Prof. Dr. Musa Kazım YILMAZ
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ve Risale-i Nur
Yarım yüzyıldan fazladır Ahmet Akgündüz Hocayla tanışırız. İlk tanışmamız Diyarbakır İmam-Hatip Lisesinde olmuştu. Biz orta 2. sınıftaydık, Ahmet Hoca da 1. sınıfa kaydolmuştu. Böylece biz onun abisi sayılıyorduk. Biz parasız yatılıda okuyor ve okula çok yakın bir pansiyonda kalıyorduk; Ahmet hoca gündüzlüydü ve [yanlış hatırlamıyorsam] bir akrabasının evinde kalıyordu.
Diyarbakır Günleri
Yatılı pansiyonun başkanı, lise 2’de okuyan, Mehmet Gerçek adında Mardinli bir arkadaştı. Allah rahmet etsin, liseyi bitirdikten sonra genç yaşta vefat ettiğini duyduk. Mehmet Gerçek’ten başka Mehmet Burhan ve Mesud Örnek de vardı. Bu abilerimiz, İslam davasını kelebek omuzlarına almış, çok aktif, çok kitap okuyan, kürsülerde ateşli vaazlar veren ve yeni gelen gençlerle ilgilenen aktif öğrencilerdi. Zaman zaman bizleri toplar ve 1. sınıfa yeni kaydolan arkadaşlarla ilgilenmemizi isterlerdi. Çünkü 1970’lerde Diyarbakır’da, Kürtçülük, Türkçülük ve Komünistlik gibi zararlı fikir akımları vardı. İmam-Hatip öğrencilerinin bu yanlış akımlara kapılmamaları için kendilerine göre tedbirler alıyorlardı. Çok şuurlu bir Müslüman olan müdür başyardımcısı Hasan Yeşil de bu aktif arkadaşları destekliyor ve onların sıkıntılarını kolaylaştırıyordu. Cihat ruhu kuvvetli olan Hasan Yeşil, daha sonraki yıllarda PKK tarafından şehit edildi. Allah rahmet etsin.
Mehmet Gerçek ve arkadaşları sene başında yapılan bir toplantıda yeni gelen 1. sınıf öğrencilerinin isimlerini bize verdiler ve, “Arkadaşlar! Bu çocuklar size emanettir. Eğer beyinleri taze olan bu kardeşlerimizle ilgilenmezseniz yarın yanlış fikirlere kapılırlarsa siz de sorumlu olursunuz” dediler. Herkese bir veya iki öğrenci düşüyordu. Biz teneffüslerde o öğrencilerle ilgilenecek ve onları kitap okumaya teşvik edecektik. Ayrıca bir sıkıntıları olduğunda bize bildirmelerini söyleyecektik.
Bana Diyarbakırlı bir öğrenci verilmişti. Onunla ilgileniyor ve teneffüslerde onunla sohbet ediyordum. Sıra arkadaşım M. Nuh Yurgiden’e de Ahmet Akgündüz verilmişti. Bir gün M. Nuh bana, “Ya Musa Hoca, bana verilen öğrenci [Ahmet Akgündüz] çok acayip bir adam, ne söylersem bana itiraz ediyor. Niçin bu böyle, bu neden böyle olmuş, bunun böyle olduğunu nereden biliyorsun, gibi sorular soruyor. Onunla konuşamıyorum. Hele sen gel onunla bir konuş” dedi. Ben de tamam, dedim.
Bir gün teneffüste kendisiyle tanışmaya gittim. Bir de ne göreyim; karşımda gözleri çakmak çakmak bir çocuk duruyor. İlk karşılaşmamızda bana sorgu dolu bir gözle baktı. Yüzünde olgun, mağlup edilemez, kendinden emin ve telaşsız bir çehre saklıydı. Kendi kendime, “Bu adamla işimiz zor” dedim. Tanıştıktan sonra, “Biraz kitap okuyalım mı?” dedim. Ahmet Akgündüz, “Tamam, okuyalım” dedi. Yanımda Haşir Risalesi vardı. Ondan okuduk; kitaba itiraz etmedi. Sadece, “Ben Bediüzzaman’ın kitaplarını okudum” dedi. Ahmet’in, Risale-i Nur okuyan bir aileden geldiğini anlamış olduk. Ama ailesini tanımıyorduk. Çoğu kez teneffüslerde buluşuyor ve kitap okuyorduk. Ahmet Hoca hep, okuduklarımızın açıklamalarını isterdi. Bir gün baktım 30-35 yaşlarında bir adam okula geldi; Ahmet Akgündüz’ü buldu ve onunla konuşmaya başladı. Yanlarına vardım, meğer o adam, köyde imamlık yapan abisi merhum Ali Akgündüz imiş. Onunla da tanıştık. Sonra Ahmet, dönem sonunda veya dönem bitmeden Gaziantep imam Hatip Lisesine geçti.
Zaman zaman Ahmet Akgündüz’ü, Melikahmet’teki 10 numaraya gelen Ali Akgündüz hocadan sorardık. Allah rahmet etsin Ali Akgündüz hem âlim hem de sadık ve ihlaslı bir nur talebesiydi. Onun için dava her şeyden, hatta hayatından bile daha önemliydi. Onu gördüğümde, büyük davanın büyük adamlarından biri olduğunu anlamıştım. Çünkü bir sanatkâr edasıyla tane tane konuşur ve muhatabının bam teline dokunurdu. Daha sonra Ali Hoca’nın tayini Diyarbakır Nebi camisine çıktı. İstanbul’a taşınana kadar uzun yıllar orada görev yaptı. Cami, nur talebelerinin uğrak yeri olmuştu; orada hem sohbet yapılır hem uzaktan gelenler ağırlanırdı. Ali hoca ile tanışınca Ahmet Akgündüz’ün nasıl bir hazineden feyz aldığını da anlamış olduk.
Erzurum Günleri
Ahmet Akgündüz’le ikinci karşılaşmamız Erzurum’da oldu. Ben 1975’te İslami İlimler Fakültesine kaydoldum, Ahmet Akgündüz de bizden bir yıl sonra kaydoldu. Onun Erzurum’daki öğrencilik hayatı çok hareketli, evli olduğu için biraz da sıkıntılı geçiyordu. Henüz öğrenci iken üniversite camisine imam Hatip olarak atanmış ve evini Erzurum’a getirmişti. Fakat Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından atama süresi çok uzamaya başlamıştı. Haliyle hoca bazı sıkıntılar çekiyordu. Şimdi, Ahmet Akgündüz Hocanın müsaadesiyle, atamanın gecikmesiyle ilgili bir hatıramı da nakletmek isterim.
Bir gün, İstanbul yolu üzerindeki Süleymaniye dershanesinde ders yapılıyordu. Merhum Mehmet Kırkıncı Hocamdan başka, o zaman Adalet Partisi milletvekili olan merhum Osman Demirci Hoca da dersteydi. Osman Demirci vaiz olduğu için konuşurken bazen bir vaiz edasıyla heyecanlanır, elini masaya vurur ve yüksek sesle bir şeyler haykırırdı. O toplantıda Kırkıncı Hocam konuşuyordu; konu hararetli bir noktaya gelince, Osman Demirci elini masaya vurup yüksek sesle, “Yaşasın İslamiyet… Yaşasın İslamiyet” dedi. Ahmet Akgündüz, eğri giden bir şeyi gördüğünde müdahale etmekten asla çekinmez. Karşısındaki zat en yüksek dünyevi makama sahip olsa bile, onun eğri bir tarafını görürse dayanamaz ve mutlaka müdahale eder. Nitekim Osman Demirci’den hemen sonra, “Yaşasın tembellik… Yaşasın tembellik” diye bağırdı.
Mehmet Kırkıncı Hoca dâhil herkes şaşırıp kalmıştı. Osman Demirci, “Hayırdır Ahmet efendi, niye böyle söyledin anlamadım” dedi. Ahmet Akgündüz ayağa kalktı; Osman Demirci Hocanın yüzüne bakarak şöyle dedi, “Yahu muhterem hocam, siz iktidarın Milletvekilisiniz. Erzurum’daki Milli Eğitimde ve birçok birimde, nice ehliyetsiz kişiler idarecilik yapıyorlar. Halk, bu ehliyetsizleri iş başından uzaklaştıracaksınız diye size oy verdi. Siz de bunları değiştireceğinize söz vermiştiniz. Bunca zaman geçti, Ankara’dasınız, fakat bugüne kadar hiçbir idareciyi değiştirmediniz. Bırakın Milli Eğitime Müdür atamayı, benim Diyanet İşlerindeki basit bir tayinimi bile yaptıramadınız. Bu tembellik değil de nedir.” O gün orada bulunan herkes hem şaşırmış hem hayranlıkla Ahmet Hoca’nın cesaretini manen alkışlamıştı.
İngilizce ve Arapça Kursları
Geçim sıkıntısı, çoluk-çocuk ve buna benzer ailevi sıkıntılar Ahmet Akgündüz’ü hiçbir zaman ilimden ve Risale-i Nurla ilgilenmekten alıkoyamamıştı. Sürekli dershanelerde Arapça, İngilizce ve Usul-u Fıkıh dersleri veriyor ve ilmi çalışmalar yapıyordu. Hatta sınıfta, fakülte hocaları ondan çekiniyorlar, hatalı bir ibare okumaktan korkuyorlardı. Bazıları da bu işi kıskançlık derecesine bile çıkardılar.
Benimle birlikte, Hüseyin Yaşar, Ali Bakkal, Sabri Demirci ve birkaç sınıf arkadaşı daha 1979’da mezun olmuştuk. Ama Ahmet Hoca henüz fakültenin son sınıfındaydı. Onun hem Arapçası hem İngilizcesi 100 seviyesindeydi. Bir gün bizi Köşk dershanesinde topladı ve şöyle dedi, “Arkadaşlar, sizler mezun oldunuz ve bir kısmınız işiniz dolayısıyla Erzurum’da yaşıyorsunuz. Önümüzdeki yıl fakültede asistanlık sınavları yapılacak. Madem akademik yolla İslam’a hizmet etmek istiyoruz Arapça ve İngilizcemizin iyi olması lazım. Yoksa sınavı kazanamayız. O zaman her hafta cumartesi ve pazar günleri burada İngilizce ve Arapça dersleri vereceğiz. Bakalım ne kadar öğreniyoruz diye okuduğumuz yerlerden de sınav yapacağız.”
Gerçekten bir kış boyu Köşk medresesinde Arapça ve İngilizce kurslarına devam ettik. Ahmet Akgündüz büyük fedakârlıklar yaparak kış-kıyamet demeden Köşk dershanesine gelir ve bizlere ders verir, okuduğumuz yerlerden sınav yapardı. Bu sınav, seviyemizi öğrenmemiz bakımından çok faydalı olmuştu. 1980 yılında asistanlık sınavları yapıldı. Hepimiz hem İngilizceden hem Arapçadan geçer not alacak seviyeye gelmiştik. Fakat o zaman fakülteye musallat olmuş ırkçı bir ekip bazılarımızı İngilizceden bazılarımızı da Arapçadan bıraktı. Allah’a şükür, bizler daha sonra dışarıdan doktora yaparak, yerimize alınanlardan çok daha önce doçent olduk. Onlardan bazıları ise, Dr. öğretim üyesi olarak emekli oldular.
Ahmet Akgündüz ve Risale-i Nur
Şunu açıkça söylemek gerekir ki, Ahmet Akgündüz hayatını Risale-i Nur’u anlamaya ve anlatmaya vakfetmiş bir ilim adamıdır. Hiçbir şart altında Risale-i Nur ve Nur talebeleriyle olan irtibatını kesmemiştir. Erzurum’da İslami İlimler Fakültesi, İslam Hukuku bilim dalında asistanlık sınavlarına girdi; giren adaylar arasında en başarılı Akgündüz olmasına rağmen onu almadılar. Sebebi, Risale-i Nur ve Nur talebeleriyle olan bağlantısıydı. Yobazlığın şurasına bakın ki, Hocalar, “Nurcularla irtibatlı olmasaydın seni alırdık” diye açık açık söylediler. Yine Ankara İlahiyat Fakültesinde İslam Hukuku bilim dalında sınava girdi. Onu almadılar; sebebi yine Risale-i Nurla olan bağlantısıydı.

Ahmet Akgündüz İslamî İlimler Fakültesini okurken bir taraftan da Ankara Hukuk Fakültesini okuyordu. Ankara İlahiyat Fakültesinde yapılan sınav sırasında Hukuk 3. sınıftaydı. Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Halil Cin’le tanıştığı için bir gün Halil Cin Hoca, İlahiyat Fakültesi Dekanı Hüseyin Atay ile İslam Hukuku hocası Abdülkadir Şener’le karşılaşıyor ve onlara, “Ahmet Akgündüz çok başarılı bir öğrenci, onu neden almadınız?” deyince, İlahiyat hocaları, “Hocam bu çocuk Nurcudur. Onu fakülteye alamazdık” diyorlar. Halil Cin, “Yahu, Nurculuk bir suç ise, onunla siz değil emniyet güçleri ilgilenir. Onun Nurcu olup olmaması sizi ne ilgilendirir” diyor. Bunun üzerine Halil Cin, Ahmet Akgündüz’ü çağırıyor ve, “Gel aslanım, İlahiyat Fakültesini boş ver; Hukuk fakültesini bitir, ben seni asistan olarak alırım” diyor. Tam o sıralarda Halil Cin Dicle Üniversitesine rektör oluyor. Gerçekten Halil Cin hoca, Dicle Üniversitesi rektörü iken Ahmet Hocayı asistan olarak Hukuk Fakültesine aldı. Böylece bazı bağnaz ilahiyat hocaları yüzünden akademik kariyerini ilahiyat alanında değil hukuk fakültesinde devam ettirdi.
Ahmet Akgündüz’ün bilimsel çalışmaları birkaç kez boyunu aşacak düzeye ulaşmıştır. Kurmuş olduğu Osmanlı Araştırmaları Vakfı hep nadide eserler neşretti. Osmanlı Kanunnameleri ile başladı; daha pek çok kıymetli eser neşretti. Son birkaç senedir Risale-i Nur mecmualarını teker teker ele aldı, tahkik edip neşretti. Ayrıca Risale-i Nur Kamusu gibi çok değerli ve devasa bir kitap daha neşretti.
Ne yazık ki, öteden beri Risale-i Nurların neşri konusu Türkiye’de bir sorun olmuştur. Bediüzzaman’ın “Naşirler” dediği resmi zatların bir kısmı bir çeşit neşriyat yaparken bazıları bunu tasvip etmeyip farklı bir neşriyat yaptılar. Böylece birkaç farklı neşriyat ortaya çıkmış oldu. Üzülerek belirtmek gerekir ki, Risale-i Nurların neşriyatı, ihlas, sadakat ve uhuvvet düsturlarının ötesine geçip pastadan pay alma yarışına dönüştü. En son Bediüzzaman’ın gaye-i hayalinden birisi olan Risale-i Nurların Diyanet tarafından basılması meselesi, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yerine getirildi.
Ancak beklenti şu idi, “Nur talebeleri Diyanetin baskısını alıp medreselerinde hem okuyacaklar hem bağlılarına satacaklar.” Ama o da ne… Her medreseye numune olarak bir iki kitap [İşaratü’l-İcaz, Mesnevi veya Mektubat] koydular ve kendi neşriyatlarının derdine düştüler. Diyanet’in yayınlarıyla hiç ilgilenmediler. Böylece, Nur talebelerinin sahiplendikleri neşriyatlar müteaddit baskılar yaparken, 20 küsur yıldır Diyanet yayınlarının 2. baskısı henüz yapılmadı. Haklı olarak Diyanet, “Nurcular neden yayınlarımızı almıyorlar” diye şikâyet ediyorlar.
Şimdi Nur talebeleri, Ahmet Akgündüz Hocanın büyük bir emekle hazırladığı tahkikli Risale-i Nurları ne kadar değerli bulup sahiplenecekler; bu konuda kuşkularım fazla. Cenab-ı Allah Ahmet Akgündüz’den razı olsun, ona uzun ömürler versin; emeği asla boşa gitmeyecektir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.