Kalpten Arş'a

Bir tefekkür faslında Risale-i Nur'dan kısımlar zihnimi ziyaret edip latif manalar bırakıyor. Bu seyri bir parça paylaşmak istiyorum. Hatam varsa düzeltilmesini okuyuculara bırakıyorum.

Önce şu parça geliyor aklıma: "Cemal ve kemal sahibi bilbedahe cemal ve kemalini sevmesi gibi, Zat-ı Zülcelal dahi cemalini pek çok sever. Hem kendine layık bir muhabbetle sever. Hem cemalinin şuaatı olan esmasını dahi sever. Madem esmasını sever; elbette esmasının cemalini gösteren sanatını sever."

Aslında daha öncesi de var: "Cemal ve kemal çünkü bizzat sevilirler her şeyden ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemal, madem kendini sever, kendini ayinelerde görmek ister…"

Kemal ve Cemal bizzat sevilirler. Bir güzellik, bir yetenek, bir vasıf kendiliğinden sevilir. En uç bir örnek verecek olursak Messi namında bir futbolcu var. Futbola ilgi duyanların çoğu bu adamın yeteneklerinden dolayı kendilerine hiçbir faydası olmamasına rağmen büyük bir hayranlık besliyorlar. İlgilenilen sanat kişiden kişiye değişebilir. Ama her insan vakıf olduğu sanatın ustalarına (kıskançlık gibi bir garez yoksa) hayranlık duyar ve sever. Peki bütün güzelliklerin, bütün hikmetlerin, bütün gücün, bütün matematiğin, fiziğin kaynağı olan Zat kendini nasıl sever? Elbette ki bizim asla kavrayamayacağımız bir yücelikte ve bu vasıflarının sonsuzluğu ölçüsünde sever. Ve yarattığı her şey, yani bütün sanat ürünleri bu sevginin varyasyonlarıdır.

Başka bir ifadeyle kâinat, yaratıcının kendi cemal ve kemaline duyduğu aşk ve sevginin çeşitli derecelerde türevleridir. Bir gülü sever. Çünkü gülde kendi sanatını, o sanata menşe olan esmasını, o esması dolayısıyla zatındaki cemal ve kemalini sever. Hz. Muhammed'i (sav) kendisine, esmasına, sanatına en mükemmel bir ayine olarak sever. Zaten Üstad da "Rahman suretinde yaratılma"yı açıklarken şöyle demiyor mu:

"Zât-ı Rahmânü’r-Rahîmin delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda delâletleri kat’î ve vâzıh ve zâhirdir ki, güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O âyine güneştir” denildiği gibi, “İnsanda suret-i Rahmân var” vuzuh-u delâletine ve kemâl-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir."

Bu manaları düşünürken aklıma Risale-i Nur'da da Arapça aslı geçen bir Kudsi hadis geliyor: “Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü'min kulumun kalbine sığarım." Tabi Kur'an dilinde kalp sadece kan pompalama organı değil. Aynı zamanda insanın iç aleminde düşünsel ve duygusal faaliyetlerin gerçekleştiği yer konumunda. İnsan tefekkürle ve aşk ile Rabbini tanıyabilir o zaman. Tanısa sever zaten. Zira başta demiştik; cemal ve kemal bizzat sevilir diye.

Bu sevme işleminin yolları geliyor aklıma. En başta Dördüncü Şua ve Otuzikinci Söz. Dördüncü Şua'da Allah'ın güzelliğinin kâinattan örneklerle anlatıldığı sayfalar geliyor. Burada sadece bir kısmını hatırlarsak: Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye adında bir bölüm var Dördüncü Şua'da. Orada Üstad kalbindeki Ârş'ı bir parça ziyarete açıyor. İfade doğru oldu mu bilmiyorum ama şöyle bir cümle var Lem'alarda: "Esmâ-i İlâhiyenin herbirisinin, bir güneş gibi, kalbden Arşa kadar cilveleri var. Kalb de bir arştır. Fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez."

Kısaca toparlarsam Allah'ın kendine duyduğu, bizim kavramamızın imkansız olduğu sevgi ve bilinme arzusu bu kâinatın yaratılış sebeplerinden ilk akla gelen. İnsan Allah'ı bilip severek kalbini bir nevi arşa çevirebilir.

Estağfirullah...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum