Özgürlüğün aksesuarı: Bir hasır, bir keçi postu

Özgürlüğün aksesuarı: Bir hasır, bir keçi postu

Cemil Karakullukçu'nun yazısı...

ÖZGÜRLÜĞÜN AKSESUARI:
BİR HASIR BİR KEÇİ POSTU

Ankara, yeni kurulan devletin karışık ortamını yaşıyordu. Bediüzzaman’ın burada yapacağı fazla bir şeyi yoktu. Manevi şartlar da onun bir an önce Ankara’dan ayrılmasını gerektiriyordu.

Bu yüzden, Bediüzzaman da Ankara’da fazla kalamadı. Van’a, oradan da önceki hayatına oranla inziva hayatı yaşayacağı Erek dağına çıktı. Yanında talebelerinin birkaç tanesinden başkası yoktu. Debdebeli bir hayat için bütün şartlar hazır olmasına ve istikbal altın tepsi içinde kendisine sunulmasına rağmen, o hepsini elinin tersiyle iterek, hayatının sonuna kadar sürdüreceği züht hayatını tercih etmişti.

Ama burada tam bir özgürdü; ne bir kimsenin minnetini çekiyor ve ne de bir yerlerin korkusunu duyuyordu. Kur’an’ın yeni bir açılımının bekleme durağında engin bir sabır ve ince tevekkülî bir anlayış içinde bekliyordu.

Osmanlı’nın son paşalarından Kör Hüseyin Paşa, Bediüzzaman’ı görmeyi planlamıştı. Bu ziyareti yalnız değil de müsait olan birisiyle gerçekleştirmek istiyordu. Ona eşlik eder diye, zamanın Van Müftüsüne uğramıştı. İşi çıkmıştı Müftünün. Sonra kendisiyle gelir diye Van Valisi Tahsin Beye uğramış; o da mazeretini ileri sürerek, kendisinden Bediüzzaman’a selam ve saygılarını iletmesini rica etmişti. Daha sonra da Süleyman Paşa’ya uğramış, o da mazeret ileri sürünce, çaresiz Van Müftüsünün oğlu Abdulbaki Arvasî’yi yanına alarak atlarla birlikte Erek yolunu tutmuştu.

Bu ziyaret anında eskiden polislik yapmış Cevdet adlı öğrencisi yanındaydı Bediüzzaman’ın. Sohbet esnasında, “Üzülmeyin; başınıza çok şeyler gelecek. Sizi çok rahatsız edecekler. Üzülmeyin; er geç hak yerini bulur. Bütün amaçları şeriatı kaldırmaktır. İslamiyet incelir, ama kopmaz.” yollu hem teselli ediyor ve hem de müjde veriyordu Bediüzzaman.
Özgür insanlar, umut ve müjde adamlarıdırlar.
 
Bu Asrın Adamı’nın mekânı, talebeleriyle kaldığı yer, harabe haline gelmiş toprak manastırdan başka bir yer değildi. Olanca sade bir hayat… Bir hasır ve bir keçi postu... Yorganı da yüzsüzdü. Öteberide zaruri birkaç eşyadan, tam bir özgür insana yaraşandan başka bir şey gözükmüyordu.

Düzeyli bir sohbete girmişlerdi. Sohbetleri uzadıkça yemek vakti de gelmişti. Ne varsa, yemek hazırlamasını emretmişti talebesine Asrın Adamı. Kalan bulgur ve yağdan pilav pişirmişti talebesi. Olup biteni kolaçan eden Abdulbaki, bu kadar bir yemeğin oradakilerin hepsine nasıl yeteceğini düşüne dururken, sofraya buyur edildiler. Mütevazı sofrada yemekler yenilmiş ve karınlar da doymuştu. Abdulbaki, bu leziz ve doyurucu yemek ziyafetini hayatının sonuna kadar unutmayacaktı.     
Hüseyin Paşa, her şeye kendi açısından bakıyordu. Kendi ölçüleriyle, özgür insanın ölçüleri örtüşemezdi elbette. Bediüzzaman’ın abdest almak için dışarı çıktığını fırsat bilerek, bırakmak istediği parayı talebesi kabul etmeyince minderin altına koymuştu. Abdestten dönen Asrın Adamı, iki elini kapıya dayayarak, tatlı bir gülümseyişle, “Paşa siz bize misafir oldunuz. Aç mı kaldınız? Bizim bir şeye ihtiyacımız yok. Onu bizden daha fakir olana verin!” demişti.

Çok üzülen ve gözyaşlarını tutamayan Paşa, “Kurban Seyda bir şey yok!” demiş. Onu alıp başkalarına vermesi için Bediüzzaman ısrar etti. Bediüzzaman’ın bu konudaki titizliğini ve ince eleyip dokuduğunu az çok bilen Abdulbaki parayı alıp cebine koymuştu.

Bediüzzaman, paşanın gönlünü de yapmak istemişti “İşte, bu Cevdet’in gömleği çok eski, ona bir mecid ver!”dedi. Paşa bir altın verdi, talebesi altını değil de bir mecidiye alarak, Üstadı gibi kendisinin de kanaat sahibi ve özgür olduğunu göstermişti.