Mehmet Akif Ersoy konuşuyor-4

Doç. Dr. Fevzi Karademir'in yazısı:

Akif konuşuyor:

Şiir, tabiattaki ezeli ahenge ayna olmalı, onu yansıtmalıdır[1]:

Şi’rin başı, hilkatteki âheng-i ezelmiş.
Lakin ben o ahengi ne duydum, ne duyurdum! (Gölgeler, 4/40)[2]

Şiir, hayali boş şeyleri değil, hak ve hakikati terennüm etmelidir:

Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...
İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakîkat olsun tek!
(Fatih Kürsüsünde, 2/216)

Benim şiirim, hüneri sadece samimiyet olan aczimin gözyaşlarıdır:

‘‘Bana sor sevgili kaari[3], sana ben söyleyeyim,
Ne hüviyette şu karşında duran eş’arım
Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri;
Ne tasannu bilirim, çünkü ne sanatkârım
Şiir için ‘gözyaşı’ derler; onu bilmem, yalnız,
Aczimin giryesidir bence bütün âsârım!
Ağlarım ağlatamam, hissederim söyleyemem;
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizârım!
Oku, şayed sana hisli bir yürek lâzımsa;
Oku, zira onu yazdım, iki söz yazdımsa.
(Safahat, 1/4)

Allah cc., benzeri olmayan arşın sahibidir. Ezel ve ebet onun hükmündedir:

Fermânına mahkûm ezeliyyet, ebediyyet;
Ey pâdişeh-i arş-ı güzîn-i samediyyet
.

Serhadd-i ezel bed’-i hudûd-i melekûtun ,
Pehnâ-yi ebed gâye-i sahn-ı ceberûtun
(Safahat, 1/38)

Allah’ın feyzi, öyle engin bir okyanustur ki; asırlar onun birer dalgasıdır. O dalgaların her biri ise, kıyısı olmayan bir eserler denizi:

Ummân-ı şuûnun ki birer mevcidir a’sâr,
Her mevcesi bir lücce-i bî-sâhil-i âsâr!
(Safahat, 1/38)

İnsanı insan yapan, onu değerli kılan cevher, imandır:

Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür...
Îmansız olan paslı yürek sînede yüktür! (Safahat, 1/48)

Peygamberimiz (asv), dünyayı aydınlatan ışıktır. Fert de toplum da ona borçludur:

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î:
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kerre de, ma’mûre-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i Mübîn’i,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
(Gölgeler, 4/158)

Peygamberimizden ayrı düşmek yakıcı bir azap, ona kavuşmak en büyük saadetlerdendir:

Düşünce Ravza-i Peygamber’in ayaklarına;
Sarıldı göğsüne çarpan demir kuşaklarına.
Dikildi cebhe-i dîdâr önünde, müstağrak.
Diyordu inleyerek:

– Yâ Nebî, şu hâlime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca, sahrânın;
Benim de rûhumu yaktıkça yaktı hicrânın!
Harîm-i pâkine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca âilem, yurdum.
“Tahammül et!” dediler... Hangi bir zamâna kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var!
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hânümân, ne ocak...
Yıkıldı hepsi... Ben aştım diyâr-ı Sûdân’ı,
Üç ay “Tihâme!” deyip çiğnedim beyâbânı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki sahrâda;
Yetişmeseydin eğer, yâ Muhammed, imdâda:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akar sular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İrâdem olduğu gündür senin irâdene râm,
Bir ân için bana yollarda durmak oldu harâm.
Bütün heyâkil-i hilkatle hasbihâl ettim;
Leyâle derdimi döktüm, cibâli söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü...
Nücûma sor ki bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azâb-ı hecrine katlandım elli üç senedir...
Sonunda alnıma çarpan bu zâlim örtü nedir?
Beş altı sîneyi hicrân içinde inleterek,
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikâbını kaldır mezâr-ı pâkinden;
Bu hasta rûhumu artık ayırma hâkinden!
(Hatıralar, 3/180)

Kur’an-ı Kerim bir hayat kitabıdır. İlhamımızı ondan almalı, hayatımızı ona göre tanzim etmeliyiz:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.
(Asım, 3/390)

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de!
Yoksa, bir maksad aranmaz mı bu âyetlerde?
Lâfzı muhkem yalınız anlaşılan, Kur’ân’ın:
Çünkü kaydında değil, hiçbirimiz ma’nânın:
Ya açar Nazm-ı Celîl’in, bakarız yaprağına;
Yâhud üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’ân, bunu hakkıyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/58)

Yüce ahlakın kaynağı Allah korkusudur. Allah korkusundan yoksun fert ve toplumlar ahlaksızlığa duçar olur:

Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır;
Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdan'ın...
Ne irfanın kalır te'sîri kat'iyyen, ne vicdanın.
Hayat artık behîmîdir... Hayır ondan da alçaktır;
Ya hayvan bağlıdır fıtratla, insan hürr-i mutlaktır.
Behâim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan,
Beşer hâlâ habersiz böyle bir kaydın vücûdundan!
Meğer kalbinde Mevlâ 'dan tehâşî hissi yer tutsun...
O yer tutmazsa hiç ma 'nâsı yoktur kayd-ı namusun.
Hem efradın, hem akvamın bu histir, varsa, vicdanı;
Onun ta'tîli: İnsâniyyetin tevkî-i hüsranı!
Budur hilkatte câri en büyük kanunu Hallâk'ın:
O yüzden başlar izmihlali milletlerde ahlâkın. (Hatıralar, 3/26)

İnsan, kendi mahiyetinin farkında değildir. O, mahiyet itibariyle meleklerden yücedir, onda alemler gizlidir, dünyalar dürülüdür:

Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
"Muhakkar bir vücûdum!" dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:

Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir (dürülmüştür):
Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,
Olur kalbin tecellî-zâr-ı nûrâ-nûr-i Yezdânî.
Musaggar cirmin amma gâye-i sun´-i İlâhîsin;
Bu haysiyyetle pâyânın bulunmaz, bîtenâhîsin! (Safahat, 1/208)

İnsan, yarın pişman olmamak içi hayatını ganimet bilmeli, zamanını en iyi şekilde değerlendirmelidir:

Ganîmettir hayâtın, iğtinâm et, durma erkenden,
Yarın milyonla feryâd olmasın enfâs-ı ma’dûden!
Bu âlem imtihan meydânıdır ervâh için mâdâm,
Demek: İnsan değilsin eylemezsen durmayıp ikdâm.
Neden geçsin sefâletlerle, haybetlerle, ezmânın ?
Neden azmin süreksiz, yok mudur Allâh’a îmânın?
Çalış, dünyâda insan ol, elindeyken henüz dünya;
Öbür dünyâda insanlık değilmiş yağma, gördün ya!
(Hatıralar, 3/44)

İnsana ancak kendi çalışmasının karşılığı vardır. Hâlik ve mahlûkat faaliyet içerisinde iken çalışmamak utanılacak bir durumdur:

"Leyse li'1-insani illâ mâ seâ" derken Huda;
Anlamam hiç meskenetten sen ne beklersin daha?
Davran artık karbanın arkasından durma, koş!
Mahv olursun bir dakikan geçse hatta böyle boş.

Masiva bir şey midir, boş durmuyor Hâlik bile:
Bak tecelli eyliyor bin şe'n-i gunagun ile.
Ey, bütün dünya ve mafiha ayaktayken, yatan!
Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah'tan utan. (Safahat, 1/70)

Çalışmak ayıp değildir. Ayıp olan, başkasına el açmaktır:

Kuzum, ayıp mı çalışmak, günah mı yük taşımak?
Ayıp dilencilik, işlerken el, yürürken ayak. (Safahat, 1/58)

Himmetin ve azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz:

Şedd-i rahl et, durmayıp git, yolda kalmaktan sakın!
Merd-i sahib-azm için neymiş uzak, neymiş yakın?
Hangi müşkildir ki himmet olsun, âsân olmasın?
Hangi dehşettir ki insandan hirâsân olmasın?
İbret al erbab-ı ikdamın bakıp asarına:
Dağ dayanmaz erlerin dağlar söken ısrarına. (Safahat, 1/68)

Müslüman; çalışkan, özü sözü doğru olmalıdır:

İhtiyar amcanı dinler misin, oğlum, Nevruz?
Ne büyük söyle, ne çok söyle; yiğit işte gerek.
Lafı bol, karnı geniş soyları taklit etme;
Sözü sağlam, özü sağlam, adam ol, ırkına çek!
(Gölgeler,4/192)

Başarı araştırmaya, araştırma da başarıya bağlıdır:

Bir gâye-i maksûda şitâb eyleyen âdem,
Tutmuşsa bidâyette eğer azmini muhkem,
Er geç bulacak sa´y ile dil-hâhını elbet.
Zîrâ bu şu´un-zâr-ı tecellîde, hakîkat,
Tevfik, taharrîye, taharrî ona âşık; (Safahat, 1/188)

Yarıncılar helak olucudur:

Müsevvifler (yarıncılar) için dünyâda mahvolmak tabî’îdir.
Bu bir kânûn-i fıtrattir ki yok te’vîli: Kat’îdir.
Sakın ey nûr-i dîdem, geçmesin beyhûde eyyâmın;
Çalış hâlin müsâidken... Bilinmez çünkü encâmın.
(Safahat, 1/448)

Tembellik, yaradılış gayesine isyandır:

Atâlet fıtratın ahkâmına mâdem ki isyandır;
Çalışsın, durmasın her kim ki da’vâsında insandır.
(Safahat, 1/450)

Âtîyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Dünyâda inanmam, hani görsem de gözümle:
Îmânı olan kimse gebermez bu ölümle:
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen böyle değildin.
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümîdin mi yüreksiz?
(Hakkın Sesleri, 2/160)

Tevekkül tembellik olarak anlaşılmamalıdır:

“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan...
Ma’nâ-yı tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!
Ecdâdını, zannetme, asırlarca uyurdu;
Nerden bulacaktın o zaman eldeki yurdu?
Üç kıt’ada, yer yer, kanayan izleri şâhid:
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücâhid.
Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atâlet”,
Mîrâs-ı diyânetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhîdi sönerdi;
Kur’an duramaz, nezd-i İlâhî’ye dönerdi.
(Gölgeler, 4/62)

Duygusuzluk/sorumsuzluk en büyük derttir:

Duygusuz olmak kadar dünyada lâkin derd yok;
Öyle salgınmış ki mel’un: Kurtulan bir ferd yok!
Kendi sağlam... Hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin!
İşte en korkuncu hüsrânın, helâkin, haybetin!
(Hakkın Sesleri, 2/202).

Yüce sevgiler, ancak mukaddes duygular taşıyan yüreklerde olur:

Vatan muhabbeti, millet yolunda bezl-i hayât:
Hülâsa, âile hissiyle cümle hissiyyât;
Mukaddesâtı için çırpınan yürekte olur.
İçinde leş taşıyan sîneden ne hayr umulur?
Vatan felâkete düşmüş... Onun hamiyyeti cûş
Eder mi zannediyorsun? Herif: Vatan-ber-dûş!
Bulunca kendine bir yer, doyunca kör boğazı,
Kapandı, gitti, bakarsın ki, nekbetin ağzı.
Fakat sen öyle değilsin: Senin yanar ciğerin:
“Vatan” deyip öleceksin semâda olsa yerin.
Nasıl tahammül eder hür olan esâretine?
Kör olsun, ağlamayan, ey vatan, felâketine!
(Fatih Kürsüsünde, 2/354)

Mazlumun dostu, zalimin düşmanıyım:
Ağlasın milletin evlâdı da bangır bangır,
Durma hürriyyeti aldık diye, sen türkü çağır!
Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdâdıma saldırdı mı, hattâ, boğarım...
– Boğamazsın ki!
   – Hiç olmazsa yanımdan koğarım!

Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak nâmına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle.
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim.
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.
Zâlimin hasmıyım amma severim mazlûmu...
İrticâın şu sizin lehçede ma’nâsı bu mu?
(Asım, 3/322 vd.)

Bilenle bilmeyen bir olmaz zira cehalet, karanlık; bilgi, ışıktır.

Fakat câhille âlim büsbütün nisbet kabûl etmez:
O bir kördür, bu lâkin doğru yoldan hiç udûl etmez.
Diyor Kur’an: “Bilenler, bilmeyenler bir değil. Heyhât
Nasıl yeksân olur zulmetle nûr, ahyâ ile emvât!”
(Safahat, 1/450)

Ümitsizliğe düşen hüsrana düşer:

Ye´sin sonu yoktur, ona bir kerre düşersen
Hüsrâna düşersin; Çıkamazsın ebediyyen! (Safahat, 1/190)

Doğru mudur ye’s ile olmak tebâh?
Yok mu gelip gayrete bir intibâh?
Beklediğin subh-i kıyâmet midir?
Gün batıyor, sen arıyorsun sabâh!
(Hatıralar, 3/20)

Ey, Hakk’a taparken şaşıran, kalb-i muvahhid!
Bir sîne emelsiz yaşar ancak, o da: Mülhid.
Birleşmesi kâbil mi ya tevhîd ile ye’sin?
Hâşâ! Bunun imkânı yok, elbette bilirsin.
Öyleyse neden boynunu bükmüş, duruyorsun?
Hiç merhametin yok mudur evlâdına olsun?
(Gölgeler, 4/54)

Musibetlere karşı sabırlı olunmalıdır:

Senin bu yaptığın Allah’a karşı isyandır;
Asıl felâkete sabreyleyenler insandır...
(Safahat, 1/160).

Bu hale düşmemizin önemli bir sebebi de bize ümitsizliğin aşılanmasıdır:

Ben ki ecdâda söven maskaralardan değilim,
Anarım hepsini rahmetle... Fakat münfa’ilim.
– Niye?
   – Zerk etmediler kalbime bir damla ümîd.
Hoca, dünyâda yaşanmaz, yaşamaktan nevmîd.
Daha mektepte çocuktuk, bizi yıldırdı hayat;
Oysa hiç korku nedir bilmeyecektik, heyhat!
Neslim ürkekmiş, evet, yoktu ki ürkütmeyeni;
“Yürü oğlum!” diye teşci’ edecek yerde beni,
Diktiler karşıma bir kapkara müstakbel ki,
Öyle korkunç olamaz hortlasa devler belki!
Bana dünyâya çıkarken “Batacaksın!” dediler...
Çıkmadan batmayı öğren, ne kadar saçma hüner!
Ye’si ezber bilirim, azmi yüzünden tanımam;
Okutan böyle okutmuştu, beğendin mi İmam?
(Asım, 3/356)

Doğduk, “Yaşamak yok size!” derlerdi beşikten;
Dünyâyı mezarlık bilerek indik eşikten!
Telkîn-i hayât etmedi asla bize bir ses;
Yurdun ezelî yasçısı baykuş gibi herkes,
Ye’sin bulanık rûhunu zerk etmeye baktı;
Mel’un aşı bir nesli uyuşturdu, bıraktı!
(Gölgeler, 4/54)

Mahalle kahveleri, halkımızı katletmektedir:

Mahalle kahvesi Şark'ın harîm-i kâtilidir
Tamam o eski batakhâneler mukâbilidir:
Zavallı ümmet-i merhûme ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idrâki, sonra kendi ölür:..
Muhît-i levsine dolmuş ki öyle manzaralar:
Girince nûr-i nazar simsiyâh olur da çıkar!
(Safahat, 1/342)

Milletin yükselişi marifet ve fazilete bağlıdır:

Çünkü milletlerin ikbâli için, evlâdım,
Ma’rifet, bir de fazîlet... İki kudret lâzım.
Ma’rifet, ilkin, ahâlîye sa’âdet verecek
Bütün esbâbı taşır; sonra fazîlet gelerek,
O birikmiş duran esbâbı alır, memleketin
Hayr-ı i’lâsına tahsîs ile sarf etmek için.
Ma’rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek fazîletle teâlî edemez, za’fa düşer.
İbtidâîliğe mahsûs olan âvâre sükûn,
Çöker a’sâbına. Artık o da bundan memnûn!
Ma’rifet, farz edelim, var da, fazîlet mefkûd...
Bir felâket ki cemâ’atler için, nâ-mahdûd.
Beşerin rûhunu tesmîm edecek karha budur;
Ne musîbettir o: Tâunlara rahmet okutur!
(Asım, 3/480)

Asıl mutluluk aile hayatındadır:

Hayât-ı âile dünyâda en safâlı hayat,
Fakat o âlemi bizler tanır mıyız Heyhat!
Sabahleyin dolaşıp bir kazanca hizmetle;
Evinde akşam otursan kemâl-i izzetle;
Karın, çocukların, annen, baban, kimin varsa,
Dolaşsalar; seni kat kat bu hâleler sarsa,
Sarây-ı cenneti yurdunda görsen olmaz mı?
İçinde his taşıyan kalb için bu zevk az mı?
Karın nedîme-i rûhun; çocukların rûhun;
Anan, baban birer âgûş-i ilticâ-yı masûn.
Sıkıldın öyle mi! Lâkin, biraz alışsan eğer,
Fezâ kadar sana vâsi´ gelir bu dar çember. (Safahat, 1/346)

Boşanmak korkunç bir vakadır:

“- Dara geldin mi, şerîat! Sus ulan iz’ansız!
Ne zaman câmi’e girdin? Hani tek bir hayrın?”

“Müslümanlıkta şerîat bunu emretmiş imiş:
Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sâde bir iş!
Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber:
“Bir talâk oldu mu dünyâda semâlar titrer!”

Boşarım evlenirim bahsini artık kapa da,
Hak ne verdiyse yiyip geçinin bir arada. (Safahat, 1/386)

Aile kurmak zor geldiğinden nikâhlar azalmaktadır:

Evlenip âile teşkîli bugün zor geliyor;
Görüyorsun ya, nikâhlar ne kadar seyreliyor!
(Asım, 3/266)

Üç sınıf halkın durumu çok üzücüdür:

Üç sınıf halka içim parçalanır, hem ne kadar!
İhtiyarlar, karılar, bir de küçükler; bunlar
Merhamet görmeli, yüz görmeli insanlardan;
Yoksa, insanlığı bilmem nasıl anlar insan
(Safahat, 1/394)

Yetim ahı almak, insanı büyük azaba müstahak eder:

Yetîmin âhını yağmur duası zannetme:
O sayha ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe!
(Safahat, 1/280)

Eskiler, ilerlemeleri için gençlere yol vermelidir:

Evet, ilerlemek isterse kârbân-ı şebâb,
Yolunda durmaya gelmez. O, çünkü durmayarak,
Sabâh-ı sermed-i âtîye eylemekte şitâb;
O çünkü isteyemez hâle katlanıp durmak!
Onun kudûmü için nâzenîn-i istikbâl,
Açar da sîne, o olmaz mı per-güşâ-yi visâl?
Durur mu artık onun karşısında, mâzî, hâl?

– Siz, ey heyâkil-i bî-rûhu devr-i mâzînin,
Dikilmeyin yoluna kârbân-ı âtînin;
Nedir tarîkini kesmekte böyle isti’câl ?
Durun, ilerlesin Allah için, şu istikbâl.
(Safahat, 1/444)

İstibdat (baskı), lanetliktir:

Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâd,
Bıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yad!
Diyor ecdâdımız makberlerinden: "Ey sefil ahfâd,
Niçin binlerce ma´sûm öldürürken her gelen cellâd,
Hurûş etmezdi, mezbûhâne olsun, kimseden feryâd

...

Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,
"Bu bir cânî!" dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse.
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye´se...
Ne mel´unsun ki rahmetler okuttun rûh-i İblîs´e!
(Safahat, 1/240)

Hürriyet ve istiklâle âşığım:

Doğduğumdan beridir âşıkım istiklâle.
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
(Asım, 3/324)

Değil kâbûsun artık, devr-i devlet intibâhındır.
Gel ey nâzende hürriyet ki canlar ferş-i râhındır.
Emindir mevki’in: En pâk vicdanlar penâhındır.
Serâpâ mülk-i Osmânî müeyyed taht-gâhındır
Serîr-ârâ-yı ikbâl ol ki; bir millet sipâhındır .
(Safahat, 1/244)

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım.
(Safahat Dışında Kalmış Şiirler, 4/226)

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağınım hürriyyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklâl.
(Safahat Dışında Kalmış Şiirler, 4/226)

Hürriyet fikri kuvvetle bastırılamaz:

Sanıyorlar kafa kesmekle, beyin ezmekle,
Fikr-i hürriyyet ölür. Hey gidi şaşkın hazele!
Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak;
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak!
Hangi ma’sûmun olur hûnu bu dünyâda heder?
Yoksa kânûn-i İlâhî’yi de yırtar mı beşer?
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/42)

Hürriyet; başıbozukluk, gayrı meşru eğlence ve mukaddesata karşı laubalilik olarak anlaşılmamalıdır:

Eli bayraklı alaylar yürüyor dört keçeli;
En ağır başlısının bir zili eksik, belli!
Ötüyor her taşın üstünde birer dilli düdük.
Dinliyor kaplamış etrafını yüzlerce hödük!
Kim ne söylerse, hemen el vurup alkışlanacak...
– Yaşasın!
   – Kim yaşasın?
      – Ömrü olan.
        – Şak! Şak! Şak!
Ne devâirde hükûmet, ne ahâlîde bir iş!
Ne sanâyi’ , ne maârif , ne alış var, ne veriş.

 

Çamlıbel sanki şehir: Zâbıta yok, râbıta yok;
Aksa kan sel gibi, bir dindirecek vâsıta yok.
“Zevk-i hürriyyeti onlar daha çok anlamalı”
Diye mekteplilerin mektebi tekmil kapalı!
İlmi tazyîk ile ta’lîm, o da bir istibdâd...
Haydi öyleyse çocuklar, ebediyyen âzâd!
Nutka gelmiş öte dursun hocalar bir yandan...
Sahneden sahneye koşmakta bütün şâkirdan .
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli
. (Süleymaniye Kürsüsünde, 2/82 vd.)

“Hürriyyeti aldık! “ dediler, gaybe inandık;
“Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!”
Cem’iyyete bir fırka dedik, tefrika çıktı:
Sapsağlam iken milletin erkânını yıktı.
“Tûran İli” nâmıyle bir efsâne edindik;
“Efsâne, fakat, gâye!” deyip az mı didindik?
Kaç yurda vedâ etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda!
(Gölgeler, 4/48)

Dalkavuk devri değil, eski kasâid yerine,
Üdebânız ana avrat sövüyor birbirine!
Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohumunu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gâyet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!

Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hâzır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/85)

Avrupalılaşma, öz değerlerden uzaklaşıp yozlaşma olarak anlaşılmamalıdır:

Sonra zenginlerimiz: “Haydi gidin, fen getirin.”
Diye, her isteyenin şahsına bilmem kaç bin
Ruble tahsîs ile sevkeylediler Avrupa’ya;
Pek fedâkâr idi hemşehrilerim doğrusu ya.
Bu giden kâfileden birçoğu cidden tahsîl
Ederek döndü. Fakat geldi ki üç beş de sefîl,
Hepsinin nâmını telvîse bihakkın yetti...

Din için, millet için iş görecek alçağa bak;
Dîni pâmâl edecek, milleti Ruslaştıracak!
Bunu Moskof da yapar, şimdi rızâ gösterelim;
Başka bir mârifetin varsa haber ver görelim!
Al okut, Avrupa tahsîli desinler, gönder,
Servetinden bölerek nâ-mütenâhî para ver;
Sonra bir bak ki: Meğer karga imiş beslediğin!
Hem nasıl karga? Değil öyle senin bellediğin!
Sâde bir fuhşumuz eksikti, evet, Ruslardan...
Onu ikmâl ediverdik mi, bizimdir meydan!

Kızımın iffeti batmakta rezîlin gözüne...
Acırım tükrüğe billâhi, tükürsem yüzüne.
Demiş olsaydı eğer: “Kızlara mektep lâzım...
Şu kadar vermelisin.” Kahrolayım kaçmazdım,
Elverir sardığımız bunları halkın başına...
Ben mezârımda, huzûr istiyorum, anladın a!
Biraz insâfa gelin, öyle ya artık ne demek?
Zengin olduk diye, la’net satın almak mı gerek?
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/46 vd.)

Medeniyet, göründüğü ve bize tasvir edildiği gibi değildir. O, yüzsüz bir kahpe, maskara bir mahlûk, tek dişi kalmış canavardır:

Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-i asîl,
Ne kadar gözdesi mevcûd ise hakkıyle sefîl,
Kustu Mehmedçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...
Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb
. (Asım, 3/418)

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
(Hakkın Sesleri, 2/142)

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
“Medeniyyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?
(Safahat Dışında Kalmış Şiirler, 4/228)

Avrupalılaşma, şöyle olmalıdır:

Alınız ilmini Garb’ın, alınız san’atini;
Veriniz hem de mesaînize son sür’atini.
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız;
Çünkü milliyyeti yok san’atin, ilmin; yalnız,
İyi hâtırda tutun ettiğim ihtârı demin:
Bütün edvâr-ı terakkîyi yarıp geçmek için,

Kendi “mâhiyyet-i rûhiyye”niz olsun kılavuz.
Çünkü beyhûdedir ümmîd-i selâmet onsuz. (Süleymaniye Kürsüsünde, 2/116)

Avrupa ile ilişkilerde Hindistan gençliğinin tavrı idealdir:

Hele hayran kalır insan yetişen gençlere de:
Bunların birçoğu tahsîl eder İngiltere’de;
Sonra dindaşlarının rûhu olur, kalbi olur;
Çünkü azminden, ölüm çıksa, o dönmez, sokulur.
Öyle, maymun gibi, taklîde özenmek bilmez;
Hiss-i milliyyeti sağlamdır onun, eksilmez.
Garb’ın almışsa herif, ilmini almış yalnız,
Bakıyorsun: Eli san’atli, fakat, tırnaksız!
Fuhşu yok, içkisi yok, himmeti yüksek, gözü tok;
Şer’-i ma’sûma olan hürmeti bizlerden çok.
Böyle evlâd okutan milletin istikbâli,
Haklıdır almaya âgûşuna istiklâli.
Yarın olmazsa, öbür gün olacaktır mutlak...
Uzak olmuş ne çıkar? Var ya bir âtî ona bak!
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/66)

İslam milletini parçalayıp düşmanlarına lokma haline getiren ırkçılık lanetliktir:

Müslümanlık sizi gâyet sıkı, gâyet sağlam,
Bağlamak lâzım iken, anlamadım, anlayamam,
Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?
Fikr-i kavmiyyeti şeytan mı sokan zihninize?
Birbirinden müteferrik bu kadar akvâmı,
Aynı milliyyetin altında tutan İslâm’ı,
Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyyettir .
Bunu bir lâhza unutmak ebedî haybettir (mahrumiyet)...
Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez...
Son siyâsetse bu, hiç böyle siyâset yürümez.
Sizi bir âile efrâdı yaratmış Yaradan;
Kaldırın ayrılık esbâbını artık aradan.
Siz bu da’vâda iken yoksa, iyâzen-billâh ,
Ecnebîler olacak sahibi mülkün nâgâh.
Diye dursun atalar: “Kal’a içinden alınır.”
Yok ki hiçbir işiten... Millet-i merhûme sağır!
Bir değil mahvedilen devlet-i İslâmiyye...
Girdiler aynı siyâsetle bütün makbereye.
Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/88)

Milliyetimiz İslam'dır:

Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
“Arnavutluk” ne demek? Var mı Şerîat’te yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arab’ın Türk’e; Laz’ın Çerkes’e, yâhud Kürd’e;
Acem’in Çinli’ye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlıkta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm’a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?
(Hakkın Sesleri, 2/154)

Bizi bir birimize bağlayan birlik rabıtalarına sımsıkı tutunursak hiçbir darbe karşısında sarsılmayız:

Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz;
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz!
Düşer mi tek taşı, sandın, harîm-i nâmûsun?
Meğer ki harbe giren son nefer şehîd olsun.

Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Bu altımızdaki yerden bütün yanar dağlar,
Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar ;
Değil mi cebhemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Lâz’ın, Türk’ün,
Arab’la, Kürd ile bâkîdir ittihâdı bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek... Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cebhe sarsılmaz!
(Hatıralar, 3/158 vd.)

Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır: Devr-i cem’iyyet.

Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet,
“Şu vahdet târumâr olsun!” deyip saldırma İslâm’a;
Uzaklaşsan da îmandan, cemâ’atten uzaklaşma.
İşit, bir hükm-i kat’î var ki istinâfa yok meydan:
“Cemâ’atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan.”
Nedir îman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı,
Perîşân eylemek zâten perîşân olmuş âhâdı ?
Nasıl yekpâre milletler var etrâfında bir seyret?
Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret!
(Gölgeler, 4/30 vd.)

Şehit kanı ile sulanmış bu vatanı elinden çıkaran nesil, zillete mahkûmdur:

Öyle meşbû’-i şehâdet ki bu öksüz toprak:
Oh, bir sıksa adam otları, kan fışkıracak!
Böyle bir yurdu elinden çıkaran nesl-i sefil,
Yerin üstünde muhakkar, yerin altında rezil!
Hem vatan gitti mi, yoktur size bir başka vatan,
Çünki mîrasyedi sâil kovulur her kapıdan!
Göçebeyken koca bir devlete kurmuş bünyâd ,
Çerge hâlinde mi görsün sizi kalkıp ecdâd?
“Çerge hâlinde...” dedim... Korkarım ondan da tebâh :

Saltanat devrilecek olsa, iyâzen-billâh,
Öyle iğrenç olacak âkıbetin manzarası!
Ki tasavvur bile vicdanlar için yüz karası!
Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin.
Bakınız çehre-i meş’ûmuna izmihlâlin:
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/93 vd.)

Müslümanların mevcut halleri, yürek parçalamaktadır:

Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile...
Âlem aldatmaksa maksad, aldanan yok, nâfile!
Kaç hakîkî müslüman gördümse, hep makberdedir;
Müslümanlık, bilmem amma, gâlibâ göklerdedir!
İstemem, dursun o pâyansız mefâhir bir yana...
Gösterin ecdâda az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yâdigâr,
Çok değil, ancak, necîb evlâda lâyık tek şiâr,
Varsa şâyed, söyleyin, bir parçacık insâfınız:
Böyle kansız mıydı -hâşâ- kahraman eslâfınız?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdâsına?
Benzeyip şîrâzesiz bir mushafın eczâsına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet târumâr?
Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedâr?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle âdet miydi bî-pervâ, yemek insan leşi?

Irzımızdır çiğnenen, evlâdımızdır doğranan...
Hey sıkılmaz! Ağlamazsan, bâri gülmekten utan!..
“His” denen devletliden olsaydı halkın behresi :
Pâyitahtından bugün taşmazdı sarhoş na’rası!
(Hatıralar, 3/34 vd.)

Çiğnenirsek biz bugün, çiğnenmek istihkâkımız :
Çünkü izzet nerde, bir bak, nerdedir ahlâkımız.
Müslümanlık pâk sîretten ibâretken, yazık!
Öyle saplandık ki levsiyyâta : Hâlâ çıkmadık!
Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi âsûdeyse, dünyâ yansa baş kaldırmamak;
Ahdi nakzetmek , yalan sözden tehâşî etmemek;
Kuvvetin meddâhı olmak, aczi hiç söyletmemek;
Mübtezel birçok merâsim : İnhinâlar (eğilme) , yatmalar,
Şaklabanlıklar, riyâlar , muttasıl aldatmalar;
Fırka, milliyyet, lisan nâmıyle dâim ayrılık;
En samîmî kimseler beyninde en ciddî açık;
Enseden arslan kesilmek, cebheden yaltak kedi...

Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi! (Hatıralar, 3/52)

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbûsu,
Asırlar var ki, İslâm’ın muattal, beyni, bâzûsu.
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin?” diyorlar. Gördüğüm:

Yer yer,
Harâb iller; serilmiş hânümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş çehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar; kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Tegallübler , esâretler; tehakkümler , mezelletler;
Riyâlar; türlü iğrenç ibtilâlar; türlü illetler;
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar;
Ekinsiz tarlalar; ot basmış evler; küflü harmanlar;
Cemâ’atsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
“Gazâ” nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar;
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar;
Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!..

Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perîşan yurda başvurdum.
(Gölgeler, 4/14)

Gezerken tavr-ı istilâ alıp meydanda bin münker,
Şu milyonlarca îman “Nehye kalkışsam” demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl ;
Yalan râic , hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî , emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman; din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!
(Gölgeler, 4/35)

Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından.
Bu mâtem, kim bilir, kaç münkesir kalbin gubârından
Hurûş etmekte, son ümmîdinin son inkisârından?

Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım:
Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim, bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!..
Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
(Hakkın Sesleri, 2/137 vd.)

Âlem-i İslam'ın hurafelerle meşgul olması üzücü bir durumdur:

O rasad-hâne-i dünyâ, o Semerkand bile;
Öyle dalmış ki hurâfâta o mâzîsiyle:
Ay tutulmuş, “Kovalım şeytanı kalkın!” diyerek,
Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek! (Süleymaniye Kürsüsünde, 2/52)

Vatana karşı sorumluluğumuzu gereğince yerine getirmediğimiz için suçluyuz:

Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perîşan bırakıp,
Yükselen mevkib (kafile)-i ervâh! Sakın arza bakıp;
Sanmayın: Şevk-ı şehâdetle coşan bir kan var...
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın, hem tükürün çehre-i murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-i lâkaydına Şark’ın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahbelere!
Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların aslâ güvenilmez sözüne!
Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!
(Hakkın Sesleri, 2/142)

Sâhipsiz olan memleketin batması haktır;
Sen sâhip olursan bu vatan batmayacaktır.
(Hakkın Sesleri, 2/162)

Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
(Gölgeler, 4/74 vd.)

Aydınlarla halkın arasının açık olması, bu iki sınıfın yeterince bütünleşmemesi, önemli bir yaradır:

Sizde erbâb-ı tefekkürle avâmın arası
Pek açık. İşte budur bence vücûdun yarası.
Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lâzım olur halkı da elbet cismi.
Bir cemâat ki dimâğında dönen hissiyyât,
Cismin a’sâbına gelmez, durur âheng-i hayât;
Felcin a’râzını göstermeye başlar a’zâ .
Böyle bir bünye için vermeli her hükme rızâ
. (Süleymaniye Kürsüsünde, 2/98)

Edebiyatçılarımızın milletin derdiyle dertlenmemesi, taklitçi ve sefih olması; eski ve yeni edebiyatımızın yüce fikirler, ceht ve gayret içermemesi, üzücü bir durumdur:

Çünkü merkep değilim, ben de mürekkep yaladım,
Ben de târîh okudum; âlemi az çok bilirim.
“Şuarâ ” dendi mi, birdenbire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, o ne yardakçı gürûh ,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekrûh .
Dalkavukluktaki idmanları sermâyeleri...
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespâyeleri .
Bu sıkılmazlara “Medh et!” diye, mangır sunarak,
Ne erâzil adam olmuş, oku târîhi de bak!
Edebiyyâta edebsizliği onlar soktu;
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu:
(Asım, 3/204)

Üdebânız hele gâyetle bayağ mahlûkât...
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar? Heyhât!
Kimi, Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, Îran malı der, köhne alır, hurda satar!
Eski dîvanlarınız dopdolu oğlanla şarab;
Biradan, fâhişeden başka nedir şi’r-i şebab?
Serserî: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi, fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah’a söver... Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/104)

Üdebâ doğrusu pek çok, kimi görsen: Şâir.
Yalınız, şi’rine mevzû iki şeyden biridir:
Koca millet edebiyyâtı ya oğlan, ya karı...
Nefs-i emmâre hizâsında henüz duyguları!

Sonra tenkîde giriş: Hepsi tasavvufla dolu:
Var mı sôfiyyede bilmem ki ibâhiyye kolu?
İçilir, türlü şenâ’atler olur, bî-pervâ;
Hâfız’ın ortada dîvânı kitâbü’l-fetvâ!
“Gönül incitme de keyfin neyi isterse becer!”
Urefâ mesleği; a’lâ, hem ucuz, hem de şeker!
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/54)

Ne kaldı? Bir edebiyyâtımız mı? Vâ-esefâ!
Bırak ki ettiği yoktur bir ihtiyâca vefâ;
Ya rûh-i milleti afsunluyor, uyuşturuyor;
Ya sînelerdeki hislerle çarpışıp duruyor!
Şarâb kokmada eslâfın en temiz gazeli...
Beş altı yüz sene “sâkî “ havâ-yı mübtezeli,
Sinir bırakmadı Osmanlılarda gevşemedik!

Muhîtin üstüne meyhâneler kusan bu gedik,
Kapanmak üzre iken başka rahneler çıktı;
Ayakta kalması lâzım ne varsa hep yıktı.
“Değil mi bir tükürük alna çarpacak te’dîb,
Ne hükmü var?” diye üç beş hayâ züğürdü edîb,
Bitirmek istedi ahlâkı, ârı, nâmûsu;
Çıkardı ortaya, gezdirdi saksılar dolusu,
(Hatıralar, 3/138 vd.)

Ayrılığa düşüp perişan olmuş milletin hali karşısında büsbütün ümitsiz değilim. Cenab-ı Hak’tan bir nurun geleceğini ümit etmekteyim:

Ezelde kaynaşan ervâha ayrılık var mı?
Cihan yıkılsa bu vahdet yerinden oynar mı?
Olunca minberimiz, Arş’ımız, Hudâ’mız bir;
Benim de beklediğim nûr onun da gâyesidir.

O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.
İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..
Bu secde-gâha kapanmış yanan yürekler için;
Bütün solukları feryâd olan şu mahşer için;
Harîm-i Kabe’n için; sermedî Kitâb’ın için;
(Hatıralar, 3/176 vd.)

Mâdâm ki Hakk’ın bize va’dettiği haktır,
Şark’ın ezelî fecri yakındır, doğacaktır.
(Gölgeler, 4/68)

Alın teri ile zorlukları aşmak mümkündür:

Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâ’at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla!
Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır “Tevfîki hak ettim” diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?
(Gölgeler, 4/38)

Memleketimiz ve sosyal hayatımız şöyle olmalıdır:

Sayısız mektep açılmış: Kadın, erkek okuyor;
İşliyor fabrikalar, yerli kumaşlar dokuyor.
Gece gündüz basıyor millete nâfi’ âsâr;
Âdetâ matba’alar bir uyumaz hizmetkâr.
Mülkü baştan başa i’mâr edecek şirketler;
Halkın irşâdına hâdim yeni cem’iyyetler,
Durmayıp iş buluyor, gösteriyor, uğraşıyor;
Gemiler sâhile boydan boya servet taşıyor...
(Süleymaniye Kürsüsünde, 2/76)

Dünya ve ahirette hüsrana düşmemek için özellikle şu iki şeyden ibret almalıyız:

-Geçmişten:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
“Târîh”i “tekerrür” diye ta’rîf ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
(Gölgeler, 4/144)

-Mezarlıktan:

Ey mezâristan, ne âlemsin, ne yüksek fıtratin!
Sende pinhân en güzîn evlâdı insâniyyetin;
Senden istimdâd eder feryâdı ye'sin, haybetin.
Bir yığın göz nûrusun, yâhud muhammer tıynetin,
Rûh-i pâkinden coşan gözyaşlarından milletin!

Şanlı bir târîhsin: Mâzî-i millet sendedir.
Varsa ibret sendedir, hikmet de elbet sendedir;
Devr-i istîlâ durur yâdında, devlet sendedir!
Çünkü hürriyyet, hamâset sende, gayret sendedir,
Zindegî zillettir artık bence izzet sendedir!
(Safahat, 1/112 vd.)

Yâ Rab ne hatîbdir ki makber:
İnsanlara en derin meâli,
Bir vahy-i bülend kudretiyle
Telkîn ediyor lisân-ı hali!
Ondan da alınmıyorsa ibret,
Yok bir daha almak ihtimâli!
(Safahat, 1/408)

Vatanımıza düşman ayağının basmaması, mabetlerimize düşman elinin değmemesi ve inancımızı haykıran ezanlarımızın sonsuza dek okunması, Rabbimden tek niyazımdır:

Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma’bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehâdetleri dînin temeli-
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
(Safahat Dışında Kalmış Şiirler, 4/226 vd.)

Genel Sonuç

Çeşitli şiirlerinden numune olarak alıntıladığımız mısralardan çıkan bu manalar, Mehmet Âkif’in duygu ve düşünce denizinden birkaç damladır. Okumadan yazanların, televizyon ekranlarındaki sığ slogan kırıntıları ile aydın olup (!) millete yön vermeye çalışanların, hele hele aydınlık payesini geçmişine söverek alanların kol gezdiği bir dönemde, gençliğimizin sunduğumuz bu damlalarla yetinmeyip, Âkif’in fikir çeşmesinden kana kana içeceğini, onun ferdi sosyal birçok sorunumuza deva sunan fikir eczanesinden yeterince istifade edeceğini umuyoruz.

KAYNAKLAR

CÜNDİOĞLU, Dücane (2010). Bir Kur’an şâiri, Kapı Yayınları, İstanbul.

ÇETİN, Nurullah (2010). “İstiklâl Marşımızın Tarihî, Edebî, Dinî ve Kültürel Kaynakları”, İlim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, 121: 6-32.

GÖKÇEK, Fazıl (2005). Mehmet Akif’in Şiir Dünyası, Dergâh Yayınları, İstanbul.

GÜNAYDIN, Yusuf T. (2009). Mehmet Akif’in Mektupları, Ebabil Yayınları, Ankara.

KARADEMİR, Fevzi (03.05.2015) “Akif’in Sultan Abdulhamid’e İsyanı”, http://www.tefekkurdergisi.com/

KUNTAY, Mithat Cemal (2007). Mehmed Akif, L&M Yayınları, İstanbul.

OKAY, Orhan (1998). Mehmet Âkif (Bir Karakter Heykelinin Anatomisi), Akçağ Yayınları, Ankara.

ÖZDAĞ Selçuk; DUMAN, Savaş (2012). “Mehmet Âkif Ersoy’un Sporcu Kişiliği, Sporun Âkif’in Kişiliği ve Mısraları Üzerindeki Etkisi”, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 29, 130-135.

ŞENGÜLER, İsmail Hakkı (Tarih yok). Açıklamalı Mehmed Âkif Külliyatı, Hikmet Neşriyat, İstanbul.

YETİŞ, Kazım (2011). Bir Mustarip, Mehmet Akif Ersoy, Akçağ Yayınları, Ankara.

http://mushaf.diyanet.gov.tr/ (Erişim: 18.1.2016)

http://dijitalsafahat.com/ (Erişim: 10.1.2016)

https://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_%C3%82kif_Ersoy (Erişim: 12. 1.2016)

https://www.youtube.com/watch?v=dyoLDEF5oMQ (Erişim: 15.1.2016)

 

[1] Böyle bir şiiri yazacak şair içinse Akif şöyle demektedir: “Tabiatı bir kitap gibi açıp okuyabiliyor musun, doğrudan doğruya tabiatı? O zaman şâirsin” (Kuntay, 2007, 59).

[2] Parantezdeki bilgiler; metnin alıntılandığı şiir kitabının adını ve metnin Şengüler tarafından tanzim edilen Mehmet Akif Külliyatı’nda hangi cilt ve sayfada geçtiğini göstermektedir.

[3] Kaari: okur, okuyucu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.