Müslüman tarafsız olur mu?

"Memleketimizde zâhir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde boğuluyorduk." Kuleönlü Mustafa, Barla Lahikası'ndan.

Âmir Han'ın başrolünde oynadığı The Rising: Ballad Of Mangal Pandey'i izleyeleriniz var mıdır bilmiyorum. Eğer varlarsa hemen hatırlayacaklar: O filmde Hindistanlı askerlerin İngilizlere karşı ilk isyanı (tarihteki adıyla 1857 Sipahi İsyanı) anlatılıyordu. Ve bu isyan, sanıldığının aksine batınî bir özgürlük arzusundan değil, Müslümanların ve Hinduların dinlerinin zâhirine yapılan bir hakaretten kaynaklanıyordu.

Isırarak kopardıkları barut kartuşlarının inek ve domuz yağından yapılması Müslümanları ve Hinduları İngilizlere karşı ayaklandırmıştı. İngilizlerin Hindistan sömürüsü elbetteki başka pekçok kötülüğü içerisinde barındırıyordu. Ama domuz ve inek yağı konusu, hem Müslümanlar hem de Hindular için, spesifik yorumlarla tevil edilip nötrleştirilemeyecek bir arızaydı. Ve zâhir-i şeriat, aşılamayan bir engel olup, askerleri ateşlendirdi.

Peki neden başka birşey değil de dinin zâhirine dair bir emir insanları ateşlendirdi? Bunun 'somutluğun tevil kaldırmazlığı' ile büyük bir ilgisi olduğunu düşünüyorum ben. Evet. Somut soyut gibi değildir. Fıkıh ilke gibi değildir. Onun kadar kolay bükülemez. Onun gibi çok anlama getirilemez. Ve bu açıdan bir de denilebilir ki: Kur'an'ı salt bir 'ilkeler kitabı' olarak görüp onu sünnetten ayırmak aslında daha kolay bükebilmek için zırhından ayırmaktır. Çünkü, tıpkı Hz. Ali'nin (r.a.) Haricilerle münazara yapmaya giderken İbn Abbas'a (r.a.) da söylediği gibi, Kur'an Cevamiü'l-Kelîm'dir. Kelimeleri çok anlama gelebilir. Böylesi bir zeminde sapkınlığa düşenlerle sünnetle mücadele edilir.

Aynı zamanda herbiri birer şeair-i İslamiye de sayılabilecek zahir-i şeriatın parçalarını küçük görmek, insanı, bâtın dünyasında savrulmalara götürür. Bâtın-ı şeriatı küçük görmek ise, şeriatı, 'ruhsuz ritüeller bütünü' gibi görmeye ve göstermeye sebep olur. Zâhir-i şeriata muhtacız. Çünkü nereye varacağı belirsiz esnemeleri ve kimlik yitimini önler. Bâtın-ı şeriata muhtacız. Çünkü o da amellerin içsel bir coşkuyla, huşûyla, ihlasla yapılmasını ve başkalara aktarılmasını sağlar.

Modernizmin, her türüyle ve görünüşüyle, kendisini üzerine inşa edebileceği şeyin 'nötr' bir varlık algısı olduğunu düşünüyorum. Yani, insanı bir şekilde modernizmin etkisine açık hale getiren şey, varlığı hayır-şer, helal-haram ekseninde nötr olarak görmesidir. Bunun bir adım gerisi ise, 'bitarafane muhakeme' olarak da tabir ettiğimiz, sözde objektif bakıştır. Objektiflik kalbinde iman nuru yanan insanın, imanının iktizası olarak, hak-bâtıl ekseninde sahip olamayacağı bir bakış açısıdır. İslam böylesi meselelerde tarafsızlığı değil teslimiyeti ifade eder.

İman, hükmün açık olduğu hususlarda, bizi hakka taraf kılar. Akaid, inancı spesifiklikten kurtarır. 'Müslümanım' diyen insanın, hemen öncesinde 'elhamdülillah' demesi, ait olduğu şeyin arkasında da olduğunu gösterir. Evet. Hamdeder. Çünkü onu bir nimet olarak görmektedir.

Tam bu noktada Müslümanın varlığa bakışı modernistten farklılaşıyor. Modernist, kendisi Müslüman dahi olsa, bakış açısı itibariyle inkarcıyla tehlikeli bir yakınlaşma içindedir. Çünkü inkarcı da varlığın inanç-inançsızlık noktasında tarafsız olduğunu düşünür.

Dinlerin (!) sadece yorum farkından kaynaklanan nüanslar içerdiği iddiası her modernistin farklı ölçülerde vardığı bir sonuçtur. Bunun bir adım arkası zâhir-i şeriatı küçümsemedir. Çünkü zâhir-i şeriat nötrleşmeyi de engeller. Daha en dış katmanından bir eşitlenmenin önüne geçer. Örneğin: Tesettürlü bir kadın istense de karıştırılamayacaktır. Ve bu 'karıştırılmayış' bazılarının bozuk vicdanını bir hayli rahatsız eder.

Varlıkta inkarını destekleyecek deliller bulmakta zorlanan inkarcı, Bediüzzaman'ın şeytanla münazaralarında naklettiği şekilde, söylem değiştirerek şunu teklif eder bize: "Bitarafane muhakeme et, öyle bak!" Bu nötralizasyonun ardından inkar "Bir de böyle düşün!" dedirtecek, yani Bediüzzaman'ın dikkatimizi çektiği şekilde 'taraf-ı muhalifi iltizam' sayılacak hamleler yapacak, hatta 'şıkk-ı muhalifi esas tutma'larla bizi savuracaktır.

Bu hastalığın farklı sûretlerde bize de tesir ettiği kanaatine sahibim. Hatta bence empatiye zorlandığımız her yerde bu sağlanmaya çalışılıyor. Taraf-ı muhalifi iltizam sayılabilecek bir eşitlikçiliğe zorlanıyoruz. Liberal söylemde kutsallaştırılan empatinin en tedirgin edici yanı da bu. 'Anlamaya çalışayım' derken karşı tarafa geçmek.

Mesela: Hollywood yapımlarında sıklıkla rastladığımız 'eşcinselleri anlama çabaları' dindarlığından emin olduğum gençlerde bile şöyle soruların oluşmasına neden olabiliyor: "Allah onları da öyle yaratmış. Fıtratlarında bu var. Bundan mesul tutulabilirler mi?" Halbuki aynı genç takvasının içini doldurabilmek ve Kur'an'ın vaadettiği güzel akıbete kavuşabilmek için öyle yaratıldığı (!) pekçok şeyden sakınıyor. Harama bakabilecekken bakmıyor. Çalabilecekken çalmıyor. İçebilecekken içmiyor... vs. İmtihanın doğasını gayet iyi biliyor. Fıtratının temayül ettiği herşeyi yapmıyor.

Fakat kendi hayatını anlamını şeriatın sınırlarıyla bulduğu ve memnun da olduğu halde eşcinselin hayatını artık "Kuvve-i şeheviyesine şeriat ile sınır koymaya mecbur edilemez! Zorlanamaz! Çünkü öyle yaratılmış!" şeklinde yorumlayabiliyor.

Dikkat edin yerli-yabancı sinema yapımlarında şöyle bir temayül var: Eşcinsellerin tamamı, diğer bireylerin sahip olamadığı kadar, iyi bir kalbe ve karaktere sahip oluyorlar. Sanki fuhuş ve/veya uyuşturucu sektörlerinin üzerlerinde döndüğü insanlar bu insanlar değillermiş gibi, nerede bir eşcinsel var, o içinde bulunduğu kurgunun 'en sempatik karakteri' oluveriyor.

İsmetin nübüvvet elinden (hâşâ) alınıp eşcinsellere verildiği bu duruma bir endoktrinasyon demek doğru olmaz mı? Bence şu an hepimizin zihni böylesi bir endoktrinasyona maruz bırakılıyor. Kuvve-i şeheviyenin sapkınlığı olan bir durum 'doğal' olarak sunularak varlık algımız haram-helal ekseninde nötrleştiriyor. 'O da olabilir, bu da olabilir, şu da olabilir...' gibi geliyor.

Algı saldırılarına karşı izzetli bir İslam müdafaası olduğunu düşündüğüm 17. Lem'a, belki biraz da bu yüzden, 9. Notası'nda bizi 'durduğumuz yerden emin olmaya' çağırıyor: "Bil ki, nev-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemâlâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zâhir bir hak, fâik bir kemal görünüyor. Bilbedâhe, hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebîler elindedir. Dalâlet, şer ve hasâret, onun muhalifindedir."

Bu paragrafı okuduktan sonra hepimizin kendisine sorması gereken soru şu sanırım: Hâlâ doğru tarafta olduğumuzdan emin miyiz? Yoksa, biz de, yüce (!) Batı medeniyetinin aşıladığı yeni paradigmalara İslam'ın biraz yer açması gerektiğini mi düşünmeye başladık? O zaman hemencecik şunu da masaya yatıralım: Eskiyen bir din eskimeyen bir Allah'ın dini olabilir mi? Evet. Kalpler sık sık kontrolden geçmeli. Roma bir günde kurulmadığı gibi bir günde de yıkılmıyor. Vazgeçtiği her hakikatte bir duvarı dökülüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum