Küçük Sözler’den zamana işaretler

(Küçük Sözler Risalesi notları, 2. yazı)

Bazen yazılarım biraz “zorlama” gibi duruyor olabilir. Doğrudur… İtiraz etmem. Halden anlar büyüklerimden affımı istirham ederim. Elimden geldiğince, gittiğim yolları delil taşlarıyla örmeye çalışsam da, nihayetinde insanım, hatalarım olabiliyor. Kaçırdıklarım, unuttuklarım, kapıldıklarım olabiliyor. Hatalarımı da, tıpkı haddim gibi bilmeye çalışıyorum. Bazen buluyorum, bazen bulamıyorum. Bazen görüyorum, bazen göremiyorum. Göremediğim zamanlar uyarılsam, dersimi alırım. Bu konuda itiraz etmem, itirazım olmaz; inanın olmaz; meğerki samimiyetim sınanmaya…

Evet, Küçük Sözler okumalarımıza devam ediyoruz. Bu seferki yazımızda daha çok müceddidliğin iki kanadından birisi olduğunu düşündüğüm “zamanın şartları” üzerinde duracağız. Daha evvelki yazılarımızda da bu konuya değinmiştik. O yüzden ayrıntılarıyla tekrar etmeyeceğim. Ama kanaatimce, müceddid, hem kendi zamanının fehmine göre anlatması dolayısıyla ibnü’l-vakttır; hem de vahye olan merbutiyeti dolayısıyla zamandan (bir yönüyle) sıyrılmıştır. Her nefesi iki boyutludur. Birincisi; gelmiş bulunduğu zamana ve şartlara bakar. İkincisi; vahyin zamanları aşan mesajına temas eder. Bu nedenle bir müceddidin yazdıklarını hakkıyla anlamak, her iki buudu birden ele almakla mümkün olabilir… Ben de bu yazıda, Küçük Sözler’e dahil olan eserlerin (özelde birinciden dokuzuncuya kadar olan kısmın) yazıldıkları zamanla olan ilişkisine dikkat çekmeye çalışacağım.

Evet, bu gözlerle Küçük Sözler’e baktığımızda, ilginç bir şekilde, birden dokuzuncuya kadar (hatta onuncu da dahil) olan sözlerin tamamının aynı yıl, yani 1926 yılı, Barla’da telif edildiğine şahit oluyoruz. Müellif-i muhterem, ilk on sözün tamamını aynı yıl içinde Barla hayatında telif ediyor. Nasıl ki, Kur’an’ı anlamaya çalışırken sebeb-i nuzuller bize bir basamak oluyor; ayetteki hikmetin ve mananın keşfine bir yol açıyorlar; aynen öyle de, vahye irtibatlı olan ilhamın ve sünuhat-ı kalbiyenin anlaşılmasında da bazı vesile-i ilhamlar bize yol gösteriyor, aracılık ediyorlar.

Mesela biz Bediüzzaman Hazretleri’nin Küçük Sözler’i telif ettiği yıl ve öncesindeki yıl Türkiye’de yaşanan olaylara baktığımızda, her yanı saran bir istibdat havasının herkese kan kusturduğunu görüyoruz. Düşünün ki, daha bir yıl önce Takrir-i Sükun kanunu çıkmış, tüm medya ve siyasi akımlar bastırılmış. Şeyh Said isyanı yine 1925’te yaşanmış ve İstiklal Mahkemeleri hemen her mahalde can almaya başlamışlar. Mustafa Kemal, Kastamonu’da meşhur şapka konuşmasını yapmış ve bu şapka konusunda itiraz edenlerin idamına da başlanmış. Rize’de sekiz kişi idam edilmiş, Kayseri’de bir ayaklanma olmuş ve hepsi ordu kuvvetiyle ve kanla bastırılmış. Sürgünler başlamış, hapisler artmış, aynı yıl İskilipli Atıf Hoca, şapkaya muhalefet eden bir kitap yazdığı gerekçesiyle idam edilmiş. Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulunulacakken ortaya çıkarılmış.

Benzerlerine göre sertliğiyle meşhur Türk Ceza Kanunu kabul edilmiş. Hatta o kanunun kabulü esnasında dönemin adalet bakanı Mahmut Esad Bey, aynen şu sözleri söylemiş: “Arkadaşlar ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü inkılap çok kıskançtır.” Daha sayayım mı? Neler olmuş neler, o iki sene içinde… Her yanda acı, her yanda gözyaşı ve korku varmış. Gazeteler kapatılmış, yazarlar hapse atılmış, merkezden onay almadan idam kararı alabilen mahkemeler yasalaştırılmış. Hıyanet-i Vataniye kanununda bir değişiklik yapılarak; dini, siyasete alet etmek vatan hainliği olarak işaretlenmiş. Dindarlar ezilmiş, bükülmüş, sürgüne yollanmış…

İşte tam bu şartlarda Barla’da bir ihtiyar, bir âlim, bir müceddid, Bediüzzaman; çevresindeki insanlarla Küçük Sözler’in telifine başlamışlar.

Ben, bütün bunları kafamda tutarak Küçük Sözler’i dolaştığımda o günün şartlarına ve olaylarına işaret eden, perde arkasında çok işaret görüyorum. Mesela; Birinci Söz’de geçen; “Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine istinad eder” metni nasıl da o devirlerde askerlerin eliyle yapılan sürgünleri ihtar ediyor. Bilmiyorum, size de tahattur ettiriyor mu? Ama bunu fark edebilmek için o devrin gözünü bir nebze takıp metni öyle okumak gerek. Hakikaten o devirde, öyle bir istibdat yaşanıyor ki; neredeyse kocaman bir şehir, ilçe, köy, ahalisiyle birlikte kolluk kuvvetler tarafından derdest edilip sürgüne yollanıyor. Bediüzzaman’ın sürgünü de bundan farklı değil. Son Şahitler’deki anıları takip ettiğinizde onun da böyle uzun bir kervanla sürgüne gönderildiğini okuyorsunuz.

Yine mesela İkinci Söz’de geçen; “Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyor¬lar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetme¬mek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır” ifadeleri nasıl da o devrin zulmünün Türkiye genelindeki tarifini, ama perdeli bir şekilde yapıyor. Ben buradaki sarhoştan da bir adamın kastedildiğini düşünüyorum, ama o bahsi açmayalım. Hatta “nazarında pek güzel bir memlekete düşer” dediği insanın da başka birisine işaret ettiğini tahmin ediyorum. Güzel Barla’da yazılan bu söz çok şeyler anlatıyor bana…

Şimdi yazıyı uzatmamak adına, bunla iktifa ediyorum. Ama buraya kadar “acabası” olanlar için son bir örnek vereceğim. Belki o zaman benim kanaatime hak verebilecekler.

Evet, Dördüncü Söz’de geçen bir metin, bakınız ne diyor; “Zira, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl ka¬bul ederse—halbuki kazanç ihtimali binde birdir—sonra yirmi dörtten bir malı¬nı, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir hazine-i ebediyeye ver¬me¬mek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar akıldan uzak düş¬tüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?”

Şimdi bu metni kafanızda tutarak size ilginç bir şey söyleceğim. Türkiye’de ilk piyango hangi sene çekiliyor biliyor musunuz? Çok ilginç gelecek, ama 1926. Tayyare Cemiyeti adına çekilen bu piyango, Tayyare Piyangosu ismiyle anılıyor. Ve bizim piyango bahsine değinen Dördüncü Söz’ümüzün de telif tarihi, ne ilginçtir ki, yine 1926. Hakikaten size de Bediüzzaman’ın zamanının tüm olaylarına vakıf olduğu ve eserlerini bu vesilelere temas ederek yazdığı hissi oluşmuyor mu? Ben de oluşuyor, belki de bu yüzden kapıları zorluyorum.

İşte böyle Küçük Sözler’de, dönemin şartlarına işaret eden çok şeyler var. Gözümüzdeki ülfeti kırmak adına onları aramak güzel değil mi? İşte ben de bunu yapmaya çalışıyorum. Yanılsam da, bu yolda yanılmak da güzel geliyor bana.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum