O peygamberi bir melek kılsaydık, yine bir adam sûretinde kılardık

O peygamberi bir melek kılsaydık, yine bir adam sûretinde kılardık

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), En'am Sûresi 7-9. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

7-Hem eğer sana kâğıtta (yazılı) bir kitab indirseydik de ona elleriyle dokunsalardı, elbette o inkâr edenler (yine): “Bu, apaçık sihirden başka bir şey değildir!” der(ler)di. (*)

8-Bir de: “Ona (peygamberliğini tasdîk eden, bizim de göreceğimiz) bir melek indirilmeli değil miydi?” dediler. Hâlbuki (istedikleri gibi) bir melek indirseydik, (helâkleri için) elbette iş bitirilmiş olur, sonra onlara (bir an bile) mühlet verilmezdi.

9-Ve onu (o peygamberi) bir melek kılsaydık, elbette onu (yine) bir adam (sûretinde) kılardık, (**) doğrusu onları, karıştırmakta oldukları şeyde yine şübheye düşürürdük.

(*)Bu âyet-i kerîme, bazı müşriklerin, Hazret-i Peygamber (asm)’a gelerek: “Sen bize Allah katından, peygamber olduğuna şâhidlik eden dört meleğin ellerinde bulunan bir kitab getirmedikçe sana îmân etmeyiz” demeleri üzerine nâzil olmuştur. (Celâleyn Şerhi, c. 2, 318)

“(Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm) yalnız nübüvvetini (peygamberliğini) muannidlere (inadcılara) karşı isbât etmek için hârikulâde işlere mazhar olur ve inde’l-hâce (ihtiyaç ânında) ara sıra mu‘cizâtı gösterirdi. Fakat sırr-ı teklîf olan imtihan ve tecrübe muktezâsıyla (gereğiyle), elbette bedâhet derecesinde (apaçık) ve ister istemez tasdîka mecbur kalacak derecede mu‘cize olmazdı. Çünki sırr-ı imtihan ve hikmet-i teklif iktizâ eder (gerektirir) ki, akla kapı açılsın ve aklın ihtiyârı (tercîhi) elinden alınmasın. Eğer gāyet bedîhî (apaçık) bir sûrette olsa, o vakit aklın ihtiyârı kalmaz. Ebû Cehil de, Ebû Bekir (ra) gibi tasdîk eder. İmtihan ve teklîfin fâidesi kalmaz. Kömür ile elmas bir seviyede kalırdı.” (Zülfikār, 19. Mektûb, 6)

(**)“Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın çendan (gerçi) her hâli ve her tavrı, sıdkına (doğruluğuna) ve nübüvvetine (peygamberliğine) şâhid olabilir; fakat her hâli, her tavrı hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki, Cenâb-ı Hakk onu beşer (insan) sûretinde göndermiş, tâ insanın ahvâl-i ictimâiyelerinde (ictimâî hâllerinde) dünyevî, uhrevî (dünya ve âhiret) saâdetlerini kazandıracak a‘mâl ve harekâtlarında (amel ve hareketlerinde) rehber olsun ve imam olsun ve herbiri birer mu‘cizât-ı kudret-i İlâhiye (İlâhî kudretin mu‘cizeleri) olan âdiyât (basit zannedilen şeyler) içindeki hârikulâde olan san‘at-ı Rabbâniyeyi ve tasarruf-ı kudret-i İlâhiyeyi göstersin. Eğer ef‘âlinde (fiillerinde) beşeriyetten (insanlık hâlinden) çıkıp hârikulâde olsa idi, bizzat imam olamazdı; ef‘âliyle (fiilleriyle), ahvâliyle (hâlleriyle), etvârıyla (tavırlarıyla) ders veremezdi.” (Zülfikār, 19. Mektûb, 5-6)