Lemaat ekseninde duygu çağrışımları (2)

UYUM

İnsan birey olarak doğar ve birey olarak da hayatını sürdürüp ölmelidir. Dünyanın hayhuyu ayrıca ona bir yük yüklememeli ve dünya, kamburu olmamalıdır.

Eğer dünyanın ağırlığı altında ezilirse, bunun sonucunda bireysellikten çıkıp bambaşka bir kişiliğe bürünmemesi ihtimal dışı. Bu durumda insan, kendinin değil, çevrenin, toplumun ve güçlerin güdümündedir; kendi zekâsıyla değil, başkalarının empozeleriyle, dayatmalarıyla hareket etmektedir; kendi adına değil, birilerinin ve hatta bir şeylerin adına hayat sürdürmektedir. Bu halde insan sanki kendinde değildir, sarhoştur, bilinçsizdir ve otomattır. İrade ve düşünceden yoksundur.

Oysa insan her şeyden önce bireydir. İradesi ile birlikte sorumluluk alma, kendini ve dünyayı yönetme, çevresini anlama ve anlamlandırma potansiyeline sahip, acizliği ve fakirliğine rağmen güçlü ve yetenekçe son derece zengin bir varlıktır.

Sanat ve ihtişam bakımından muazzam bir doğanın, kâinatın karşısındadır. “Âlem-i Ekber” olan ucu bucağı olmayan kâinatın muhatabıdır. Kâinat onun hizmetine sunulmuştur. Sinek vızıltısından gök gürültüsüne, damladan şarıl şarıl akan nehirlere ve ummanlara, aynada parlayan ışıktan gökteki güneşe, atomdan galaksilere, elimize geçen elmadan yeryüzünün tüm meyvelerine, insanın suni gürültüsünden gece mehtabın doğal sessizliğine, dış zenginliğinden iç zenginliğine, dış savaşlardan iç savaşlara kadar her şeyle ilgilenir insan. Onların olumlularından yararlanmalı, ama olumsuzların etkisinde asla kalmamalı. O, her şeyin karşısında bireyliğini korumalı, her şeye çok şeyler vermeli, anlam katmalı, hiçbir şeyin somurtmasına asla sebep olmamalı... O gülmelidir; böylelikle ancak bütün kâinat kocaman gülücüğe dönüşür. 

Kâinat “Âlem-i Ekber” ise, kendisi elbette “Âlem-i Asğar” dır. Başka bir deyişle “kâinat, büyük insan ve insan küçük kâinat” dense hiç yanlış olmaz. Cirmiyle asğar, küçüktür; ama başta ruh, kalp, akıl ve irade olmak üzere bunca duygu zenginlikleriyle dünyadan ve kâinattan da büyüktür. İnsan-kâinat ilişkisini tam kavrayan bir velinin “Bütün kâinatı kalbime koysalar bir köşesini bile dolduramaz” diye ifadeye döktüğü bu yaklaşım ne kadar yerindedir!
İnsan “tevhit” e muhtaç. Onun duyguları bu tevhit denizinde kendilerini ancak bulabilir. Bireysellik de ancak bu bilinçle korunabilir.

Bütün kâinat, yolunun üzerinde kocaman bir tevhit delilidir. Sanki insana “Önce beni oku, manamı iyice anla!” demektedir. Her zerresi bir delildir; atom çok derinlerden bilim adamlarına fısıldar, bir çiçek gibi her güzellik sanat adamlarına ilham verir, kuşların ötüşleri gibi her ses müzikten anlayanları harekete geçirir, kâinatın uçsuz bucaksız sessizliği ebedî âlemin rahatlığına işaret eder. Anlamsız hiçbir şey yoktur kâinat boşluğunda ve kâinat boşluk asla kabul etmez. İnsan her şeye anlam yüklediği sürece insandır.  Onlara azıcık kulak verse, küçücük sesleriyle o Yüce Yaratıcıyı işaret ederek “Ondan başka ilah yoktur” korosunu duymaması imkân dışı. Bu sesi ancak kulakları sağır ve basireti yok olan duymayabilir. Kâinat, her dem ulvi bir zikrin gümbürtüsünü gümbürdeyip duruyor.
İnsan kâinata uyum sağlamadıkça içindeki tedirginlik ve tutarsızlığı asla dindiremez, düşmansız bir hayat sürdüremez. 

İnsanın kâinata dostluğu ise tevhidin gereği… Tevhidin birliğini fark etmek insan zekâsının geldiği en önemli bir düzeydir. Kâinat olduğu gibi birliktir. Bu birlikten kopuk yaşayan insan, kendisinin de ihtiyaç duyduğu birliği nasıl sağlayabilir? Büyük delil olan kâinat birliğinden ayrılan, ister istemez anlamsızlığı yaşar, anlamsızlığı yaşayan depresyona girer ve depresyonda uzun süre tepinen soluğu intiharda alır. 

Çevresinde Yaradan’ı tespih eden o kadar canlı ve cansız varlıklar bulur ki insan, bir anda milyonlarca zikredenlerin içinde bulur kendini.

Her zerresiyle kâinatın işaret ettiği tek şey vardır: Her şeyi tüm ayrıntısına kadar yaratan Allah. Her varlık bu anlamda bir uyum içinde ise, insana yaraşan da var olan gerçeği görüp bu muhteşem birliğe uyum sağlamasıdır. Bunu becerirse yalnızlığa asla düşmez. Fıtratının gereğini yapan, etrafında sayısız aynı şeyi yerine getiren dostları görür. Bir kalabalık cümbüşü yaşar. Çiçek, bahar, nehir, deniz, yeryüzü, gökyüzü, ay, güneş ve galaksiler bu büyük cümbüşün birer anlamlı üyeleridir.

İnsan kâinatı anlamayı bir rehber vasıtasıyla becerebilir. Kâinatı tam anlamıyla okuyan, kâinat şifresini çözen, varlık dünyasının dilini bilen ve belleten yalnız ve yalnız Kur’an’dır. Kur’an, “Kitab-ı Kebir” olan kâinatı okuyan ve öğretendir. O Kur’an da derinden derine “Ondan başka ilah yoktur” u söyleyip dururken, büyük kitabın sayfalarında o sedayı da işitir, işittirir.
İnsana ve duygularına Kur’an’dan daha munis, daha samimi, daha akla uygun gelen bir şey olamaz. Kâinat bilmecesinin tek çözümü onun öğretisindedir. Kur’an bir tevhit denizidir. “De ki; O Allah birdir. Bütün varlıklar ona muhtaç, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir. Ne doğurdu ne de doğruldu. Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.” diye Türkçe anlamıyla bir İhlâs Suresi bile, Bediüzzaman’ın ifadesindekinin “Yani tagayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet ne hâlıktır, ne kayyumdur, ne ilâh.” diye kesin neticesiyle, birliğin nihai hedefi göstermeye yeterdir.

Kâinatta gözle görünen bir uyum ve birlik varsa, kâinatın minyatürünün daha fazlası olan insanın da bundan alacağı çok büyük ders olmalı değil mi?

Ve insan kâinatta görülen bu uyum ve birliğin bilincine ermedikçe, daha değişik ifadeyle başta akıl ve kalp olmak üzere bütün duygular tevhide giden yolda birleşmedikçe, ne içte ne dışta kavga ve gürültülerden kurtulamaz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.