M. Nuri BİNGÖL

M. Nuri BİNGÖL

Kendini bil kendini

Vehmimizi ele almaya az kalsın pişman olacaktık. Hayal üstüne “binmenin” öyle incitici yönü olduğunu bilemezdik elbet. Gözlerden azat olmuş bir menzile düşmenin şaşkınlığını yaşıyorduk. Çadır direklerine eş dağlarla çepeçevre kuşatılmıştık, ruhumuz cendereye alınmıştı. Hele semâdaki  bir parça açıklığı örten bulut tabakası yok muydu, hepimizi “bîzar” ediyor, bunaltıyordu. Kendimizi taşlaşmış gibi hissediyor, “ müncemit bir sakf”ın gölgesinde olduğumuzu dehşet içinde hissediyorduk.
Vahi,  kum deryası, yoklar ülkesi; adı da çöl. Bata çıka yürürken çevreyi kolluyorduk devamlı. Bir çalının dibinden engerek mi fırlayacak, kavurucu ışık okları beyninizi mi kavrayacak, isyancı uğru akınına mı kalacaktık yoksa?.. Merak ve kuşku tepelerden yüce, çam yeşilinden ince.

Bizi kas katı kalpler mi dinleyecekti; gözleri kinle bakan, dişleri gıcırdayan? Yüreklerimizden taşıverecek gibi kabaran naz ve niyazı hep kulak ardı etmekteler; çünkü hayatsız, ruhsuz ve camit hepsi; kupkurular, şuur mahrumu...

***

“Muztar adamlar” gibiydi hâliniz artık; “me’yusâne” bakıyordunuz çevrenize, eşyaya...Gökler ses verdi size, bakmanızı tekrar tekrar istedi. Bakışlarınız basamak basamak “kemiklerinizin toprağı”  zeminden  göğe doğru yükseldi; garip, mahzun, şaşkındınız. Bir de “ bîkes” mi biliyordunuz kendinizi?

“Dediğin gerçeğin taa kendisi, merkezîleşmiş bir hakikat bahsettiğin; o an kendimi tıpatıp dediğin gibi hissettim. Duygularım anlattığından farklı değildi açıkçası... Keşke dönmez olsaydım göklerin çağrısına; o ısrarcı dâvetine yönelmez olsaydım keşke; dehşet, dehşet, dehşet aldım oradan. Fezanın tüm boyutlarını kaplamış devinimli, ileriye doğru hareketli, boşlukta salınan ha salınan, asılı, kimi donuk, kimi inmeli, kimi hâla inşa olunan ama haşmetli cisimler, cisimcikler,   ortalama top güllesinden yetmiş defe hızla, gözlerimdeki ışıktan kavse bin tehdit savuruyordu; herbiri bir gülle, bir bomba olmuş sanki, mevzi ve yuvalarından üstümüze yollanmak için salınmışlar sanki. Süratleri keskin mi keskindi; ama hayret, sayısız sayıdaki küreler birbirine dokunmuyordu bile. Halbuki... Hani o on camız meselesi... Kurulu düzeni bozmak mı; tam tersine, daha da pekiştirmedelerdi. Yoksa yanlış mı görüyor, yanlış mı biliyordum?  Eğer tek birisi yolunu şaşırsa – hâl bu ya- tuz buz olacaktım, zerremin bile esamesi okunmayacaktı. Zıvanadan çıksaydı gökler, ödü patlayacak olan yalnızca ben değildim; sevdiğim, bağlandığım her şeydi. Görünen âlemin ve âlemimin (Âlem-i Şehadet’in) de – tıpkı batan gün gibi- benzi solacak, dudağı uçuklayacaktı, belki... Ya benim ürperişim? Ad bile koyamıyordum ona. Geç bir kalem azizim, es geç. Hayır mı gelirdi gökten, cisimlerden ve ‘ecramdan’?..

“Bir şahıs, Kudret-i ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken...”

Ne mi olurdu? Başına gelenlerin aynısını, tıpkısını yaşardı elbet. “ Sanki alacağı varmış gibi “ bir lütuf beklediği zaman” , ani düşmanlar adeta; hastalıklar, musibetler, ızdırap ve elemler hücuma başlamaz mıydı dört koldan?

“Bir meded, bir yardım için  müsterhimâne tabiata ve anasıra baktığı vakit kasávet-i kalple, merhametsizlikle karşılaşır. Ecram-ı semâviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli hâlleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar...”

İşaret’te seslendirilen hâli  bütün görkemiyle görmekte gibiydin;başını eğip beklemeyi bir çare mi belledin sen de? Çarenin yeri de belli, adresi de; olabildiğince. Bir bilseydin onu, ona bir gülseydin; yüreğinde ne baharlar açardı kimbilir. Oysa ki inliyordu vicdanlar; “Duzah”a atılmışçasına...

***

Zihnimizin yönü aksi yönlere döndü birden; sinemize gizlenmiş, pusuya yatmış nefsimizi bilmek için, ona bakmanın zamanı gelmiş de geçiyordu. Onu tanıyınca apışıp kaldık; hayretlerdeydik artık. İşittiğimiz yüz binlerce eyvah’tı; sayısız ihtiyaç çılgınlığı... “Zavallı nefsimizden binlerce hacetlerin sayhaları geliyor”du. Acizlik tozuna batmış benliğimizden gelen  boğuk feryatlar, ardı ardına patlayan çığlıklar kulaklarımızı tırmalıyordu; bizim ve vicdanımızın. Teselli bekleyen ruhumuz, bundan geri korkuyla avuçlanıyor,kuşkuyla devleşiyordu.

“Sonra.. sonra ne mi yaptım dersin?  Anlatayım azizim; tákatim kesilmiş, dermanım kalmamıştı. Soluk soluğaydım, sıkıntıyla kıvranıyordum. Bir kapı gördüm gibime geldi; kısa, çok kısa bir an gözlerimde canlandı. Üzerinde ‘vicdana girilir’ mi yazıyordu, ne? Kapıyı aşınca bir de ne göreyim; biçare bir uzlet köşesi, kraterde kabaran lavlarla dolu bir mahzen. Buhrandaydım artık, içim kavrulur gibiydi. O mekânın tasvirini yapabilmek haddim değildi. Meded almayı, yardım bulmayı bir yana bırak, hep aynı hisleri sağıyordu. Binlerce emel, yüz binlerce istek , galeyanlı arzular, hop oturup hop kalkan heyecanlı  ‘hissiyat’... Onlara had mi çekmek? Onu bir yana at hele, ad bile koyamıyordum. Bütün onlar  - ah, onlar - vicdana sıkışmışlar, ezel-ebed arasına pösteki sermişler, yayılıp kalmışlar; öylesi genişlikleri var! Dünyayı yutacak bir ağza, yediğini sindirecek bir mideye sahip olsaydı eğer, yine de doymayacaklar sanki.”

Aklımız kesik kesik hatlarda geziniyordu, zıpçıktı keçiler kaçtı kaçacaktı. “... bakar ki vicdanı, binler amal ve emani ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hâle gelir.” diyorduk. Daha gerinmeye bile vakit kalmadan, Mecnun olup çöle mi düşecektik?Buna razı gelemezdin; insandın çünkü, varlıkların en şereflisi... Aramalı taramalı, bir yol, bir geçit bulmalıydın. Hem yüreğini kavuran, hem aklını sam yeline karşı savuran; hem zâr, hem bizâr eden yerden bir an önce çıkıvermek için yapmalıydın bunu.

Niçin?

Çünkü müzdaripti vicdanlar; çırpınmadaydı, komada. Önündeki sahrayı eğer yaya geçersen, ötedeki ışıltıya varır mıydın acaba? Bilmiyor, görmüyordun ama bir ses; çıldırtan, içini ısıran bir ses:

“Ekseri burdan gider, sen, sen de yürümelisin.” diyordu durmadan. Yürü ha, yürü, taban tep hep. “ İşte biz de yoldayız.”; yayan yapıldak.  Kum deryasıydı sahra, saçtığı ısı nefret. Ne asabî şeydi sahiden? Sahranın ötesinde görünen ışıltının bir “derya” olduğunu anlayınca amma da kızmıştın; seni hiç öyle sinirli görmemiştim. Dalgalar köpük köpük şahlanıyordu. Gemilere, sallara her şaplak vuruyordu, sesi taa Çin ü Maçin’den bile duyuluyordu. Dibi delik tekneye titreye titreye binerken kanımız çekilmişti, terden sırıl sıklam olmuştuk, boğazımız kurumuştu; hatırlar mısınız?

“İlk şoku ve ikilemi atlattıktan sonra ‘çektiğimiz zahmeti’ tekrarlayan o hatıra çevre ile yine karşılaşmak bezdirdi beni. Bu da ne? Git ha git, geldiğin yere geri dön. Bu bir talihsizlik miydi, benden kaynaklanan bir uğursuzluk hâli mi? Nasıl bir işti bu, anlaması pek zor. Böyle bir çileyi yaşamadığınız için ne kadar şanslı olduğunuzu biliyor muydunuz?”

Halbuki neydi size lazım olan? “Alaimissema”dan daha renkli bir dünya; acısız, ızdırapsız, cevapsız olmayan... Ürpermeyen ve ürpertmeyen...

“Başka bir yol yok mu?” der gibi bakınmanız boşuna. Zemini ve – belki de asumanı- aştığı vehmedilen ve birbirine açılan binlerce mağaracık, dehliz sizin tek seçeneğiniz.  Gerekenleri şöyle bir sayıp döktüm; ıvır zıvır şeyler. Dudak büktün hepsine de, küçümsedin onları; halbuki...Toprağı ve karanlıklarını yırtacak ışık topu olmadan yola çıkmak da ne oluyormuş? Her şeye rağmen, yine de kazançlıydık.  “ Ziyandan dönmek kâra geçmenin”  başlancıcı, baştacı...

“Hiç korkmayalım; gün ışımıştır. Peşimsıra gel, bizi beklemedeler. Evet, öncekine benzer bir yığın tuhaflık var, ama artık ‘delil’siz değiliz, ‘ geçirecekler bizi...’ O dehlizlerdeki  ‘tünelvâri’ mağara, yer altı akıntıları seni hiç ürpertmesin; suratsızlıkları altında Merhametli Sahibi’nin  ‘ tebessümlü yüzü’ var.; ‘RIZAYLA BAKAR BİZE’...

“Demek o fidanlık Mesnevi, turuk-u hafiye gibi, enfüsi ve dahili cihetinde çalışmış, kalp ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş.” Yo açıcılar kapımıza dayandıktan sonra, çekinmeye ne gerek; her türlü abus çehreli hadise bize gam mı bundan geri?

***

Yol ardına kadar açılmış, izler ayan beyan görünüyor, gümüştenmiş gibi parıldıyordu. Buna rağmen, yine de bataklığı sapmayı  mârifet bilenlere bayağı şaşmıştın. Gel dedim defalarca, gittiler ha gittiler. Göbeklerine kadar çıkmadan batak, nereye girdiklerini farkedemeyecekl  miydiler? Her cihet yağma altındaydı,ateş altındaydı. Kopkoyu bir sisin içinde kendilerini aramaktan bile acizdiler. “ Vaesefa...” diye haykırmaları  bile bir  çaresizliğin göstergesiydi.

Nehir, duvardaki pencere resminden aşağıya akıyor;  -  ne aşağısı - belki de dipsiz bir çukura doğru kayıp gidiyordu. Sürüklenen, akıntıya kapılmış giden  o ruhtu. boğulmasına ramak kalmıştı. Durmadan kahkahalar atıyordu, arada bir de ıslıkla melodi mırıldanıyordu! Bangır bangır eko yapan ses ise bir beter acayipti:

İsterim, isterim!

Neyi?

Neleri demeliydin...

Öyle olsun; neleri?

Tüm dünyayı!

Ne mi yapacaktı ona; vicdanını susturacak,susta durduracaktı. Acaba?...

Medet, medet!

Ne mededi?

Yahu, azıcık insaf...

Sahi, o dediğin nedir?

Dalganın zamanı mı şimdi?

Değil mi yoksa?

Sesler kesik kesik birbirinden kopuyordu, boğulmadaydı artık, sesi hırıltılıydı. Vicdan micdan Hak getire. “ Zarar rızasıyla girene...” Halbuki gidiş yönü ne biçim süslüydü eskiden.

İçindeki itekleme dürttü onu, haykırmayı nihayet akıl edebilmişti.

Tevbe, tevbe. Bin defa, milyon kerre...

Aklın başına geldi mi?

Ama ne çare...

Akıntı onu pencere resmine ulaştırmıştı. Debelendiği çamur deryası arı-duru sulu ve fıskıyeli bir havuza çevrilirken, sağ elini bir beyaz nilüfere atmıştı. Telaşıma bakarak da gülmüştü:

Anladın mı şimdi?

Affet, şaşıp kaldım.

“Hakiki çirkinliğin” bulunmadığını diyen sen değil miydin?

Evet, ama...

***

İstersek gerisin geri gider, ap ayrı bir fikir işçiliğiyle ışık hızında dönerdik buraya. Kalbimize – artık- her şey teselliler yağdırıyordu. Hem iyice anlıyordun ki paslanmış bir elmas “ saykal”lanmasa bile, her zaman bir elmastır ve ‘ mücella cama  müreccahtır.’ Delilli ve rehberli olmanın  ‘iktizasını tam iltizam’ ederek  yolu  ‘güzel’ şekilde tüketirdik birlikte. Işığın ardına düşüp de , onunla aydınlanmamak neye mal oluyordu bak; kişiyi hangi hâllere düşürüyordu. Öylesi bir ‘bedbaht’ durum, insanı başı kabak, yalın ayak atıyordu kum çöllerine... Ne farkederdi hem; ha öyle, ha böyle...

Ağır aksak yürüyüş hızlanacak, nazı bırakacak gibiydi. Çünkü görmeye ve bilmeye başlamıştı. Geriye dönmenin altın tákı altından geçmek için can atıyordunuz., “tekrar yine gelme”nin tek çare olduğunu tam bellemiştiniz.  “ Tevbe-i Nasuh” nehrinde yıkandıktan sonra gözlerinizi karanlık âlemlere karşı yumdunuz; aydınlık ve ışıltılı yollar içinizde ve karşınızdaydı. Ya  şeffaf perdeler ve fosforlu izler?

“.............. vakta bizi istedi
Kudret bizi çıkardı
Lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete.” diye haykırasınız geliyordu sayha sayha; kalp kulağınız enginlerden ders alıyordu galiba. “Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi.”

Ne buza kesmiş gök boşluğu, ne kapkara bulutlar, ne yabanî, düşman yüzler,ne de... Uzaktan uzağa gelen bir Yüce Beyan, dimağına dokundura dokundura  “ Errahman...” diye sesleniyor, gerisi yüreğimizde akis bırakacak biçimde sürdürüyordu. Şaşkın değildiniz artık, pişmanlık zehirine de batmamıştınız, “hayal üstüne binmeye” bir gerek duymuyordunuz bundan böyle.

“Önceki varışlarımızdan apayrıydı duyduğumuz. Merak, şüphe, endişe mi? Onlar da nedir sahi? Umutsuzluğun adını bile hatırlamıyorduk. Şu başka başka hâller, devamlı renk değiştirmeler, ıtrın en hassas noktalara varışları bu yoldaki birer deneme menzili idi; bizi  ‘muztar adamlar’  hâline çeviren kaskatı, kalpsiz, müthiş ve “ suret-i hak” maskesi takınmış dessas tavırlar değildi artık, sahnenin gerisine, kulise inmek bile ‘hayr’ın taa kendisi değil midir?

Gözünüze ve gönlünüze açılan yol bir ‘beyâban’ değil , yemyeşil bir sahra. Telaş ve ümit eksikliğinin zerresini bulmak kimin haddine! Zehir zemberek hisleri , miskin tozları silkeleyip atmışsınız artık. Arada  “herhangi bir taifeye” misafir de oluyordunuz. Öncekiler – hep- burun kıvırırlardı size, kardeşçe karşılamalar şenlendiriyor bağrınızı... Hediyelerinizi kabul edip, armağanlar sunuyorlar size. Emniyet içinde sahrayı geçmenin tadı böyle mi olurmuş; tatlı ürpertilerle doluyordunuz habire. Bin bir kapı içinden “ o kapı”yı seçmemiz sizi  neden  şaşırtmadı?

***

Kapıda “dünya” mı yazıyordu,ne? Emir almışçasına açılıp buyur etti. “ Şehrayin-i insan, gürültühane-i Rahman. “ Benliğimizi çeken ses de “ Errahman” demiyor muydu? Önceki gelişimizi hatırlar mısın sahi?

“Tam tersi bir haldeydik şimdikinin. Halbuki... Nasıl da uykudaymışız. Çekici hislerle yoğrulmadayız artık. Üstüne üstlük, bir büyük rahatlığın da merkezindeyiz. Kalbimiz rahat,canımız rahat. Hâdiseler ‘ La Taknetu...’ hitabıyla yerle bir... Ufukları siyaha boyamaya kalkanlara gülüp geçmedeyiz şimdi;  “Akıbet Müttakilerin...”  olduktan sonra... Önceki gelişimizde etrafımız fırdolayı diş gıcırdatırdı bize, şimdiyse tebessümler saçıyor. Bakışlarımız arı misâli her tarafa konmakta,aramakta,bulmakta.

“Ehlen sehlen merhaba!”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum