Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

Kötülük problemi mi iyiliği görememe körlüğü mü?-1

On dokuzuncu asrın sonunda dünyadan ayrılan ve yazdığı 'Madde ve Kuvvet' kitabıyla bazı son Osmanlı aydınlarını etkileyen, iddialarının hiçbirinin karşılığı da çıkmayan 'Luduring Büchner' nanımda biri vardı. Daha öncesini bilmiyorum ama sonrasında yeni cumhuriyetin kurucu kadrosunu da etkileyecek olan bu kitapta, onun etkisinde kalarak kelam sarf eden bazılarının dilinde 'kötülük problemi' diye adlandırılan ve Risale-i Nurlarda da karşılığı ve cevabı bulunan bir mesele var. Uğradığımız çoğu zeminlerde, özellikle üniversite gençliğinin sorularında da buna epeyce muhatap olmuşuzdur. Bu Alman sözde düşünce adamı, yetmiş beş  yaşını, madde ile kuvvetin ayrılamayacağını ve maddenin ölümsüzlüğünü öne sürerek, yaratıcılarının akıllarından geçmediği bir insan tipi için harcamıştır. 

Nurlarda "kör, şuursuz, camid,ruhsuz, sağır, serseri, neticesiz, kayıtsız, her yere dağılabilen, intizamsız, hedefsiz, karmakarışık, muattal, kayıtlı" olarak özellikleri sayılan maddeyi ve tesadüfü; "âlimane, basîrâne, şuurkârâne, garip, muntazam, menfaatdâr, hikmetli, nâzik, sanatlı, hayattarâne, mahâretli" sanatların yaratıcısı ve tanzimcisi sayan bu ve bunun gibi maddeciler, birtakım demagoji, safsata ve laf kalabalıkları ile de nefislerini buna inandırdıkları gibi; birçok insanı etkilemiş, hatta bir çoğunu da intihara kadar götürecek fikir karanlığına itmişlerdir. İnkârlarının ispatının bütün zaman ve zeminleri ince elekler ile eledikten sonra ancak mümkün olduğunu göz ardı eden bu maddeciler, maddenin ezeliyeti ve ebediyetine engel 'dağılabilen, çözülebilen, yok olabilen ve değişebilen' özelliklerine de bakmayarak, uzmanı olmadıkları mânevî meselelerde bocalamışlar; maddeye daldıkları için maneviyata kapanan akılları, azametli meselleri kavrayamadığından içine düştükleri günah deryasından çıkamadıkları, kalpleri de şaşkın akla tâbi olduğu için, bir kısmı intihar etmiş bir kısmı da aşağıda yazacağım kem kümleri mırıldanmış, bir kısmı da ölmeden ölmüşlerdir. 

Bunların eserlerini bizzat tetkik ettiğimde ve bazı zeminlerde sorulan suallere baktıgımda, kötülük problemi ya da inkârlarına mesnet saydıklarının bazılarını notlarımın arasına almıştım.

"Hayat bir mücadeledir, güçlü olan kazanmaktaymış."

"Cemil olan Allah ölüme, insanların acı cekmesine, hastalık ve musibetlere niçin müsade etmekteymiş?"

"Şeytan şer olduğuna göre ,şeytanın yaratılması şer olmaz mıymış?"

"Cemil olan Allah, zulümlere neden engel olmuyormuş?"

"İnsanlar niçin sakat veya bir kısım azası eksik yaratılıyormuş, bu bir noksanlık değil miymiş?" 

"Allah kâinata koyduğu kanunları  niçin değiştirmiyormuş, bunlara mahkûm muymuş?

"Ayak bize yürümek için verilmemiş, ayağımız olduğu için yürüyor, gözümüz olduğu için görüyor muşuz. Buradaki intizamlı işleyişi, Allah'a vermeye gerek yokmuşmuş."

"Cemil olan Allah'a canlıları eksik yaratmak ve canlıların acı çekmesine müsade etmek yakışmazmış."

"Kuşlar kanatları olduğu için mi uçuyormuş, uçtukları için mi kanatları varmış, kanatları ihtiyaç mı ortaya çıkarmış?"

Bütün bunlar belki asırlardır tartışılmaktadır. Cevapları var mıdır bu soruların? Elbette vardır. Fakat sönük kafa feneri, tereddüdün kısa eli ile yoklandığında, belki de insanın karşısına nefesini kesen başka sorular da eklenecektir. Bazı yazıları okuyorum, üzülüyorum. Bu tür soruların sanki cevabı yok ya da verilen cevaplar yeterli olmuyor kanaati var, izlenimi ediniyorum. Onun için 'bazı şeyler mutlak itaat ister, karıştırmayalım, öylece kalsın' demeye bile getiriliyor. Âcizane şunu görüyorum, asrın sahibi Kur'an'ın ve sünnetin rehberliğinde bunlara cevap vermiştir. Tereddüde ya da bırakalım kalsına gerek yoktur Sathî nazarı aşarak insafla bakıldığında, tereddüde mahal yok.

Fakat hakkı aramayanlar, hakikate müşteri olmayanlar ya da hakikate istiğna gösterenler, hikmet gözlüğünü takmayanlar kuru kütüğe benzer. Kuru kütüklerin üzerine ne kadar su dökersen dök beyhudedir. Onların filiz vermesi imkansız gibidir. Bu tiplerin sualleri birbirine benzer. Aynı kafa yapısını gösterir. Maksatları hakikati öğrenmek değildir. Hakikati öğrenmek olanlar varsa, zaten öğrenince, hakkı teslim etmektedirler. Ama maksatları adâlet-i İlâhiyeyi sorgulamak, Zat-ı Akdese karşı haddini aşmak, hikmet ve rahmet-i İlâhiyeyi itham etmek ise, onlara gökyüzünde yıldızlarla "la ilâhe illallah" yazılsa bile inanmazlar. Şu anda sanat ve hikmet lisanı ile kâinatın sathına yazılan kelime-i tevhidi az dikkatle baksa görebilecekken görmeyen, inat ve temerrüdünü bırakmayan, idrâk ve intikal süzgecini tıkayan, insaf sensörlerini çalıştırmadığı, enaniyet gözlüğünü bırakmadığı için, eşyadaki güzelliklere kapalı olan insanı, nasıl uyandıracaksın?

Bunların bir kısmının, kadere taalluk eden bu bahisleri, tahkiki bir biçimde araştırmadıklarını, bir kısmının da kulaktan ve sağdan soldan duydukları malûmatları zihinlerinde yanlış kodladıklarını ve bunları referans aldıklarından, işin içinden çıkamadıklarını gördüm. Onların birinin, sosyal medyadaki isyanına cevap vereyim, dedim. Bir ayetin tefsirine dahi yönlendiremedim. Sen mealden daha mı iyi bilirsin,dedi. Meale göre ben böyle anlıyorum ve bu da beni isyana götürüyor, demişti. Mealciliğin insanı hangi boyutlara götürdüğünü tekrâren müşahade etmekteydim.

Bunlardan bir kısmı da Allah'a karşı kusurlarını örtmek, lâkaytlık neticesinde hallerine bir kılıf giydirmek, bir mazaret göstermek, bir delil bulmak maksadıyla düşünceler üretir, sorular sorar. Bunlar, nefis hesabına değil de kendini arındırmak maksadıyla  sormaya yönelirlerse, sağlıklı bir zemine kayabilirler belki.

Bazı fıtratlar da mazlum kisvesine bürünürler. Sahibi oldukları ruh, akıl, el, ayak, göz, vücut ve her an sıhhatte olmak nimetlerine kördürler. Sanki bunların onlara verilmesi, hibe edilmesi, haklarıymış gibi; sanki hukukları gasbedilmiş, kendilerine zulmedilmiş halet-i ruhiyesi içinde soru sorarlar.

Bu halet-i ruhiye içinde olanlardan biri, bir gün Mehmet Kırkıncı Hoca medresede otururken gelir, heyacan içerisinde 

"Hocam size bir soru sormak istiyorum." der. 

"Hocam, benim boyum kısa, hem ayağım da topal, bu halimle insanların içine girdiğimde rahatsız oluyorum. Ben Allah'a ne yaptım ki benim boyumu böyle kısa, ayağımı da topal yarattı?" der. 

Kırkıncı Hoca adama seslenir:

"Gel, gel! Daha yakına gel! Kulağını bana doğru getir! Adam iyice yaklaşır kulağını iyice yakınlaştırır.

Kırkıncı Hoca, kısık bir sesle:

"Sus, sakın ha! Bu sözleri yüksek sesle söyleme! der. Adam:

"Niye, hocam ne var ki deyince, Kırkıncı Hoca:

"Sakın haa! Yüksek sesle söylersen, bizim ahırdaki eşekler duyar, hemen gelir, senin kapını çalar, derler ki, "Babamız eşek, anamız da eşek! Soyumuz sopumuz da eşek! Yediğimiz ot, yüklendiğimiz çalı, bir de insanlar bizi tahkir ediyor, aşağılıyor, sırtımıza da yük vuruyorlar, nefesimizi kesiyorlar, yediğimiz sopalar da cabası! Haydi gel değişelim. Biz kısa  boya da razıyız! Kel kafaya da razıyız. Topal ayağa da! Haydi gel, derlerse ne dersin?" der. Adam sus pus olur, çeker, gider. 

Elhasıl öğrenmek isteyenler ve fikri açılımlara ihtiyaç duyanlar, asla nasipsiz kalmaz.Hakla mübareze edenler ise, kendilerini aldatmaktan başka bir gayeye hizmet edemezler.

Yazımızın başına dönersek, bu soruların altında bir körlük olduğu anlaşılıyor. Sıhhatinin değerini, "Niçin hastalıklar var, cemil Allah hastalığı niçin veriyor?" sorusuna borçlu olan adam; hiç hastalık olmasaydı, o zaman da 'sürekli sıhhati" sorgulayacak, 'sürekli sıhhati', istirahati, bir hastalık olarak görecekti. Belki de onun farkında bile olmayacak, hasta olmadığı her anki sıhhatini borçlu olduğu Rabbine, "İyi ki sıhhatliyim." dedirten hastalıkları verdiği için teşekkür edecekti.

Hiç imtihan olmadığını düşününüz, herkes eşit. Kabiliyetler sıfır noktasında. Bir de imtihan oldu, nispetler ortaya çıktı. Zayıf alanlar, sızlananlar var. Ama bu sayede, kabiliyetleri ortaya çıkanlar var, dev insanlar ortaya çıktı.Bunun karşısında sızlanmaların  bir değeri var mı? Albert Einstein ve İbn-i Sina'yı ortaya çıkaran bir okulda,şu kadar insan da sınıfta kaldı, acı çekiyor denir mi?

İşte burada "kudretin levâzımı ile hikmetin levâzımı bir değildir. Birisine ait levâzımatı ötekinden talep etmek hatadır." cümlesi karşımıza çıkıyor. Hikmet neyi gerektirir? İmtihan olmayı, imtihan meydanının olmasını gerektirir. İmtihan meydanı olunca da hikmet ve imtihan sırrı araya giriyor.

"Daire-i imtihan ve daire-i esbabın iktizası" ise iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin, hayır ve şerrin, sevinçle üzüntünün araya girmesini gerektiriyor. O zaman neticeye bakmak, netice itibarıyle bu âlemin bu zıtlıklarla açılması güzel mi oldu, çirkin mi oldu hesaplamak gerekiyor.Bu imtihan okulunun açılması bir Hz.Peygamber için bile değmez mi? Kaldı ki insanoğlunun yıldızları hükmünde binler peygamber, evliya, asfiya bu hükmümüzü ispat etmeye yetecektir.

Daire-i esbapta durup, daire-i itikadın muktezasını istersen, bazı komik duruma da düşebiliriz. Bunun yaşadığım örneğini de anlatıp bu yazıyı bitireyim.

Zamanın bir vaktinde Trabzon kökenli 'Hay Boş' lakâplı, şimdi hayatının zikzaklı hesabını vermekle meşgul biri, 'Boş Lakırdı' namlı  bir parti kurmuş, 2002 seçimlerinde de taraftarları 'Trabzon başbakan çıkarıyor' diye etrafı afişlerle süslemişti. Anketlerde binde beş görünen bu partinin talihsiz bir propagandisti bir talihsiz kardeşe "Israrla yüzde otuz iki alacağız diyorsunuz, halbuki yoklamalarda binde beşi bile geçmiyorsunuz, bu nasıl olacak?" sormuştum. O da reisleri 'Hay Boş' beyin bir rüyasında kendisini başbakan olarak gördüğünü, yapılan hesaplamalarda başbakan olmak için de yüzde otuz iki oy gerektiğini, bundan hareketle böyle bir iddiada bulunduklarını ifade etmişti. Ben de "Kardeş bu nasıl olacak, hadi biraz daha size yönelim oldu, diyelim, yine o rakamı bulamazsınız." deyince, o talihsiz propagandacı: 

"Abi Allah, sandıkta başka partilerin reylerini bize çeviremez mi?" demesin mi? Ne tuzak soru uydurup zavallı milletin eline vermişler değil mi?Zira çeviremez desen, itikat gidiyor; çevirir desen, hikmetler heba oluyor. Ben de dedim ki kardeşim "Çevirir ama çevirmez. Elma ağacından armut verir mi Allah. Verir ama vermez. Çünkü âdet-i İlâhiyesi öyle değil." Rabbimiz her şeyin sütliman olduğu bir âlem yaratamaz mı, yaratır. Ama o âlemde imtihan olmaz. İmtihan âlemi öyle olmaz. 

Peki, armuttan her zaman armut vermeye mecbur mu? Değil. Kışta baharı, yazda kışı, bazen getirmesi âdetinin harikaları, bazen iki başlı insan yaratarak âdetini değiştirmesi, meyve ağaçlarının tüm sebeplere rağmen bazen vermesi, bazen vermemesi gösteriyor ki kendi koyduğu kanunlara da mahkûm değil Rabbimiz. 

Bize düşen o zaman daire-i esbapta durup daire-i itikadın muktezasını istememek. Ne zaman imtihan biter, hizmetler tamamlanır, sebepler dairesi vazifesini bitirir, imtihan meydanı kapanır, o zaman her şey mükemmel, her şey şersiz ve noksansız olabilir.Bu da yeni bir âlemde olacaktır elbette.

Evet dostlar, esbap dairesinde ve her halimize imtihanda olduğumuzu unutmadan kendimize çekidüzen verip mesaimizi ona göre tanzim edebiliyor muyuz acaba?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum