Kızkulesi Lahikası

İstanbul’da Aşkı Beklerken Kızkulesi Lahikası

İnsanı ve kâinatı aşındırıp çözen bir sonbahar akşamı Kızkulesi’ndeyiz. Yıllardır görmediğim dostlarım için buradayım. Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyünde yıllarca kar topladıktan sonra bir çığ gibi buraya düştüm.

İstanbul’un gurbet akşamlarımın gözünde mavi bir nur olduğunu düşünerek seyrediyorum etrafı.

Yollar değişmiş, yoldaşlar değişmiş. Arkadaşlar gitmiş, kardeşler gelmiş. Kardeşler dost, dostlar arkadaş olmuş. Arkadaşların kimisi hiçbir şey olamamış.

İstanbul’un bazı yerlerinde her şey değişmiş ama bazı kimseler hiç mi hiç değişmemiş.

Kızkulesi’nin az ötesinde Haydarpaşa Lisesi aynı hüznüyle orada öylece duruyor.

İstanbul’da Paşa adını taşıyan o kadar çok semt var ki, “Acaba bir gün benim adım da bu şehrin bir yerine verilir mi?” diye umut etmiyor değilim. Küçük Mustafa Paşa ve Koca Mustafa Paşa semtleri var zaten. “Benden bir isim verseler ne derlerdi acaba?” diye soruyorum kendime bir an için. Aşk İçre Rüyalar Mustafa Paşa… Olabilir mi? Neyse...

Senelerin aymazlığı, insanların çabucak değişivermesi ile kesişince hayretimi çoğaltan duygularla kuşatılıyorum. Ardıma dönüp baktığımda sırlı kitaplarda anlatıldığı gibi zamanın hayal hızında geçtiğini fark ediyorum.

Herkese ve her şeye karşı köpüren bir özlem göğsümde gövermiş. Endişelerim korkuya dönmüş; korkunun çocuğu olmuşum. “Ya hiçbir şey bıraktığım gibi değilse” diye kaygılanmışım. Yine de her türküde nükseden hasret, koskocaman bir türkü olan İstanbul hatıra geldikçe deprenip durmuş.

Yıllardır taşradaydım. Mevsimlerle küstüm. Yıllarla kavgam vardı. Seni, şiiri, İstanbul’u ve kavgayı çok severdim. Türküleri saymazsak, senden, şiirlerden, İstanbul’dan başka hiçbir şeyi görmezdi gözüm. Ne çiçekler, ne çelenkler. Ne hepsi birer çiçek olan çocuklar, ne de birer ağaç olan kadınlar…

Yıllar sonra işte İstanbul’dayım. Ayrılığın ölümden daha ürkütücü ve yalınlayıcı olduğu anlarda bu günleri düşler, teselli arardım yâd ellerde.

Anadolu’nun bir köşesine sıkışıp kalmıştım. Kimse seferberlik yıllarından konuşmazdı. Yalnızlığa tuz, biber eken akşam olunca ortalıktan el ayak çekilirdi. Köpeklerle, şiirlerle ve türkülerle yapayalnız kalırdım. Ağrılı kalble tandır başlarında köpek seslerinden uyuyamazdım. Şiirler ateş alır, türküler ateş olur, köpekler uluya uluya odun taşırdı tandıra.

Bir tandır vardı, bir de tambur... Yanardım yakılırdım da, yine de ezilen insanlara türküler yakamazdım.

Zavallı yüreğim yasla dolardı. Gâh ‘Barla gözlü yar’, gâh ‘İstanbul, İstanbul’ diye diye ağlardım.

Bazen ipe dolaşmış atlar gibi günlerce evden çıkmazdım. Kendime dolana dolana, döne döne yüreğimi dağlar, dağlardım. Sonra dağlara çıkar dağlarda yüreğimi bir daha dağlardım. Ağlardım, ağlardım.

Buğday tarlaları yaz aylarında geceleri üzerime sapsarı doğan aya nazire yapar, hüzünlü insan rengine bürünürdü. Kışın kardan beyaz gelinlikler giyinirdi. Dağlara kar çıkartırdı.

Karlar giyerdi tarlalar; ben üşürdüm. ‘Mavi gözlü yar ile İstanbul beni ısıtır’ derdim.

Mavi gözlü yârin, İstanbul’un, dostlarımın, aşklarımın sılası kalbimi tutuştururdu. Gurbet bir kış gecesi gibi uzar, uzardı.

Ak gelinlikleriyle bulutlar ufuklarla öpüşürdü. Ben mahur makamında mahmur mahmur ağlardım. Nerede benim ela gözlü yârim Barla, nerede benim mavi gözlü sevdiceğim İstanbul, diye diye ağlardım.

Tarlaların ortasında bir al gül yoktu ki, her gün kanayan rengiyle Yahya Kemal ile birlikte bana eşlik etsin.

Ama olsun kestane renkli, dalga dalga saçlı yârim yanımda olmasa da, şimdi mavi gözlü yârim İstanbul’un yanındayım ya.

Bir taraftan dostlarımla anılarımızı bir bir derlerken, bir taraftan bu günlerden, bir taraftan da yarınlardan bahsediyoruz. Bütün zamanları Kızkulesi’nde yaşıyoruz. Kimimiz dağlardan, kimimiz karlardan söz ediyor. Bazımız vergilerden, bazımız dergilerden. Diğer birisi henüz Diriliş Bildirisi’ni yayımlamadıklarından, başkası Dergâh’a kapalı olmaktan yakınıyor. Bursalı Tarkan Ünal ve Bergamalı Ali Kös yeni dergileri karakâlemlerle dokumaktan bahsediyor.

Burada yeni haberler alıyorum. İstanbullu Bülent komünistliği bırakmış. Karslı Kemal Yıldız’ın evlendiğini duyuyorum; burkuluyorum. İzmirli Muharrem ve Mehmet Demirhisar’lı kardeşler  içimizde değişime en çok meyilli olan arkadaşlarımızdı; onlar değişmeye devam ediyor. Oysa Bilecikli Engin Arıcı tahmin ettiğim gibi hiç değişmemiş. Hakkı Susmaz mesir macunu kıvamında. Mustafa Çevlik dergahın girdabında, el alma sırası bekliyor hala. Sinan Yavuz kırmızı kitapların tadına ermiş, mavera sinemasının galasında sanki. Öyle şık, öyle sarışın…Murat Tilkicioğlu Mevlevi misali dönüp duruyor kalbinin yörüngesinde. Murat Karakaya yine dağlar gibi muhkem ve yırtıcı. Mehmet Yöntem ve Rafet Erkür bir elmanın iki yarısı. Hızır Bey Camiinde bir sabah namazında iki kişilik cemaat gibi yan yana…Biz de Necat Batur’la her zamanki gibi kalblerimiz gibi yanyanayız.

Maraşlı Mahmut İspir ‘Sen n’apıyorsun?, diyor. ‘Anadolu aydının cehennemiymiş. Şimdilerde ölü bir ozanım’, diyorum.

Neşeliyiz. Buhranlarımız bulut bulut çözülüyor. Yine sen geliyorsun aklıma. Kalkıp Kızkulesi’nin en tepesine çıkıyorum. Haydarpaşa taraflarına bakıyorum.

Şimdi gurbet içinde gurbetteyim. Bedenim bir bardak, ruhum bir su oluyor. İstanbul beni karıştırıyor bir kâşık gibi. Eriyorum, eriyorum denizde. Denizde demimi bulurum umuduyla kendimi rüzgârın kollarına bırakıyorum. Gönlüm kabarıyor.

Kelimeler aşkı anlatmaya yetmiyor. Derya gönüllü bir adamdır, derler ya bana; deniz geliyor aklıma. Susuyorum da, kendimi rüzgârın kollarından denizin kucağına bırakıyorum. Denize vuruyorum yüzümü. Yüzüm bir deniz.

Dalgalar denizin nazik çocukları. Parka çıkmışlar. Anneleri olan denizin en derin yerleriyle vuruyorlar Kızkulesi’ne. Hüzünlü bir çağıltının iç çekmesi oluyorlar. Sanki engellenemeyen bir hasretin tercümanları bunlar.

Dalgaların kalbimin dinmeyen feryatlarına derman olmasını istiyorum. Onlar da benim gibi yorgun, argın vuruyorlar kıyılara. Ne kadar yol yürümüşler de gelmişler buralara? Tuna’dan mı, Volga’dan mı kopup gelmişler? Gözyaşı bestesinin hüzzam çırpıntıları olan dalgalar, beni Barla gözlü o yara götürebilir mi? Götürebilir mi?, diye segah makamında ağladım ağladım.

Belki sen bilmezsin. Benim kırk çeşit aşk halim vardır. O hallere göre kırk değişik makamda ağlarım. Öyle vakitli vakitsiz de ağlamam. Benim ağlayışlarım ezanlar gibidir. Günde beş kez. Bendeki beş değişik zamanı anlatır gözyaşlarım. Şimdi segah makamında ağlıyorum ya, şimdi zaman akşamdır ve hüzün dal budak salmıştır bende Hilmi Yavuz.

Gözyaşım denizin yanaklarına dökülürken, sanki gözyaşlarımla birlikte bütün varlığım denize akıyor. Yanaklarım oluk oluyor, oluk oluk akıyorum denize.

Sular bir sal oluyor, hayalimin elinden tutarak Volga içlerine çekiyor beni. Yüzümü dalgalarla, kalbimi anılarla yıkıyorum.

Aşka bereket, duaya hüzün veren Volga’ya varıyorum. Kalbim ağır aksak, nehirde çırpınıyor. Ellerim boşlukta birilerine tutunmak için geziniyor.

Neden sonra, nehre burcu burcu aşk kokusu dağıtan bir elle ellerim buluşuyor. Sonra biraz soğukkanlı, biraz da mahzun bir yüzle karşılaşıyorum. Gözlerimde şimşekler çakıyor. Siya siya yol alan geminin güvertesine çarpan rüzgârın renkleri gibi yüzümün gökkuşağının renklerine bulandığını sanıyorum. Korku ve heyecan arası bir sesle ‘Sensin. Sen Barla’da değil miydin? Demek hala buralardasın?’, diyorum.

Nehir coşmuş, acıları ateşleye ateşleye İstanbul’a vuruyor. Yağmurun hazin şıpıltısı, rüzgârın sızlanışı, dağların vurgunu o mavi gözlü yâri Barla’ya getirip götürüyor defalarca.

Ah ekmek ile deniz göverecek olaydı da, şu Barla Dağlarına senin için deniz ekeydim.

Ah dağlar, ah şu Barla Dağları aşk ataşı olaydı da, seni denizlere sunaydım.

Yalnızlığın kurşun gibi sinelere saplandığı bir günde, seni aşka dizmek istemiştim. Beni öldüren kurşun, seni yaralayamazdı bile. Çünkü sana göre ölüm dostlardan ayrılıkla başlar, yalnızlıkla kemale erer, aşkla son bulurdu.

Yalnızlığa ve aşka alışmalıyız değil mi? Hep söylerdin kabre de yalnız gideceğimizi. Asıl gurbet orası değil mi?

....

‘Haydi çıkıyoruz.’ diyen bir sesle ruhum aklını başına topladığında etrafta birkaç kişinin kaldığını fark ettim.

Vuslat içinde gurbet yaşanılan bir akşamdan geri döndüm.

Kızkulesi’nde gözyaşı kulesine döndüm...

Şimdi bu gözyaşı kulesini ancak Barla Denizi yıkayabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum