Allah’ın elçilerinin rehberliğinde hakiki mabuda tapmış ve bu fıtri tapma duygularını tatmin ettiklerinde de mutlu, huzurlu olmuşlardır. Elçilerden uzak kaldıklarında veya onları dinlemedikleri zamanlarda bu duygularını yanlış yoldan-deyim yerindeyse- korsan yollardan, yanlış mabutlara tapmak suretiyle tatmin etmeye çalışmışlardır.

İnsanın fıtratındaki bu duygunun tatmin edilmesi, meşru yoldan doğru mabuda tapmakla tahakkuk ederse, buna gerçek hürriyet demek gerekir.  Çünkü insanda bu duyguyu yaratan Allah’tır ki, hakiki mabud odur. Hakiki mabuda tapmak fıtrata uygun bir tapmak olduğu gibi, Allah’tan başkasına tapmak ise gayr-ı meşru bir kulluktur. Çünkü işin temelinde yanlışlık vardır, vicdanın yanılması vardır. Bozulmamış bir vicdan,  gerçekten büyük, insanı yaratan, onu idare eden, onun rızkını veren, ölümünden sonra tekrar onu dirilten ezeli bir varlığa tapmayı, ona yalvarıp yakarmayı emreder. Gayr-ı meşru olan mabutlar ise, gerçek anlamda insan için ne tapınmaya layık kutsal bir varlık ne de onun arzu ve isteklerine cevap verebilecek bir iktidara sahiptir.  Onlar da insanlar gibi yaratılmış, her şeyiyle yaratıcıya muhtaç, insanlar gibi aciz ve fakir mahlûklardır.  Eğer insan, onların –gerçek anlamda-zerre kadar ne yararları ne de zararlarının olmadığını idrak etseler, asla onlara tapmaz, onların yolundan gitmezler. Bunun idrakinde olmayanlardır ki –vicdanlarının sesine kulak vermeyip-korsan yollardan kendileri gibi aciz bir mahlûka insanüstü bir makam verip ona ibadet ediyor ve ubudiyet vaziyetini alıyorlar, diğer bir ifadeyle nefis ve şeytanın esareti altına giriyorlar. Hz. İbrahim’in binlerce yıl önce “ Şimdi siz, Allah’tan başka, size ne fayda ne de zarar veremeyecek şeylere mi tapıyorsunuz! Yuh size de Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”(Enbiya:66-67)mealindeki ifadeyle, cahil muhataplarına aynı gerçekleri hatırlatması manidardır. Demek ki tarih gerçekten tekerrür ediyor.

(Devam edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum