İslamcılık ve İslam devleti

Arkadaşımız Prof. Dr Bedri Gencer, İslamcılık konusunda çekinceleri olan bir arkadaşımız. Her beşeri düşünce ve çabada eksikler ve şaibeler olacaktır. Bu beşerin şeninden ve şanındandır.  Bu hususta elbette Bedri Gencer Hoca haklıdır.  İslamcıların tespit ettiği kusurları noktasında tamamen haklıdır. Bununla birlikte,  siyaset ile İslam ilişkisi noktasında görüşleri bazı mülahazalara yol açmaktan da hali değildir. ‘İdeolojiden Ütopyaya İslâmcılık’ başlıklı yazısında Manastırlı İsmail Hakkı’nın sözleri üzerinden varmak istediği sonuç, bu mülahazalı konulardan birisidir.  Hoca şunları yazıyor :” Din=İslâm’ın ideolojileşmesi, Batı’da Descartes ile başladığı gibi, dindarlıkta ilim ve amel boyutlarının ayrılmasına yol açar. Bunun sonucunda adeta dini din olarak yaşayanlar ile ideoloji olarak savunanlar ayrılmaya başlar. İslâm’da dinin direği olduğundan namaz, dindarlığın göstergesi, dindarlık ile ideologluk arasındaki ayırım çizgisi olarak alınabilir. Osmanlı ve Mısır’dan Namık Kemal ve Muhammed Abduh gibi öncü İslâmcıların namaz gibi temel dinî vecibeleri ihmali, bu açıdan normal sayılabilirdi. İslâm’ın ideolojileştirilmeye başladığı bu asırda, yaşamadıkları halde kendilerini İslâm’ın savunmasına adayan bu aydınlarda Batı’da olduğu gibi bilgi kaygısı, bilgelik kaygısının önüne geçmiş, bunlar, adeta “bize değil, savunduğumuz şeye bakın” anlayışına kaymışlardı. Oysa “Salâh olmadan ıslâh olmaz” sözünün de belirttiği gibi, geleneksel anlayışa göre “düzelme”den “düzeltmek” mümkün değildi.

Bu yüzden belagatli vaazlarıyla ünlü âlim Manastırlı İsmail Hakkı, II. Meşrûtiyet döneminde 31 Mart hareketinin “şeriat isteriz” sloganına “Behey şaşkın hainler! Şeriat istenir mi, yoksa işlenir mi? Şeriat istenmez, şeriat işlenir” diyerek tepki göstermişti (Gencer 2012: 236). Evet, genel adı şeriat veya özel adıyla İslâm, istenmez, yaşanır. “Salâh olmadan ıslâh olmaz” sözünü “Sâlih, muslihtir” olarak uyarlarsak, zaten İslâm’ı yaşamak, yaşatmaktır sonucuna varırız. Tebliğ ile emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ‘ani’l-münker gibi vecibeleri de içeren İslâm’ı yaşama, her çağ ve herkes için geçerli evrensel bir mükellefiyettir. Bu yüzden İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir Müslüman, onu ayrıca savunma gereği duymaz; Müslüman’dan ayrı İslâmcı gibi sıfatları kendine hakaret addeder. Zira “simitçi, felsefeci, dinci” kelimelerinin de belirttiği gibi Türkçede “-ci, -cü” eki, kelimelere “bir şeyi yapıp satan, uğraşan, savunan” anlamı verir.”

Salahın olması ıslahın olmasına nasıl engel değilse Müslümanlık de İslamcılığa engel değildir. Müslümanlık genel ve İslamcılık özel bir durumdur.  Bu hususta ne teorik ne de pratik bir engel vardır. Salihler kendilerini kurtarırlar muslihler ise cemiyeti kurtarırlar veya farz-ı aynı yaptıkları gibi farz-ı kifayeyi de yaparak toplumun sigortası hükmüne geçerler.  Müslümanlık ferdi  boyutta bir temsiliyettir. İslamcılık ise içtimai ve siyasi boyutta da temsiliyettir.  Daha geniş daire ve aktif boyutu temsil eder. Elbette İslamcıların sözleri içtihadi bir durumdur ve tartışmaya ve kabul ve redde açıktır. Bundan dolayıdır ki  Ebu’l Hasan el Eş’ari mezheplerin sözlerini ve görüşlerini İslamcıların sözleri olarak ( Makalat el İslamiyyin) isimlendirmiştir.  Bazen yaşanılan İslam ile gerçek İslam veya İslam’ın tamamı arasında kapanmaz bir boyut oluşur.   Vakıa ile ideal arasındaki bu açık alan zaman zaman da kapanmıştır. Bu açığa kapatma çabası İslamcılık olarak da adlandırılabilir.   Asr-ı Saadet böyle bir kamil dilimdir.  Bundan dolayı da övgüye mazhar olmuştur.  Lakin daha sonra siyasi saha ile veya otorite ve sultan ile Kitabın veya Kur’an-ı Kerim’in birbirinden ayrılacakları ve kopacakları ifade edilmiştir.  Böyle bir zemin de doğmuştur. Bu kopma iki tarihi dilimde olmuştur. Emevilerle birlikte başlayan; siyasi ayağın yani otoritenin İslami siyasi anlayıştan kopmasıdır. Bunu Ömer Bin Abdulaziz kısmen tamir etmiştir ve Ömer Bin Abdulaziz bu açıdan siyasi müceddittir. İslamcılık da doğrusuyla yanlışıyla bir tecdit hareketidir. Yanlışları onu teceddüt/reform çizgisine sürükler. İsabeti ise tecdit yapmasını sağlar.  Kitap ile otorite arasında ayrışmanın tarihi ikinci dilimi ise Mustafa Kemal ile birliktedir.  Emeviler gibi sadece şura dışına çıkarak siyasi yöntemde değil ideolojik zeminde de İslami referanstan kopmuştur. .

‘İslam istenmez yaşanır veya İslam devleti istenmez, uygulanır’ gibi ayrımlar mekanik görünüyor.  Evet! Slogancılık anlamında ve yapmadığını isteme anlamında kusurlu bir yanı vardır. ‘İslam’ı yaşamak, yaşatmaktır’ meselesi temsilen doğrudur. Lakin bu temsil tebliği de ortadan kaldırmaz. Kimse de aksini söylememiştir.  Tebliğ sahibinin temsil sahibi olması da esastır.  ‘Yoksa niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?’ ayeti ve itabına mazhar olur.  Suudi Arabistan’da yayınlanan Şark gazetesinden Halit Seyf de aynen Bedri Gencer ve onun ötesinde Manastırlı İsmail Hakkı gibi düşünüyor ve  ‘Önce İslam Devleti Kurma’ sloganı yanıltıcı ve aldatıcıdır’ başlıklı yazısında İslam devleti kurmanın veya buna çağırmanın Kur’an ve Sünnette karşılığı olmadığını ve en iyi ihtimalle içtihadi bir mesele olduğunu ve bunun makasıt değil vesailden yani araçlardan sayılması gerektiğini söylemektedir.  İslam devleti kurmakla mükellef olmadığımızı ve bunu iddia etmenin Allah’a iftira olacağını ileri sürmektedir.  Halit Seyf dünyada İslam devleti kurmanın bir dini ödev olmadığını aksi taktirde ihmalin dünyevi veya uhrevi cezaya terettüp etmesi gerektiğini söylemektedir. Yıllar önce başörtüsü meselesinde de Gannuşi böyle bir argüman dile getirmiştir.  Biraz farklı bir biçimde : Başörtüsünün bir vecibe ve kural olduğunu söylemiş ama bunu yerine getirmeyenlere yönelik bir ceza olmadığını ifade etmiştir.  Halit Seyf, İslam devleti kurmanın makasıttan sayılamayacağını, vesailden olduğunu söylüyor.  Bu bilinen bir tanım şekli değildir. Ehl-i Sünnete göre halife nasbı veya devlet meselesi usuluddin'den değildir.  Şiilerin hilafına akait konusu değildir. Şia’ya göre ise velayet meselesi  iman meselesidir ve nübüvvetin parçası ve devamıdır. Sünnilere göre şura meselesidir ve akait değil ama hukuki tanım içinde halife nasbı vaciptir. Bu hususta halife veya yönetici tayini meselesinin hem imani hem de dini veya hukuki bir görev olmadığını savunan tek kesim Haricilerin bazı kollarıdır.   

Halit Seyf, İslamın devletin değil ümmetin dini olduğunu ifade etmektedir. Elbette  din ve ümmetin tanımı  devletin tanımından veya çatısından geniştir.  Lakin devlet ümmetin bir organıdır. Halit Seyf, devlet ümmetin yerine ikame edilebilir mi diye sormaktadır. Böyle bir tartışma Mısır’da Cemaatü’l Müslimin  kavramı üzerinden yaşanmış ve  İsam Attar gibiler Cemeatü’l Müslimin ifadesinin yanlış olduğunu onun yerine cemaatü’n minel müslimin demenin daha doğru olacağını söylemişlerdir.  Müslüman cemaati değil Müslümanlardan bir cemaat.  Bu noktada umum tahsis kabul etmez. Bediüzzaman da  aynı çerçevede ve bağlamda Derviş Vahdeti’nin  İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ismi etrafında çekincesini ortaya koymuştur.  Hizmet ünitelerini ümmetin  hükmi şahsiyetinin yerine koymak hadde tecavüzdür.  Zira umumu tahsis, dışarıda kalanları dışlayan bir anlam ifade eder. Buna da kimsenin hakkı yoktur.  Halit Seyf,  İslam devletinin, dinin ideolojikleştirilmesi üzerinden ilahlaştırıldığını da ileri sürmektedir.  ‘İslam hem din, hem devlettir’ sloganının çağdaş bir slogan olduğunun tartışma  götürmez  bir husus olduğunu ve  zamanla ideolojikleştirildiğini ifade etmektedir.  İslam din ve devlettir terkibinin yerine İslam din ve ümmettir terkibini yeğlemektedir.  Halit seyf, bu hususta Hazreti Musa gibi soruyor: Kâle e testebdilû nellezî hüve ednâ billezî hüve hayr(un). ... Musa; “Hayırlı olanı, daha değersiz olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?”

Halit Seyf, sözkonusu satırlarında birçok alanı ihmal eden devletleri sorgulamak yerine devlet kavramı üzerinden Müslüman Kardeşler ve Hizbu’t Tahrir’i sorguluyor.  Bu da meseleyi çözmek değil, hesaplaşa zeminine çekmektir ve manipülatif bir alana taşımaktır. Halit Seyf, Maverdi ve Ebu Ya’la’nın  Ahkam es Sultaniye kitaplarında o dönemde kaim olan ısırıcı saltanatlara hulus çektiğini ve saray alimi ünvanını taşıdıklarını ve mazeretçi bir yaklaşımı benimsediklerini  ifade ediyor. Ve bu durumda Cuveyni’nin Giyasi el Ümem kitabında  neredeyse ilahlaşan  halifelerin meşruiyetini sorguladığını ve gereksizliğine hükmettiğini  ifade etmektedir.  Bu yönüyle Cüveyni’yi hilafete karşı gibi tasvir etmektedir.  Elbette şartlarına haiz olmayan suri ve adeta halifeleri sorgulamak ayrı şartlarına haiz kurumu sorgulamak daha ayrıdır. Halit Seyf, Cüveyni ile Maverdi arasında kalan İbni  Teymiyye’nin kendisini devlet adamı değil ümmet  adamı olarak tanımladığını ileri sürmektedir.   Halit Seyf, günümüzdeki Selefilerin hilafına, İbni Teymiyye’nin bir gün olsun devleti yüceltmediğini ileri sürmektedir.  Bugün Selefilerin devlet veya hilafet meselesine, fukaha veya ehl-i hadis ayrımı ışığında veya üzerinden değil hareket,  parti veya Selefilik üzerinden baktıklarını ileri sürmektedir.  Makalesinin ahirinde Halit Seyf yazısına kanıt ve şahit olarak şu hadisi getirmektedir(1):

عن أبي أمامة قال: قال رسول الله -صلى الله عليه وآله وسلم-: «لتنقضنّ عُرَى الإسلام عروة عروة، فكلما انتقضت عروة تشبث الناس بالتي تليها، فأولهن نقضا الحكم وآخرهن الصلاة» والحديث عند ابن حبان وغيره وهو صحيح.
 
‘İslam’ın kulpları teker teker sökülecektir. İnsanlar biri söküldükçe diğerine tutunacaklardır. İlk sökülecek kulp hüküm ( yönetim), sonuncusu da namaz olacaktır…”  Namazı ihya gibi yönetimi ihya çabaları da ıslah ve tecdit ve İslamcılık meselesidir.  Elbette ölçüyü tutturamayanlara itibar edilmez. Bu hususta Muhammed Gazali siyasetle ilişkimizi şöyle tanımlar: En temel mesele insanın olgunlaşması ve kemale ermesidir. Görevlerin ilki imandır. Ahkam ayetleri ahret, ihlas ve yakin menzillerinden sonra gelmiştir. İslami iktidar, parlak isimler veya şan ve şöhrete kavuşmaktan önce Allah’ta fani olmak ve onun katındakilere rağbettir. İnsan resmi bir sıfata haiz olmadan da İslam’a celil ve büyük hizmetler edebilir. Ümmeti reşit yaşına getiremeyenler iktidara gelseler de hükmettiklerinde faydalı bir şey yapamayacaklardın. Biz de iktidar hodfuruşluk olarak   algılanmaktadır. Halbuki biz kendimiz yaşayalım başkaları ölsün diye iktidar isteyemeyiz.  Geri safta kalsak da birinci saftakiler Allah’ın muradını gerçekleştirirse bu bizi ancak sevindirir.  İslami teşekküller ve cemaatler daima ümmeti kalkındırmaya çalışmalıdırlar. İslam’ın din ve devlet olduğunu unutmadan ama kendimizi de ona kaptırmadan hareket etmeliyiz. İslam’ın din ve devlet olduğunu vurgulamak veya açıklamak cemaat ve teşekküllerin en önemli meşgalesi olmamalıdır (2).”
Siyaset, otorite ile kitap birbirinden ayrılır. Bu ayrılıktan sonra yakaları bir araya getirmeye çalışmak anın görevidir. Anın vacibi ne ise onu yerine getirmeye çalışmak bir nevi İslamcılıktır. Bununla birlikte muhtevada mutabakat varsa,  adlandırmada ihtilaf yok hükmündedir.  

1-http://www.alsharq.net.sa/2013/05/22/842641
2-Muhammed Gazali, El Fesad es Siyasi Fi’l Müctemeat el Arabiyye ve’l İslamiyye,  Nehdatü Mısr, s: 90-91

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum