Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Müflis olarak eli boş gitmek

Risaleleri müsteşrik gibi değil de kendini "en muhtaç ve en hasta benim" görüp okuyunca, insanın istifadesi farklı oluyor. O zaman büyük bir ummanın muhatabı olduğunuzu anlıyorsunuz. Asıl memba ve umman elbette Kur'an. 22.Sözün sonundaki "Sözlerin her birisi sema-yı Kur'an'da parlayan bir tek necm-i âyetin bir lem'ası ve bahr-i Furkan'dan akan bir âyetin ırmağından tek bir katresi" cümlesine bakar mısınız? Risalelerin her birisi bir Kur'an âyetinin bir parıltısı, ışıkçığı... Varın siz tüm âyetlerin parıltısını, ışığını ve asırlara dağıttığı nurları hesap edin. Herkesin kepçesine göre, kelam-ı İlahinin bereketinden istifadesinin derecesini düşünün. 

İşte böyle bir Kuran'a ve kâinatın mabihil iftiharı Resulü Ekrem'e (Aleyhisselam) talebe ve ilmin kapısı Şah-ı Merdan'a bende, ayrıca aşkı; davası, himmeti, hizmeti olunca, dünyaya ve mafihasına bakışın da yaşayışın da önceliklerin de farklı oluyor.

Böyle bir girişe geçenlerde okuduğum 23. Sözde geçen "O handa bir gece içinde on altını kumara mumara, eğlencelere ve şöhretperestlik yolunda sarfettim" cümlesi ve devamındaki "Gideceğin yere de müflis olarak, eli boş gideceksin" cümleleri vesile oldu. 

"O han ve bir gece içinde..." ne demek? Sonrası ise çok hazin... Bu handan müflis ve eli boş olarak ayrılmak ise, izahı zor bir kayıp. O handa özellikle mânevî hayatı kemiren, öteye taşıma adına yapıp ettiklerini kabirde bitiren, belki de farkında bile olamadığımız "şöhrestperestlik yolu" ise, hepimizi düşündürmelidir. Hadi "kumarı mumarı" geçelim. Âmellerin kilo ile değil zerre ile tartıldığı o fâş âleminde yapıp eylediğimizi zannettiğimiz koca koca âmellerin, zerre ile bile tartıya giremediğini çünkü şöhretperestlikle hiç olduklarını düşünebiliyor musunuz? Nasıl hazin ve geri dönüşü olmayan bir iflas olur? Zaten Hazret-i Peygamber de (Aleyhisselam) asıl iflasın bu olduğunu beyan buyurmuş olduğunu dinlemiştim.

Aşık Veysel'in "bir dakka miktarınca" bulup "bilmeden gece gündüz" yürüdüğü "iki kapılı han" dediği bu dünyanın mahiyetini Üstad, nur'u Kur'an ışığında çok geniş ve özgün yaklaşımlarla birçok yerde anlatıyor. Burada biz sadece  6.Mektubun başında geçen "dünya denilen diyar-ı gurbet" noktasını kurcalamaya çalışıyoruz.

Gerçekten dünya denilen diyar-ı gurbetteyiz. Bunu, ölümün mahiyetinin anlatıldığı "Ölüm saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslilerine bir sevkiyattır." cümlesinden de anladığımız gibi; "insan, malûm günahla cennetten ihraç edildi." cümlesinden de anlayabiliyoruz.

İnsanoğlunun fıtratında saklı nihayetsiz derece ve derekâtın ortaya çıkması için, bir imtihandan geçmesi gerekiyor. Yoksa büyük bir adaletsizliği ve nihayetsiz bir zulmü netice verecek olan, elmasla  kömür, altınla bakır bir seviyede kalacaktı. İşte böyle bir imtihana en uygun yer ise, iyi ile kötünün, hayırla şerrin bir arada olduğu dünya hayatıdır. Onun için insan neslinin ademi olan Âdem Aleyhisselam, bir hikmet ve rahmet eseri olarak bir günah vesilesiyle orada yaratıldıkları için asıl vatanları sayılan cennetten, onlar için gurbet sayılan dünyaya gönderildiler. Yani bir nevi gurbete düştüler.

Gurbette imtihandan geçsinler, onlara bir lütuf olarak verilecek olan cennetteki ebedî kalacakları makamları tespit ve tayin etsinler. Onları bu imtihan mahalline gönderip misafir edeni tanıyıp teşekkür etsinler. Burada ev sahibi değil, misafir olduklarını bir cihetle gurbette olduklarını unutmasınlar diye de bulundukları asırları ışıklandırarak nurlandıran ya peygamber veya onların varisleri, takipçileri konumunda evliya ve asfiyalar gönderilmiştir.

Hani bir insanın kısa bir müddetliğine, orada yapılan edilenleri yerinde görüp tespit etme ve oranın görevlileri ile görüşüp ihtiyaçları kayıt altına alma vazifesiyle bir uzak gurbete, uzak bir adaya gönderildiğini düşünelim. Her türlü kayıt, muhafaza, görüşme ve seyahat cihazları ile donatılmış bu vazifedar arkadaşı, gurbette bulunacağı adaya ayak basar basmaz, ona verilen süre ve cihazları, onu çok alâkadar etmeyen işlerde kullanmaya başladığını düşünelim. Mesela kapılarda dolaşan haylaz çocuklar ve başıboş dolaşan hayvanlarla vakit geçirip onları kayıtlara geçirse; yabancı hanımlar ve gençlerle eğlenceye dalıp onları kameralara alsa, birtakım lüzumsuz ve onu ilgilendirmeyen sohbetlere kulak kabartıp teybine doldurup fotoğraflarını çekse, böylece ona verilen mühleti vazifesi ile alâkasız işlerde geçirip sonra da bir nevi müflis olarak, onu gönderen padişahın huzuruna çıkarılsa; nasıl bir muameleyle karşılık görür. Veya şöyle soralım. Onu ulvî, nezih, bütün ahaliyi ilgilendiren bir görevle gönderen padişah ve diğer vazifedârların huzurunda, bu arkadaşın teybi açılsa, fotoğraf makinesindeki resimler saçılsa, konuşup ettikleri, gezip gördükleri ifşâ edilse; bu arkadaş nasıl bir mahcubiyet yaşar. Hayali dahi insanı sarsıyor.

İşte biz, bakım ve takibinden aciz ve sorumlu da olmadığınız hafıza teybi, göz fotoğraf makinesi, ağız mikrofonu, ayak binekleri, hayal arşivi, dostlarımızı celp ve düşmanlarımızı def cihazları ve rahatımızı, keyf ve tenezzühümüzü, diğer vazifedârlarla iletişimimizi kolaylaştıracak onlarca cihaz ve binlerce duygu ile donatılmış olarak ve nezih, kolay ve anlaşılır bir vazife ile bu dünya adasına bir gurbetçi olarak, bir defalığına gönderilmişiz. Hatta başta acemiliğimizi atma, alışma, tanışma, tanıma, ünsiyet etme vazifeleri ve kavrama süresi olarak da bize bir lütufta da bulunularak on beş sene de süre verilmiş.

İnsan gurbete düşünce, oraya belli cihazlarla donatılmış bir vazife ile gönderince ne yapar? Asıl vatanına yüzü ak, alnı açık ve eli kolu dolu olarak dönmek ister değil mi? Fakat bunun aksi olarak ona belli vazifeleri yapmak için verilen cihazları onu o vazife ile gönderenin "Bu emaneti beş kârlı ticaretle bana sat, beş türlü zarardan da kurtul" çağrısına uyma istikametinde değil de "çok ziynetler, süslü suretler, fantâziyeler, müskirler" beraberinde olan "şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı" ve adada serseriyâne gezen bir adamın "Hey arkadaş! Gel gel beraber işret edelim, keyif edelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı (fakat zehirli) yemekleri yiyelim." çağrısına kulak verip de ona meylederse; ona verilen kısa, fakat kıymetli zamanını kıymetsiz, zararlı şeylerde öldürse, bir nevi imha etse, asıl vatanına "eli boş müflis" olarak dönecektir. Bir daha aynı sermaye ve vazifeyi alma imkânı da olmayan bir insanın, daha bu gurbet diyarındayken "Eyvah hem gençliğim bitti, ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum." noktasına gelmeden, aklını imanla ve itaatle  başına alması gerekmez mi?

Yıllar sonra bir vesile ile bir araya geldiğimiz liseden bir arkadaşımıza bunları anlatınca, arkadaş, bu fakire hitap ederek "Ben ahirete müflis olarak gitmemenin yolunu buldum" dedi. Heyecanla "Nasıl yani?" demiştim. "Ölümüme yakın aklımı başıma alır, tövbe eder, Hakka yönelirim. Olur, biter." mukabelesinde bulunmuştu. Ona "Güzel kardeşim, bu ana kadar sana engel olup tövbe edip Hakka yönelmene müsaade etmeyen şeytan ve nefsin, ölümüne yakın seni bırakır mı?" demiştim. Gerçekten şeytan ve şeytanın muvakkat şakirdi olan nefsin, hile ve munis yaklaşımları bitmiyor ki. Nereden, nasıl yaklaşacaklarını kestiremiyor, bilemiyoruz.

Evet dostlar, bu işler kendine güvenle olmuyor. Kendine güvenen, nefsine itimad eden baştan kaybediyor. Dikkatini ve her an teyakkuzunu muhafaza edemeyen, maksud-u menzile yakın bir yerde bir şekilde gagalanıyor. Bunu biraz kendimden biraz da çok yakın bir dostumdan biliyorum.

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum