Kapılar ve pencereler

Bu köye on yıl önce öğretmen olarak geldim. İnsan kendini bir yerde unutmaya görsün; zaman mekândan zembereğini koparmışçasına günler değil, yıllar bile ona haber vermeden geçip gidiyor.

On yıl olmuş bu köye geleli. Kısmetse yarın tayin kâğıdını alıp, ayrılacağım. Bu gece burada geçireceğim son gece.

On yıldır Anadolu’nun bu küçücük köyünde salt bir görev uğruna geçen ömrümü, tandır ateşine baka baka yetimane soluklar alarak gözümün önünden geçiriyorum. Bu durumun kalbimde çok nostaljik bir filmi defalarca seyretmek gibi bir tat bırakmasını ne çok isterdim. Ama ne mümkün…

Buraya gelirken bir idealim vardı: Hayatın kâh öğrencisi olmak, kâh öğretmeni.

Bunun için ne yapılması gerekiyorsa yapacaktım. Acıysa; tahammül edecektim. Çileyse; çekecektim. Soğuksa; direnecektim. Kirliyse; temiz kalmak için elimden geleni yapacaktım. 

Geçen bunca zamandan sonra şunu diyebilirim ki; acıyı çektim, tahammül edemedim. Soğuktu, çözülüverdim. Kirliydi; kirlendim. 

Şimdi hayat defterinden on sayfa daha koparıp arşive kaldırıyorum. Keşke her şey burada benden kopan yıllar kadar dolaylamasız, imgesiz olsaydı. Keşke her şey herkesin idrak edebileceği kadar apaçık olsaydı. Keşke her şey yoruma ihtiyaç bırakmayacak kadar net olsaydı.

Oysa durum hiç de öyle değil. Bakıyorum da, bu süre içinde benden benim de bilmediğim, görmediğim birçok şey güneşin altındaki karlar gibi eriyip gitmiş. Göklerimdeki bulutlar yitip gitmiş gök boşluğunda bir gün bile yağamadan. Ardında yarınlara ait bir ses ve görüntü bırakamadan kızgın çöl kumlarında bir göl gibi kuruyup gitmiş sesim ve suretim.

Yıllarca İstanbul’da kar topla; sonra gel bu köyde güneşin altında eriyiver. Yıllarca yağmak için bulut topla göklerinden; sonra gel bu köyde bir defa bile yağamadan, üstelik bulutlarını da kaybederek çek git İstanbul’a. Yıllarca ses ve görüntü topla çığlı düşlerde; sonra seni dünyaya çağıran sesler arasında sesini de, suretini de yitiriver...

Karların eridiği, yağmur bulutların sır olduğu zamanlarda kendi cümlesini yitirmenin vahşiliğiyle, ödünç kavramların yani ortalamaların ve eşanlamların çadırlarına sığındım. Ortama uyum sağlamak adına ortama paralel döngüler içinde titredim durdum. Kendimin gizli koordinatlarını belirginleştirip, yüzeyleştirip yeni bir oluşumun –ağrılı da olsa- alt yapısını oluşturmak gayesiyle geldiğim bu köyde ortama uygun ortalama bir insan olarak İstanbul’a dönmek de varmış kaderde…

Artık sesime ve suretine renk veren birçok hassasiyetimi kaybettim. Karşımdakilerin doğru yapma ihtimallerine olan inancımın gittikçe azalması, yabancılığımı kabullenme endişemi körüklese de, bir zaman sonra, yapılan yanlışlardan, ahlaksızlıklardan dolayı bunları yapanlara acar acar bağırıp çağıramaz hale geldim. Tepkisizliği “müspet” bir davranış olarak kendime dayatmanın paslı kınına sığındım.

Köktenci çözümler üretmek yerine, kapitalist düşüncelerin sürgünü zamane insanı tavırları bende kök saldı. İnsanları yorumlarken sıfat ve eylemlerinden çok, isimlerini, cisimlerini, cirimlerini, cürümlerini önemser hale geldim. İsimlerin, cisimlerin, cürümlerin önüne ve ardına eklenen yaftalarla insanları tanır, bilir hale geldim. Başkalarının başkaları hakkındaki kanaatlerinin, düşüncelerinin, duygularının mahkûmu haline geldim.

Kabul etmediğim bir dünyanın istemediğim şartlarında yaşadığımın ayrımına varamadım. Git gide köylülerden bir köylü olduğumun farkına varamadım.

İlk zamanlar yaşamı ilahi ahengiyle yürütmeye çalışmış ve bunda bir zaman başarılı da olmuştum. Ne var ki geçen zaman içinde bu hassasiyetimi ve ahengimi yitirmeye başladığımı fark ettim. Bu durum bir süre sonra kalbimin ritminin bozulmasına neden oldu. Göğsümün sol kenarı, aklı kısa birinin terlikleriyle çiğnenmiş gibi sızladıkça sızladı.

Dama çıkarak, kızaran güneşin altında sol tarafıma uzanıp, dirseğimi taşlı toprağa dayadıktan sonra, bozkırların gövdesinden geçecek terliklerin üzerlerinin hayaliyle sendelemelerim devam etti. Fakat bu da uzun sürmedi. Ortada kalp kalmayınca ritim bozukluğundan mütevellit bir sızı da kalmadı.

Şimdi her şeyi taşa kazır gibi vicdanımın levhalarına diziyorum. Şimdi levhaların üzerindeki perdeleri kaldırıp, gözümün önünden geçiriyorum. Her perdenin altından levha levha pencereler çıkıyor. O pencerelerden bakıyorum hayata.

Bakıyorum binlerce kapı karşımda.

Bakıyorum binlerce anahtar elimde.

Dünya bin kapılı bir han. Bu kapılardan elbet biri İstanbul’a çıkar, diyorum

Anahtarları gözden geçiriyorum. Gözlerim boşalıyor, uykuya yani dünyaya dalıyorum, kapalı kapılar ardında.

Dünya boşalıyor gözlerimde, kapılar bir bir kapanıyor.

Gözlerim kapanıyor.

Dünya kapanıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.