
Nizamettin MELİKOĞLU
Ehl-i Tahkik ve Ehl-i Tetkik arasındaki fark
Abdülkadir Badıllı ağabeyin Mufassal tarihçesinde şöyle bir hatıra nakledilir;
‘Mustafa Sungur ağabey anlatıyor; ‘Üstadımız bir gün buyurmuşlardı ki; ‘Eskide çok ehl-i tefekkür ve ehl-i hikmet büyük zatlar tefekkür mesleğinde hakikata ulaşmışlar, fakat tetkik mesleğinde ğaliben az süluk edebilmişler.’ Bu münasebetle Marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin ismi geçmişti. Buyurdular ki; ‘İbrahim Hakkı muhakkikindendir, fakat müdakkikinden değildir.’
Sonra buyurmuşlardı ki; ‘Ben hikmetteki tetkik mesleğinde eşyadaki dekaik-i san’at üzerine bina edilen tefekkür mesleğinde süluke muvaffak oldum.’
Mustafa Sungur ağabeyin ikinci hatırası; ‘Üstadımız bazen yemin ederek diyordu ki; Vallahi ben bir ağaç gibi masnuat-ı ilahiyyeye baktıkça, ruh ve kalbimin hisse-i zevk ve feyizlerinden başka, nefsim itibarıyla da, yirmi sinemadan ziyade zevk alıyorum.’[1]
Burada nakledilen hatırada geçen tetkik/تدقيق ve tahkik/تحقيق kelimelerinin/ıstılahlarının lügavi manalarından hareket ederek kasdedilen manayı anlayamıyoruz. Onun için tahkik ve tedkik kelimelerinin ıstılahi manalarına bakma zorunluluğu hasıl olmaktadır.
Et-Tehanevi, tedkik ıstılahının manasını izah sadedinde şu bilgileri bizlere aktarmaktadır:
‘Tahkik, herhangi bir meseleyi bir delille ispat etmeyi ifade ederken, tedkik ise bir delili delille ispatı ifade eder. Onun için müdakkikin mertebesi, muhakkikin mertebesinden daha üstündür. Mutasavvıfların ıstılahında ise müdakkik, meselelerin kendi hakikatlarıyla kendisine zahir olan/görünen kamil kişidir. Bu mertebe, kişinin meseleleri anlamak için artık hüccet ve bürhan ile delillendirme mertebesini aştığı, keşf-i ilahi mertebesine ulaşıp meseleleri delillendirme yardımı olmadan görebilen kişilerin mertebesidir.’[2]
Bediüzzaman hazretleri de Kastamonu lahikasında iman-ı tahkikiye ulaşmanın yollarını anlatırken, Velayet-i kamile ile keşfi ve şuhudi bir tarzda iman etmenin burhani bir tarzla gitmekten daha yüksek mertebede durduğunu anlatır.[3] Bu mertebeye ulaşabilenlerin de çok sınırlı insanlar olduğunu ifade eder. Dolayısıyla Bediüzzaman hazretlerinin ifadesindeki tahkiki imana ulaşmanın iki yolundaki taksim ile et-Tehanevi’nin tedkik ve tahkik kelimelerine yüklediği ıstılahi manalar arasında arasında paralellik bulunmaktadır.
O halde her iki ifadeden ortaya çıkan sonuca göre müdakkik ile muhakkik, ilm-i tahkikat noktasında birleşirlerken, müdakkik bir zatta ise hakikate intikalin çok daha seri bir şekilde tahakkuk ettiği noktasında ayrılmaktadırlar. Bu tıpkı bir matematik hocası ile öğrencisinin bir soruyu çözme şekline benzer. Veya bir usta ile çırağın sorunu halletmesine benzetilebilir. Nitekim Ta’likat adlı eserde Bediüzzaman hazretleri, ilim tahsil etmenin iki yolla gerçekleştiğini, bunların da ya ilham ile ya da nazar ile yani öğrenme ile olduğunu bizlere aktarmıştır.[4] Dolayısıyla müdakkik, bir nevi ilhama mazhar olan ulemanın asfiya kısmındandır. Müdakkik bir alimin asfiya kategorisine girdiğini, Hüccetullahil-Baliğa adlı eserdeki ‘Mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikin ve sıddıkini muhakkikin ve dahi hükema-i mü’minin’[5] şeklindeki ifade tekid etmektedir.
Ancak Asfiyalık makamını Evliyalık makamıyla karıştırmamak gerekir. Zira veli kalbini işlettirerek velayet makamına erişmişse de irşad makamında hem akıl hem de kalbini sünnet-i nebeviyenin metodlarına göre kemalata ulaştırmış asfiyanın makamına ulaşamaz. Onun için Bediüzzaman hazretleri ‘Derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez.’[6] demiştir.
والله اعلم بالصواب
[1] Abdülkadir Badıllı, Mufassal Tarihçe-i Hayat, Cilt 3, s. 2644.
[2] Et-Tehanevî, Istalahatu’l-Funûn-i ve’l-Ulûm, s. 402.
Muhammed Ali Et-Tehanevi Hind alimlerinden olup 1745 yılında vefat etmiştir. Moğol sultanlarının/Babür hanedanının Hindistanda hükmettikleri bir sırada yaşamıştır. Alemgir Şah’ın son dönemlerini idrak etmiştir. İlk tedrisatını Kutbu’z-Zeman lakabını almış babasından almıştır. En önemli eseri ‘Keşşafu Istılahatu’l-Ulumi ve’l- Fünun’dur.
[3] Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşfî ve şuhudî hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir. İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, bürhanî ve Kur’anî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler. Said Nursi, kastamonu lahikası, s. 36.
[4] Said Nursi, Saykalu’l-İslâm/Ta’likât, s. 246.
[5] Said Nursi, Şualar, s. 178.
[6] Said Nursi, Mektubat, s. 121.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.