Nizamettin MELİKOĞLU

Nizamettin MELİKOĞLU

Kur’ân ve Tarihselcilik

Batı dünyası rönesansla birlikte, 529 yılında skolastik Hristiyanlık anlayışıyla akdetmiş olduğu birlikteliği feshederken, yaşama ait olan herşeyi pozitif bilimler sayesinde izah etmeye çalışmıştır. Yani ezberciliği bozarak, biraz da ölçerek ve tartarak öğrenmeye gayret etmiştir.[1] Bu durum, batı dünyasında en nihayet 20. Yüzyıldaki sanayi devrimiyle taçlanınca İslam dünyası da felsefi manada bu süreçten etkilenmiştir.

İslam dünyası 16. ve 17. yüzyıllarda veya batıda rönesansın başladığı dönemde, her ne kadar bir duraksama döneminde olsa da yine batı ile kıyaslandığında, şevket ve ihtişamın meyvelerini yediği bir dönem olduğu için, bu hareketten çok etkilenmemiştir. Ancak 20. yüzyılda teknoloji ve sanayi alanında kaydedilen ilerlemeler, İslam dünyasını, kendi kendini sorgular hale gelmiştir. İslam dünyasının duraksamasını/gerileyişinin nedenlerini, kimisi hayata bakış açısının tıpkı batıda olduğu gibi ‘skolastik’ anlayıştan kaynaklandığını, dolayısıyla rönesans benzeri bir hareketin İslam dünyası için de gerekli olduğunu savunmuşlardır. O dönem idarede olup Osmanlı devletinin siyasi gidişatını kabul etmeyip eleştiren ittihatçı entelektüeller de bu fikre saplanmışlardır.

Osmanlı devletinin son dönem Şeyhü’l-İslamlarından Mustafa Sabrî efendinin telif etmiş olduğu ‘Mevkifi’l-Akli ve’l-İlm’ adlı eserinden, dönemin Ezher şeyhi olan Merâğî’nin (1883-1952) bile bu fikirden etkilendiğini öğreniyoruz. Merâğî’ye göre Kur’ân, içinde bulunduğu dönemde belağatiyle herkese meydan okumuştur ve bunda başarılı olmuştur. Ancak bu dönemde, ilk dönemdeki i’câz özelliğini kaybetmiştir.[2]

Rönesansın en önemli sonuçlarından biri de İncil’in okunup anlaşılmasında/yorumlanmasında[3] hermeneutik usûlun kabul edilmesidir. Hristiyanlığın kutsal kaynağı olan İncil’in tarihsel ve tenkitçi operasyona maruz kalmasının iki temel nedeni vardır;

  1. İncil’i Hz. İsâ’dan rivayet eden ravilerin senedlerinin mevkuf olması, yani Hz. İsâ’ya kadar sağlam bir senedle ulaşamamasıdır.
  2. İncil’in derlenip toparlandıktan sonra da ayrıca tercüme üzerine tercüme ettirilmesi[4] onu orjinalitesinden uzaklaştırmıştır.

Onun için batı dünyasında aydınlanma döneminde İncil’in metninin tarihsel ve tenkitçi bir nazarla yeniden gözden geçirilme ihtiyacı hasıl olmuştur ki Bediüzzaman hazretleri de bu durumu, yani skolastik bataklıktan hakikate doğru atılan bu adımı pozitif olarak değerlendirmiştir.[5]

Spinoza’nın (1632-1677) ‘Teoloji akıllı düşünme ile akraba değildir. Çünkü teoloji inanan insanlardan körü körüne bir itaatı ister.’[6] sözü ile ‘Teolojinin akılla ispat edilebileceğini gösteren kimse şimdiye kadar çıkmamıştır. Şayet öyle olsaydı, teoloji ile felsefe birbirinden ayrılmayacaklardı.’[7] sözü, rönesansla birlikte diyanet ile bilim arasındaki çatışma ve çakışma üzerine önemli koordinatları bize verdiği gibi, yeni dönemde skolastik anlayışa karşı bilim ve felsefe erbabı tarafından itirazların nasıl yükseldiğini gösterip, hermenetiğin de bir yorumlama prensibi olarak ortaya çıkmasının arka planında bilimsel çalışmaların etkin bir rol oynadığını göstermesi açısından önemlidir.

Şimdi Kur’ân’ın tarihsel ve tenkitçi bir nazarla gözden geçirilmesinin gerekli olup olmadığını tespit etmezden evvel, tarihselciliğin neyi anlatıp neyi ifade etmeye çalıştığını anlamaya çalışalım;

Tarihselci paradigma temel olarak iki ana akım altında toplanabilir:

  1. Tarihin, insanın varlığı dahil herşeyi üzerinde etki etmesidir ki Alman felsefeci Hegel de bu görüşü savunanlardandır. Başka bir ifadeyle tarihselcilik, insanın varoluşunun özünü tarihte gören felsefi bir akımdır. Bu yönüyle Kur’ân’da adı geçen ‘Dehrîliğ’e tekabül eder.

وَمَا يُهْلِكُنَا إِلَّا الدَّهْرُ Bizi öldüren ise zamandan başkası değildir.[8] Tarihe ceberi/determinist bir misyon ve kuvvet yükleyen Durkheim, Hegel, Engels’in tarihi determinizmi, Marx’ın diyalektik materyalizmi bu çerçevede değerlendirilebilir. Bunlar da felsefelerinin özetinde وَمَا يَرْزُقُنَا وَمَا يُطْعِمُنَا ِالَّا الَّدَهْرُ Bizi rızıklandırıp bize yeryüzündeki nimetleri veren zamandan başkası değildir.’ anlayışını savunmuşlardır.

  1. Tarihi hadiselerin veya metinlerin sadece tarihi bağlamları içerisinde anlam kazanabileceğini savunurlar.

Kur’ân-ı Kerim’i tarihsel felsefenin etkisi ile değerlendirenler de farklı farklı yaklaşımlar göstermektedirler. Kimisi Kur’ân’ın akide alanını tarihsellikle değerlendirmeyip sadece ahkam ayetlerini tarihsel olarak değerlendirir. Bu kesimin de bir kısmı, bütün ahkam ayetlerinin tarihsel olduğunu savunurken, yani ayetin hükmü o zamanı bağlar, bu zaman ile artık bir bağı yoktur, derken diğer bir kısmı ise bazı ayetlerin tarihsel olabileceğini savunmuşlardır.

İslam dünyasında tarihselci akımın neredeyse öncüleri sayılan Fazlurrahman (1919-1988) ve Abdülkerim Süruş Kur’ân’ın lafızlarının Hz. Muhammed’e ait olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla bugün telaffuz etmekte olduğumuz ayetlerin lafızları Hz. Muhammed’e aittir. Onun bilgisi ne kadar ise, kendisine inen vahyi o kadar bize aktarabilmiştir. Örneğin Kur’ân’da genetikten hiç bahsedilmemesi Hz. Muhammed’in bu konuda bilgisinin sınırlı oluşundan kaynaklanmaktadır. Ayrıca Fazlurrahman, Hristiyanların İncil’in metinlerini anlamada kullandıkları bir yöntem olan hermeneutiğin, Kur’ân’ın tefsirinde usûl olarak ele alınmamasını bir eksiklik olarak görmüştür.[9]

Dikkat edecek olursak, Kur’ân’a tarihselci yaklaşanlar ile akla aşırı derece önem veren mu’tezilî olup Kur’ân’ın mahluk olduğunu iddia edenler arasında, mana açısından bir paralellik bulunmaktadır. Ancak tarihselci paradigma, Kur’ân-ı azimü’ş-şan’ın mana boyutunu belli tarihsel hadiseler üzerinde izah etmeye çalıştığı için, mana boyutunu çok kısıtlı bir alana indirgeyip diğer zamanötesi, mekanötesi ve şümuli boyutuna karşı da cinayet işlemektedir. Sonra Kur’ân’daki birçok hükmün bugün için geçerliliğini yitirmiş olduğunu iddia etmektedir.

Şimdi de Kur’ân’ın tarihsel ve tenkitçi nazarla neden ele alınamayacağını izah etmeye çalışalım;

  1. Kur’ân’ın bizzat Cenab-ı Allah tarafından indirildiği gibi kıyamete kadar korunacağının garanti altına alınmasıdır. إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ ‘Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.’[10]
  2. Diğer mukaddes kitaplarda olmayan bir geleneğin ilk müslümanlarda olmasıdır. Bu gelenek ‘Sened’ geleneğidir. Abdullah ibni Mübarek (ö. 181/797) ‘İsnâd/sened ilmi dindendir. Şayet bu ilim olmasaydı herkes istediğini söyleyebilecekti.[11] diyerek sened ilminin yanlış rivayetlerin arındırılmasında ne kadar önemli bir filtre görevini gördüğünü ifade etmiştir.

Süfyan es-Sevrî ‘İsnad mü’minin silahıdır. Eğer silahı olmazsa, o zaman ne ile mücadele edecektir.’[12] diyerek isnâd ilminin önemine atıfta bulunmuştur.

  1. Kur’ân’daki i’câz’ın onun çelik bir zırhı olmasıdır.[13] Bediüzzaman hazretlerinin telif etmiş olduğu Mucizât-ı Kur‘âniye[14] risalesine göre, Kur’ân’ın i’câz yönleri kırk temel üstbaşlık altında toplanabilmektedir. Kur’ân, bu kırk başlık altında toplanan zengin i’caz yönleriyle, bugünün insanlarına dahi hitap edip hidayete erdirme kabiliyet ve potansiyeline sahip olup, insanları bu harikalığı karşısında secde ettirme kudretine de sahiptir. Bu kırk temel başlıktan sadece biri olan Kur’ân’ın mana açısından câmiiyyeti iyi incelendiğinde, yani birçok manayı kısa bir ifade içinde gösterebilme kabiliyyet ve kapasitesi ile insanlığı hem kendisine hayran bırakıp hem de kimseyi onu taklit edemeyecek seviyede aciz bırakması, Kur’ân’ın asla ve asla belli bir zaman ve mekan ile sınırlı olmayıp her dönemin ve her sosyal tabakanın Kur’ân’da mana açısından nasibinin olduğu, Mu’cizat-ı Kur’âniye risalesinde geniş örneklerle izah ve ispat edilmiştir. Yani Kur’ân’ın i’câz hakikatı, dünkü insanları kendisine secde ettirdiği gibi, günümüz insanlarını dahi adeta hergün tazelenen i’câzıyla kendisine secde ettirmeye, insanlığa her yönüyle bir rehber kitap olduğunu göstermeye devam etmektedir. Dolayısıyla Mu’cizat-ı Kur’âniye risalesi tarihselcilere, Kur’ân’ın aktuel değeri yoktur diyenlere, Kur’ân tercüme edilsin ta ne olduğu anlaşılsın diyenlere, Kur’ân Hz. Muhammed’in zekasının ürünüdür diyenlere, Mekke’deki putların yerine Allah inancının toplumda yerleştirilmesinin, toplumu sosyal açıdan birleştirme stratejisi olduğunu, yani Allah inancının herşeyde müessiri hakiki olması hakikatını, Allah’ı Ulûhiyyet ve rubûbiyetinde şirkten arındırıp bütün isim ve sıfatları ile kabul etmeyi, sosyal bir strateji seviyesine indirgeyip Kur’ân’ın Arabistan yarımadasında gerçekleştirmiş olduğu inkılab-ı ruhî ve maddiyi görmek istemeyenlere karşı en geniş, ilmi ve mukni’ bir cevaptır.
  2. Ayetlerin tarihi bağlamlarıyla anlam kazanmaları ayrıdır, ayetlerin anlamlarını sadece tarihi bağlamlarıyla kazanmaları ayrıdır. Kuşkusuz herbir ayetin bir sosyolojisi vardır. Ancak bu ayeti sadece bu sosyolojik atmosfere indirgemek, ayetin sayısız manalarına yapılacak bir cinayettir. Örneğin Abese suresinin sebeb-i nüzûlu veya sosyolojisinde, gözleri görmeyen Abdullah ibni Mektûm sözkonusudur. Peygamberimiz (s.a.v.) kureyşin ileri gelen zengin bir işadamını İslam’a giriş noktasında ikna etmeye çalışırken, Abdullah ibni Mektûm peygamberimize yanaşıp dini bazı şeyler sormak istemektedir. Peygamberimiz (s.a.v.) bu işadamının İslam’a girmesi daha hayırlı olur düşüncesiyle, İbn-i Mektûm ile olacak görüşmeyi ikinci plana almak istemektedir. Ancak vahiy bu konuda peygamberimizi uyarmakta, o a'mâ ile ilgilenmenin daha hayırlı olabileceğini, dolayısıyla kişiyi sosyal statüsüne göre değerlendirmenin hata olacağını belirtmiştir.

Şimdi bu olay Abese sûresinin sosyolojisinden/sebeb-i nüzûlünden ibarettir. Tarihselci nazarla meseleye bakılırsa, bu ve bunun gibi hükümler o dönemle sınırlı olmuş olacak ve ayetin zamanaşırı hükmü ortadan kalkmış olacaktır. Yani bize bakan bir yönü kalmayacaktır. Oysa ayet, bu olay üzerinden bütün davetçilere rehber niteliğinde bir düsturu öğretip hediye etmektedir. Dolayısıyla tarihselcilik, ayeti sosyal konteksinde boğup ayetten sosyal perspektif üretme önünde bir set yapıp engellemek gibi bir vazifeyi deruhte etmiş oluyor.

Sonuç olarak,

  1. Kur’ân’ı incil ile kıyaslamak Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle kıyası maalfarıktır. Zira Kur’ân hiçbir zaman bilimsel çalışma ve araştırmaların önünde bırakalım engel olmayı, bilakis daima teşvik etmiştir. Dolayısıyla İslam tarihinde, incil vasıtasıyla ilim erbabı üzerinde oluşturulan tağallüb ve tahakküm, dini bir gerekçeden oluşmamıştır.[15]
  2. Kur’ân’ın hükümleri İmam eş-Şâtibî[16] ve Bediüzzaman’ın ifadesiyle[17] taabbüdî ve ma’kûlu’l-ma’na diye ikiye ayrılmaktadır. Makulu’l-ma’na hükümlere Kur’ân’da kesin bir sınır çizilmemişse, bunların sınırları müctehidler tarafından zaman veya mekana bağlı olarak oluşan yeni şartlara göre çizilebilmektedir. Bu sınırlar veya maslahatlar ictihad yoluyla belirlenirken, Kur’ân’da belirlenen maksatlar çerçevesinde hareket edilir. Dolayısıyla maslahatların sınırlarını belirleyen yine vahyin kendisi olmuş oluyor. Yani Nitzsche’nin, Freud’un veya Hegel’in felsefesiyle alude olmuş bir kafa, şer’î meselede makasıd veya maslahatları belirleme yetkisine sahip olamaz ve içtihad mevcut bir hükmü refüze etme değil, o hükmü tevsie esası üzerinden yeni bir sahada tatbik etmektir.

İslam tarihi boyunca medreselerde okutulan usûlu’l-fıkıh usûlu’l-hadîs ve usûlu’t-tefsir gibi ilimlerle bu çerçeve konulmuştur. İmam eş-Şafiî (767-820) er-Risâle adlı kıymetbaha eserini henüz 814 yılında kaleme alarak, alim ve müctehidlerin Kur’ân-ı azimüşşân’ı nasıl anlayıp Kur’ân’da hüküm çıkarma konusunda hangi usûlleri takip edeceklerini göstermiştir. Dolayısıyla İslam tarihinde usûl ilmine dair kaleme alınan eserlerden habersiz olanlar veya medreselerde okutulan usûl derslerini duymamış olan tarihselciler ma’zur olabilirler. Ancak bunu bilenlerin iyi niyetli olabileceklerine dair hiçbir gerekçeleri olamaz.

  1. Kur’ân da tedrîciyyeti, yani içki ve zina yasağı gibi bazı hükümlerin toplumda tesisi esnasında aşamalı bir periyodun izlenmesini Kur’ân tarihselciliğine delil göstermek te ayrı bir mantıksızlıktır. Çünkü günümüzde bile, aşırı şekilde bu alışkanlıklara mübtela olmuş toplumlarda, adeta izlenecek yolu göstermesi açısından, Kur’ân’ın ism-i hakîme azamiyyet mertebesinde mazhar olduğunu harika bir şekilde göstermektedir.

اللهم اجعل القران لنا في الدنيا قرينا وفي القبر مونسا وفي القيامة شفيعا وعلي الصراط نورا وفي الجنة رفيقا ومن النار سترا وحجابا والي الخيرات كلها دليلا واماما بفضلك وجودك وكرمك يا اكرم الاكرمين امين

[2] Mustafa Sabri, Mevkifi’l-Ekli ve’l-İlmi ve’l-Âlem, s. 27.

[3] Ben Vedder, Was ist Hermeneutik, s. 9.

[4] Said Nursi, Mektubat, s. 163.

[5] Said Nursi, Mektubat, s. 470.

[6] Ben Vedder, Was ist Hermeneutik, s. 40.

[7] Ben Vedder, Was ist Hermeneutik, s. 41.

[8] Câsiye, 45/24.

[9] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, s. 52.

[10] Hicr, 15/9.

[11] İbn-i Salâh, Mukaddimetu ibn-i Salâh, s. 130.

[12] Abdülkerim bin Muhammed es-Sem’ânî, Edebu’l-İmlâi ve’l-İstimlâ, s. 8.

[13] Said Nursi, Mektubat, s. 357.

[14] Said Nursi, Sözler, s. 366.

[15] Said Nursi, Mektubat, s. 422, Muhakemat, 14.

[16] eş-Şâtibî, el-Muvafakât, c.2, s. 472-484.

[17] Said Nursi, Mektubat, s. 438.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
11 Yorum