Kime secde edeceğimizi pedagojiden mi öğreneceğiz?

Geçtiğimiz 10 Kasım’da can sızlatan bir acayipliği tartıştık. Küçücük çocuklar Mustafa Kemal fotoğrafları önünde secdeye kapan(dırıl)dılar. Ne için? Anmak için. Öyle diyorlar. Hatta daha başkaları bunun sadece ‘tiyatral bir gösteri’ veya ‘pedagojik bir hata’ olduğunu savunuyorlar. Bense, hayır, böyle demiyorum. Daha derin düşünüyorum. Çünkü Kur’an’daki ‘secde’yi bundan aşkın görüyorum. Evet. Kur’an’daki secde kesinlikle tiyatral bir gösteriden ibaret değildir. Secde Kur’an’da bir beden hareketinden aşkın birşeydir.

Dünya güneşi tavaf eder. Mü’min bedeni Kabe’yi. Peki ya kalbi? ‘Hastalık’ dediğimiz biraz da insanın zayıflığını tavaf etmesi gibi. Çünkü zayıflığı da onun bir hakikati. 'Onun merkezde ve devamlı olduğu, tekrar be tekrar karşına çıktığı, seninse ancak etrafında döndüğün, büsbütün asla uzaklaşmadığın...' bu ritüel aynı zamanda içinde bir yerde birşeyi ister-istemez kabul ettiğini gösteriyor: "Acizim. Kabul etmek istemesem de bu böyle. Hastalanıyorum. Şifa arıyorum." Yani şuuruna/farkındalığına acziyet jiletiyle bir çizik atılıyor her hasta oluşunda. Mürşidimin ifadesiyle menfi (etmesine mecbur bırakıldığın) bir ibadet/tavaf bu. Hatta bir adım ilerisinde tekrarlanan her ihtiyaç. Tıpkı nefes almak gibi. Kesilmeyen bir döngü. Türlü zaafların vesilesiyle de Esma’nın etrafında dönüyorsun.

Arkadaşım, sen de farkındasındır, bu sıralar çok tutan bir modernist tavır da hikmetine eremediğine 'hurafe' yaftası yapıştırmak. Ancak bu sapma daha derinlerde başka sapmalardan besleniyor. Mesela? Bence insanın 'kabul'u ('yakîn' mi demeli) iki şekilde mümkün: 1) İtikadî/imanî. 2) Tavrî/ibadetî. Yahut da kabulümüzün iki rengi var: Birincisi: Dinamik olan akla delil sunuyor, yer tutuyor ve oradan kalbe doğru ilerliyor. İkincisi: Statik bir bilişe sahip olan şuurun çeşitli ritüellerle sürekli bir etki altında bırakılmasına dayanıyor. Ve yine böylesi tekrarlardan kuvvet alarak kalpte yer tutmayı başarıyor. İkisinin de amacı kabul edilen şeye bir 'tarafgirlik' yaratmak. Aklın baştan gittiği anlarda dahi kalpte kök tutmuş olan kabulün etkisinden çıkmamış olmak.

İşte ibadetler neyi/ne kadar kabul ettiğimizi de ortaya koyuyor biraz. Fakat bunu ‘yokluğuna karine olmakla’ değil ‘varlığını geliştirici/destekleyici olmakla’ yapıyor. Altını kalınca çizmek lazım: Amel imanın bir cüzü/parçası değildir. Amelde eksiği olanın imansızlığına hükmedilmez. Ancak amelin külliyetinden imanın sıhhatine dair bir okuma yapılabilir. Zaten amel-iman arasında bu şifa-yara ilişkisi olmasa dinî metinlerde salih amele bu denli vurgu yapılması anlamsız olurdu. Ve amel-iman arasında bağlantı kuran ayet ve hadislerin tefsiri de müşkülleşirdi. Bu müşkülü, biz, ameli imanın parçası kılmayarak, ama imanı zengileştirdiğini de gözardı etmeyerek aşabiliyoruz: Evet. Salih işler eylemeye muhtacız. Çünkü ameller manevî yaralarımıza 'davranışsal kabulleriyle' şifa sunuyor.

Peki nedir bu 'davranışsal kabul' demekle kastettiğim arkadaşım? Ona geleyim: Çeşitli şekillerde örneklendirebilirim. Aleyhissalatuvesselamın 'kulun Rabbine en yakın olduğu anı secde anı' olarak tarif edişi, bir açıdan da, bu 'davranışsal kabul'ün yoğunluğunun zirve noktasını 'secde' temsil ettiği içindir. Yani insan, ancak Allah gibi gördüğü şeye secde eder veya secde öyle bir davranıştır ki, Allah gibi birşeyin varlığının kabulü arkasında ve ancak onun (veya onun emrettiği şeyin) karşısında gerçekleştirilir. Secde eden insan, hem de günde beş vakit, Allah'ın varlığını davranışsal olarak kabul eder. Tıpkı babadan önce yemeye başlamayan evladın onun kıdemini kabul etmesi gibi.

Bu büyüklük kabulü aynı zamanda kendisi için de bir küçüklük kabulüdür. Küçük olan adımlarını büyük olanın emirlerine bakarak atmaya başlar. Bu cidden tüm dünyanızı şuur boyutunda etkileyen birşeydir. Bediüzzaman Hazretleri'nin Ramazan Risalesi'nde orucun hikmetlerine dair yaptığı bir hatırlatma da Allah'ın azametine karşı azametli bir tavr-ı ubudiyetkarene sergileme imkanı vermesidir:

"İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın 'Buyurunuz' emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar."

Ramazan orucu, büyük resme bakabildiğiniz nisbette, sizin 'davranışsal kabul'ünüzde izler bırakır. Tıpkı yukarıdaki secde örneğinde olduğu gibi, 'Buyurunuz' denmezse ekmeğe el atılamayacak birisini dünyanıza katar. Bunun öyle olduğunu davranışsal bir şekilde kabul edersiniz. Bir mü'minin, çocukluğundan itibaren, ilmihal ve itikad derslerinden de evvel aldığı davranışsal ders budur. Ve bu yüzden çocukları ibadetlere özendirmek, güzellikle alıştırmak ve hatta büyüklerin ibadetlerinin şahidi kılmak kıymetlidir. Yine mürşidim yağmur duası hakkında diyor ki:

"Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor. Hattâ en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu mânâyı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zât, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının fâidesi olmaz. Öyleyse O'na yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur."

Pedagojinin 'tam imanlı bir çocuk'la işi olur mu bilmiyorum. Hatta neyi tam olarak idealize ettiğinden de emin değilim. Ama herhalde sünnet-i seniyyeye ittiba için onun fikrini soracak değiliz. Çünkü, sünnetin meşruiyetini pedagojiden değil, pedagojinin meşruiyetini sünnetten sınayanlardanız. Ben, kendi adıma, ardındaki hikmeti zihniniz kuşatsın-kuşatamasın, her amel-i salihin, Aleyhissalatuvesselamın her sünnetinin (ve hatta o sünnetteki en ince detayların) davranışsal bir kabul eğitimi verdiği kanaatindeyim. Eğer modern pedagojinin boyu o pencereye yetişmemişse, yapmamız gereken pencereyi kötülemek değil, pedagojiye "Büyü de gel!" demektir.

Bu yazıyı da Ebubekir Sifil Hoca'dan bir alıntıyla bitirelim: "Hayatından 'yağmur duası' olgusunu kovmuş bulunan bir anlayışın, yağmur duasına çıkılırken niçin özellikle yaşlıların, çocukların ve hayvanların da götürülmesine dikkat edildiğinin, niçin eski elbiselerin giyilmesinin tavsiye edildiğinin ve duayı yapanın niçin cübbesini içini dışına giydiğinin idrakine ermesini beklemek beyhudedir."

Dünya etraflarında dönüyor sananların Kabe'yi tavaf etmeyi hurafe görmeleri normaldir. Çocuklarında ‘benbencilik/narsizm’ tehlikesi sezen ebeveynlerin de yapması gereken ibadetlerle teşekkül eden şu manayı çocuklarının dünyasında inşa etmeleridir. Namaz biraz da bu nedenle, diğer ibadetlerden daha önce, çocuğa aşılanır. Evet. Çocukların secde edilecek bir Allah’a inanmaları gerekir. Ve yalnız O'na secde etmeleri gerekir. Çünkü, her kemalde olduğu gibi, diğergamlığın da kaynağı ‘gayba iman etmek’tedir. Gayba iman etmek öncelikle insanı kendilik/beşerîlik kuyularına düşmekten kurtarır. Gaybına iman etmeyense, ya başka benlikleri, yahut da bizzat kendi benliğini tavaf eder. Maddesinin cezbesine kapılır. Nihayetinde ötekisi olmayan için herşey berikisidir. En çok da kendisidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum