Mehmet Kırkıncı Hocanın romanı

Tarihi ve siyasi, dini olayları yaşatmak için batılılar roman formunu kullanmışlar. Tolstoy Ruslar’ın Borodino Savaşı, Napolyon ve Fransızların Moskova seferi dediği savaşı yüz yıl sonra kaleme almış. Romanın adı Savaş ve Barış. Dünyanın en büyük romanı veya romanlarından kabul ediliyor. Savaşı hissetmek için savaşın cereyan ettiği yerde atla dolaşmış. Yeğeni “atların sesini duyuyordu sanki” diyor.

Bizim de tarihimizin büyük adamları ve savaşları var. Eğitim sistemimiz sanat üzerine sanatçı gibi bakmak üzerine kurulmamış. Büyük adamlarımız kısa paragraf halinde savaşları ve yansıtmaz cümleler ile anlatılıyor. Bizim Ayazmana Camiinin bir imamı var. Yavuz Sultan Selim’e benziyor. Kendisine benzediğini söyledim, çok etkilendi iltifat kabul etti, Yavuz’un kadrini anlatmaya çalıştı. Dedim “öyle büyük adam ki gassal onu yıkarken musallada avret yerlerini elleriyle kapatmış” bunu duyunca çok etkilendi. “Bunu bilmiyordum” dedi. Bir de Mercidabık Ridaniye sonrası çölde giderken galiba hicret yolu, atından iner, “neden indiniz Efendim” diye sorarlar. Der ki ”Peygamberimiz (asm) bana yol gösteriyor, nasıl atın üzerinde dururum” der. Bütün ayan ve erkan atlarından iner padişahın arkasına takılırlar.

Konu şu: Mehmet Kırkıncı Hoca’nın bir romanı olabilir. Hayatı bir romana çok benziyor. Tarassutlar, hapisler, kamplara sürgünler, Erzurum’da halkın kendine ilk zamanlar gösterdiği kısmi infial. Hayatında siyasiler var, onlarla oturmuş ülke meselelerini tartışmış.

Onun Hayat ve Hatıratım isimli kitabı bir roman için olabilecek herşeyi taşıyor. Romanlar olaylarla yazılır, onlar arasında olay örgüleri kurulur. İlk tahsil hayatına başlangıcı, Hocası Mustafa Efendi ile konuşması romanın ilk epizodu olacak kadar zengin. “Sen niçin okuyacaksın biliyor musun?” dedi. Sıkılganlıktan ne diyeceğimi bilemedim, sadece sustum. “Niyet çok önemlidir. Ben okuyayım müftü olayım, imam olayım gibi şeyler düşünerek okursan, bu ilim sana fayda vermez. Sen Allah rızası için okuyacaksın. Ben cehaletten kurtulacağım diye okuyacaksın” der.

Kitap aynı zamanda zaman ve zemin ve tarihi bilgiler de ihtiva ediyor. “Bütün medreseler ve camiler kapatılmıştı. Sadece Gürcü Kapı Camii, İhmal Camii, Lala Paşa Camii ve Murat Paşa açıktı. Kurşunlu Camii hapishane yapılmıştı. Kırkıncı Hocaefendi’nin evindeki Pazar sohbetlerinde genellikle bu konular konuşulurdu.“ Kitap çok yönlü bir kitap, beşyüz sahife küçük harflerle yazılmış, tahminen bin sahife.

Mustafa Efendi bir gün ülkeyi terketmeye karar verir. “Ben artık bu memlekette duramam. Gideceğim, burada dinimizi gizli okutuyoruz, okutanlar tevkif ediliyor, Kur’an yasak, ezan yok, kamet yok.” Kırkıncı Hocaefendi kitaba “romanım” deseydi belki alime yakışmaz bir tavsif olurdu ama daha çok okunurdu. Ne kadar emek verilmiş? Mekanlara, insanlara, mevsimlere dikkati var. Sanatçı adam: ”Hacı Farus Efendi’nin Erzuncan Kapı’daki tarihi taş binanın üstünde bir evi vardı. Mevsim bahardı.“ Aslında kitap tam bir roman, baktığını gören ve çok yönlü anlatabilen sanatçı bir insan, hayret doğrusu.

Portreler anlatır: “Hacı Faruk Efendi. Yanına gittiğimde kütüphaneye yaslanmış oturuyordu, bembeyaz bir çehresi ve yine bembeyaz bir sakalı vardı. Yüzü elmas kadar saf, berrak ve sevimli idi. Kucağında da yine sakalı gibi bembeyaz bir Van kedisi oturuyordu. Mekanla insan adeta bütünleşmişti.”

Kıymet bilmezlik bizim tabiatımızda var. Bediüzzaman ve talebelerinin hayatı sayısız roman olur. Said Özdemir Abi hapishane eşiği öper hapse girer. “Abi kaç defa girdin” dedim. İki gibi bir şey söyledi. “İki mi” diye sordum. “Ne ikisi on iki” dedi. Onun kadar girip çıkmış adam yok. Üstadın talebelerinin hayatını birisi toparladı onu da basit dedikodularla bir kenara attık adam ne kadar kıymetli bir insan hayret.

Kitap tam bir kronik. Ben ne yapayım iyi ki sanat okumuşum ama neye yarar. Bir üniversiteye gideyim dedim. Bir profesör arkadaşa söyledim. Gece yatıyorum rüyamda benim zamanımda Erzurum’un en meşhur hırsızını gördüm. Daha uyku mu kalır. Hanıma söyledim. Dedi “hakkında büyük büyük dedikodular var.” Keşke söylemeseydim dedim.

Ben bir zamanlar ekabirlerin hizmetçisiydim ama geceleri de metin edite eder sabaha hazırlanırdım. Editör bir hizmetçi, kadir bilmezlere kul ettin beni. Peygamberimizin (asm) de hizmetçileri varmış. Havlusunu taşıyan ve nalınlarını taşıyan. Ben de onlardan olsaydım. Ama sonradan o insanlar savaş yönetmiş. Şimdi Himmet 30 kitap yazmış. Ülkenin ciddi bir sanatçısı ve araştırmacı yazarı. Kime dert. İlkokulu bitirmemiş bir vakıf sizin pabucunuzu dama atar. Canım üzülme yenisini alırsın!

Ezanın Arapça okunma sahnesi var: “1950’nin 15 Haziranında Erzurum halkı ikindi vaktinden itibaren ezanın aslıyla okunacağını haber almıştı. Bizim halk o gün Erzurum sokaklarına döküldü. Bir bayram havası yaşanıyordu. Kadınlar ehram ve çarşaflarıyla toprak evlerin damlarına çıkmış bu bayramı beklemekteydiler. Herkes kurban edeceği koyun, koç, tosun ne varsa alarak Tebriz Kapı mevkiinden Lala Paşa Camiine kadar dizilmişlerdi.”

Kitap tam bir cümbüş, neler yok ki. Erzurum’un iki büyük insanı Hacı Salih Efendi ve Alvarlı Efe anlatılır. Bu kitap roman olmalı. Beş kitabım basıma hazır, karşımda düşman fırkaları ne yapayım? Bazen Canetti gibi kitaplarımı toplayıp bir meydanda yakmak geliyor içimden. Bu kadar ilmin ve insanın, sanatın, kıymeti bilinmeyen bir ülke ve akademik camia! Hayret ne hayret.

Kitap tam bir Erzurum kroniği, yazılmalı bir kitabın romanı hem bir cilt değil birkaç cilt. Ha gayret. Belki devam ederiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum