Ölümün kıyısındaki yakarışlar...

Mutfaktaydı, her zaman olduğu gibi yine günlük işlerin ve telaşların  tam ortasındaydı. Uzaktan öğlen ezanının sesi duyuluyordu. Allah’ın azâmet ve yüceliğini kâinatın tüm katrelerine ilân ediyordu.

 

Oysa onun yapacak o kadar çok işi vardı ki, bu işin gücün arasında nefis ve Şeytanın telkiniyle bu gün de namazını kılamayacaktı. Oysa çok üzülüyor, vicdan azabı duyuyordu. Ama keşke bu kadar yoğun olmasaydı. Nefsiyle habire mücadele ediyor, ama bir türlü sözünü dinletemiyordu. Derhal bu düşüncelerden kurtulup elindeki işe yoğunlaşmaya çalıştı...

 

Fakat oda ne? Başımı dönüyor, yer mi sallanıyor, anlayamadı, hızla koridora çıkmak istedi, sendeledi ve kapının önüne düştü. Müthiş bir gürültü ve sarsıntıyla yere kapandı. Ardından tüm ışıklar söndü.  Etrafa eşyalar savruluyor, büyük beton bloklar yıkılıyor,  herhalde kıyamet kopuyordu... Ellerini kulaklarına götürdü. Neye uğradığını şaşırmıştı. Bir müddet olayın şaşkınlığıyla hareketsiz öylece kaldı.

 

Sonra vakit ilerledikçe olayın vehâmetini daha iyi kavramaya başlamıştı. Buradan çıkmanın bir yolunu bulmalıydı. Aklına cep telefonu geldi.

Hiç olmazsa birilerine bu durumu bildirmeliydi. Ama sonra hatırladı ki telefonu salonda kalmıştı. Evet bu başına gelen deprem olmalıydı.

Ellerinin dışında hiç bir yerini oynatamıyor, bulunduğu yerden çıkamıyordu...

 

Var gücüyle bağırıyor, ama kendi sesi kendisini son derece rahatsız ediyordu. Zira bağırmasıyla birlikte ağzına, burnuna uçuşan toz ve toprak parçaları doluyor, nefesi daha çok kesiliyordu. Bu durumdan dolayı iyice yorulmuş baygın düşmüştü. Her şeyi yönlendiren el, onu bu enkazın içine hapsetmiş ama öldürmemişti.

 

Buradan çıkışın zor, hatta imkânsız olduğunu düşünmeye başladı. Aklına babası geldi. Acaba bu kıyamet saatinde o ne yapıyordu? Ona bir şey olmuş muydu? En son telefon konuşmasında ona biraz yüksek sesle konuşmuş, hatırını kırmıştı. Halbuki  Kâinatın yaratıcısı,''anne ve babanıza öf bile demeyin'' diyordu. Şimdi ne olacaktı? Babasına  hakkını nasıl helal ettirecekti? Gözlerinden ılık yaşlar boşalmaya başlamıştı.

 

Muhayyilesi onu çocukluğuna götürdü. Komşu bahçelerinden aşırdıkları elmaları, erikleri düşündü. Şimdi ''boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı'' bir hesaplaşmanın eşiğindeydi.

 

Gözleri kararıyor, yorgun bacakları üzerindeki betonları artık taşıyamaz hâle geliyordu. Kendisini bir ölüm mengenesine kıstırılmış olarak görüyordu. Birazdan bu mengenenin dişleri yavaş yavaş daralacak ve yorgun vücudunu sıkmaya başlayacaktı. Zamanla hava/oksijen de bitecek ve boğularak ölecekti. Ölüm bin kıskaçlı bir akrep gibi bütün benliğini sokmaya çalışıyordu...

 

Bu dağlarvâri enkazın altında onu kim bulupta çıkaracaktı ki? Hem bu büyük çapta bir depremse eğer, onların binaya sıra kim bilir ne zaman gelecekti?...Artık bir kapının eşiğindeydi. Bu eşik ömür ağacını sonsuz bir iklime taşıyan bir eşikti. Bu fâni bir sükûtun, ebedi bir çığlığa dönüştüğü yerdi. Bu eşik, iki hayatın birbirine bağlandığı köprüydü...

 

Hayatı, esen rüzgarda yön değiştirmiş, kendine bir yön tayin edememiş bir zamane insanıydı. Hayatta neyin doğru, neyin yanlış olduğunu düşünmeden mevsimden mevsime savrulup durmuştu. Bu dönem içinde de bir çok hatası olmuştu. Bu hatalar işte tam bu anda, bu cehennem saatinde, kıyametin açık provasında onun hafızasına arı sürüsü gibi hücum ediyordu.

 

Ama arkadaşlarının uzun ikna ve teşvikleriyle katıldığı sohbet ortamları da oluyordu zaman zaman. Hatta bundan yıllar önce yaşanmış Marmara depreminden sonra gittiği sohbetlerden birindeki şu konuşmaları hatırladı... ''Aslında deprem, Allah'ın kudret kalemiyle yazdığı ve sürekli de yazmaya devam edeceği kâinat kitabının bir satırıdır.Bütün unsurlar Cenâb-ı Hakk’ın birer memurudur, O’nun emriyle harekete geçer, O’nun iradesine ve fermânına tâbi olurlar. Büyük veya kabartma harflerle yazılmış bir satır...Sadece bu satır değil, kâinat kitabının bütün satırları, sürekli insana ders verir. Meselâ: Dalından kopup rüzgârın önünde uçan bir yaprak, ''sen de bir gün, hilkat ağacının dalından kopup toprağın bağrına düşeceksin. Hesabını vermeye hazır mısın?'' diyordu. Her gün batmaya meyleden güneş; insana, bu dünyada bir misafir memur ve her şeyin geçici ve bîkarar olduğunu ilân ediyordu. Gecenin karanlığını ve yalnızlığını hatırlatır. Her gecenin ardından bir gündüz, her kışın ardından gelen bahar, bu fânî âlemin arkasındaki bakî bir âlemi, haşirdeki ikinci dirilişin müjdesini fısıldar...Yuvadaki yavrularına yiyecek taşıyan anne kuş, ''zayıf şefkat '' dersini verir. Kâinat kitabını devamlı okuyarak tefekkür dersine çalışan okuyucular,  bu ders ve mesajları sürekli alırlar...

 

Hava iyice azalıyor, bu karanlık dehlizde ölmeden, bir kabir hayatı yaşıyordu. Bir an için ''acaba öldüm mü yoksa? Kabirde miyim''diye düşündü.

''Eğer böyleyse birazdan Münker ve Nekir gelip beni sorguya çekecekler. Ayak seslerini duyar gibiyim. Aman Allah’ım!'' dedi. İniltiyle yalvarmaya başladı:''Allah'ım'' diye haykırıyor ve göz yaşı döküyordu. Son pişmanlık fayda vermez diye düşündü bir an. Ama olsun, O’nun Rabbi çok affedici ve merhâmetliydi.

Keşkeler, keşkeler... Dünya ve ukba  muvazenesi kuramayan, katreyi çağlayanlara, cam parçalarını elmaslara tercih eden, geçici lezzetleri bütün bütün tadıp kalp ve ruh âlemini doyuramayan serserinin cehennem tarifçisi gibiydi keşkeler...

 

Ah şimdi o gönül bağladığı dostları neredeydi? Sanki bir ses ona ''dost sana ne yapsın? O da senin gibi çıkacak yer bulamamanın derdindedir olsa olsa” diyordu. Artık sesi-nefesi iyiden iyiye kesilmişti. Tekrar hayali o sohbet ortamlarına gitti… Medrese-i Nûriye… Nurların, Kur’ân hakîkatlerinin terennüm edildiği bahtiyar cennetvârî mekânlar…” Gerçek dostları aradı.  Ah ne olurdu sanki Allah’ı kendine gerçek dost ve Kur’ânı yaşantısına arkadaş yapıverseydi.

 

Her sabah bir melek dünyaya şöyle seslenirmiş;

''Ölmek için dünyaya gelir, yıkılmak için binalar yaparsınız.'' Her sabah duymadığı bu sesi, şimdi her saniye iliklerine işlercesine duyduğunu hissediyordu...'' Bu depremi sana yönelişime ve yeniden doğuşuma bir vesile kıl ne olur Allah'ım! Yeniden dirilişime, kâmil bir imanla kabre girişime, sâlih amellerle takvâya bürünüşüme bir ikaznâme yap ne olursun ey merhameti sonsuz ve rahmeti engin Rabbim. Kusur, acz, fakr ve isyanımla da olsa senin kulun ve masnûunum. Senden başka Rab yok ki, ona iltica edeyim'' diye dualar ediyordu...

 

Zaman uzadıkça hâtıralar da bir bir gözünün önünden geçiyordu.

“Öldüğüm zaman bu dünyadan göreceklerim de biter diye düşünmüşüm.

Her yıl girdiğim yaşları saymışım, oturup dizlerimin arasına başımı koyup keşke günahlarımı saysaymışım  tövbe etmek için....Ölünce, bu dünyadan ve yalancı lezzetlerinden uzak kalacağımı sanmış, sevap kazanmaktan uzak kalacağımı hiç düşünmemişim. Meğer ne kadar aldanmışım!” diye ahlar çekiyordu.

 

Oysa ki  aklında kaldığı kadarı ile oda biliyordu ki; ''Dost istersen Allah yeter, çünkü Allah'a  dost olana bütün varlık dosttur...Yârân istersen Kur’ân yeter, çünkü ondaki peygamberler ve meleklerle hayalinde görüşebilirsin ve onların başlarından geçenlere bakar, ibret alırsın...

Mal/ zenginlik istersen kanaat yeter. Çünkü kanaat eden zillete ve fakirliğe düşmez, yaratılanların önünde de eğilmez, eğilmeyen de bereket bulur. Düşman istersen, nefis yeter. Çünkü kendini beğenen belaya dûçar olur. Başını taştan taşa vurur. Alçak gönüllüler sefada gezer ve rahmet görür...Nasihat istersen ölüm yeter. Çünkü ölümün hakikatını anlayan yalancı dünyanın tuzağına düşmez ve âhiretini kazanmak için çalışır.''

 

Artçı sarsıntıların  etkisiyle bulunduğu yerde  daha da sıkışıyordu. Sıkıştığı yer canını daha çok acıtıyor,  ateş gibi yakıyor, nefes alıp vermekte iyice zorlanıyordu.

Midesi bulanıyor, gözlerinden damla, damla yaşlar dökülüyordu. Bütün vücudu sırılsıklam olmuştu. ''Allah'ım bana yardım et, beni rahmetimden mahrum bırakma. Dünyevi kayıplarımı, uhrevi kazançlar haline getir.'' Artık yakarışları kelimeleri aşmış, hal diline dökülmüş tüm benliğiyle haykırıyordu.

''Affet Allah'ım!''

 

Bir taraftan da sanki bir ezan sesi duyuyordu. Birden fırladı, baktı ki kanepede yatıyor. Saate baktı öğlen ezanı okunuyordu.Tüm vücudu ter içindeydi.

‘Demek yaşadıklarım kâbusmuş, şükürler olsun ki, gerçek değilmiş’ dedi. İşlerinin yoğunluğunu bahâne edip tembellikle kılmamayı düşündüğü öğlen namazının ezanı hâla okunuyordu. Derin bir ''oh!'' çekti.

 

Ve şükürederek hemen abdest almaya gitti. Kendi kendine mırıldanıyordu. ''Şimdi fırsat varken, yol yakınken dönmeliyim bana benden daha yakın olana...

Beni benden daha iyi tanıyana...Benim için tüm ni’metleri ayağımın altına seren, tüm kâinatı yaşantıma hazır hâle getiren, duygularıma göre bir âlem yaratana...Bana bütün dostlarımdan daha şefkatli, enis ve sırdaş olana...Hemen dönmeliyim, hiç zaman kaybetmeden ve fırsat elde iken.

Zira o'dur asıl teslim olunacak Tabîb-i ezeli...Cemil-i sermedi... Kudret-i  lâyezâlî...

“O ne güzel vekîl, ne güzel Mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum