İnsanî Yönleriyle Bediüzzaman

Hüseyin Gökçe 1954 yılında Denizli’de dünyaya gelir. Sanattan siyasete, ticaretten akademisyenliğe, yazarlıktan yayıncılığa kadar birçok alanda faaliyet gösterir. Bu farklı ilgiler ona dünyanın 52 (elliiki) ülkesini gezip görme fırsatı verir. Çeşitli gazete ve dergilerde yayın yönetmenliği, gazetecilik ve reklamcılık yapar. Bir grup arkadaşıyla Söğüt Yayınlarını kurar. 53 yılda 63 kitabı, 800 dergiyi ve 3000 gazeteyi yayına hazırlar. Araştırma yazılarını ve edebiyat ürünlerini İlk Haber (Denizli), Meydan (Denizli), Yeni Asya (1972-77) gazeteleri ile Türk Edebiyatı, Hareket ve Tercüman Çocuk dergilerinde (1977-82) yayımlar. 2009 yılında Han yayınlarını kurarak kitap yayıncılığına başlar. Farklı yayınevlerinden yayımlanan Damla Damla Tarih (1978), Analar Karşılıksız Sever (hikâye, 1984), Otomobil Recep (hikâye), Tarihten Altın Damlalar (1986), Dünyadaki Ayak İzlerim (gezi), Lütfen Efendim (görgü ve protokol kuralları, 2005), Söğüt’ten Çınar’a (Örnek Hayatlarla Osmanlı Tarihi, üç cilt) gibi birçok esere imza atar. Yayımlanmış 25 eserinin yanında yayımlanmayı bekleyen 5 kitabı daha vardır.

Süleyman Demirel, Muhsin Yazıcıoğlu, Kadir Topbaş gibi siyasetçiler, M. Rahmi Koç, M. Nazif Zorlu, Sakıp Sabancı, Murat Ülker, Üzeyir Garih gibi işadamları, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cengiz Aytmatov, Gürbüz Azak gibi yazarlar, Cem Karaca, Erol Büyükburç, İbrahim Tatlıses gibi sanatçılar, Tahiri Mutlu, Muzaffer Arslan, Muhammed Sungur, Hekimoğlu İsmail gibi son devrin bilgelerinden Bediüzzaman’ın talebeleri, Muhammed Koç ve Cevat Akşit gibi Denizli’nin kilometre taşı kanaat önderleri ilgili hatıralarını ve uzun yaşam öyküsünü Yaşadım ve Yazdım (Han Yayınları, 2021) isimli kitabında yayımlar.

Hüseyin Gökçe 1968 yılında Denizli’de Sümerbank işçisi, Balkan göçmeni Akif Cumalı Bey vesilesiyle Risale-i Nur’u tanır. Dünya gözüyle Bediüzzaman’ı görme bahtiyarlığına eremese de birinci ve ikinci kuşak Nur Talebelerinin irfan sofrasına oturur. Bediüzzaman ve Risale-i Nur konulu sohbet, panel ve konferanslara katılır. Bu vesileyle Bediüzzaman ve Risale-i Nur üzerine çalışma yapan yerli ve yabancı birçok yazar, düşünür, akademisyen ve aktivist ile tanışma fırsatı elde eder. Buralardan edindiği izlenimleri yıllarca kayda geçer. Nihayet bunları Muhteşem Hayat, İnsani Yönleriyle Bediüzzaman ismiyle 2017 yılında kitaplaştırır. (Han Yayınları/Zinde Kitapçılık)

Bu faaliyetleri sürdürürken birkaç kez hapishaneye düşer. Bediüzzaman ile hapishaneye girme bahtiyarlığına eremese de 1976-77 yılında onun yattığı Denizli Hapsine girer. Orada onu küçük bir sürpriz beklemektedir. 1943 yılında Bediüzzaman’le hapis yatan Çallı biriyle aynı ranzalara baş koyacak, çağın sultanı Bediüzzaman ile ilgili hatıralarını dinleme bahtiyarlığına erecektir. Hapse girmeseydi ihtimal ki bu hatıralardan mahrum kalacaktı.

Hüseyin Gökçe bu kitabını 65 yıllık bir hayatın, Risale-i Nur dairesi içinde geçen 45 yıllık bir ömrün kaydı olarak kaleme almış. 1876 yılında dünyaya gelen, 1960 yılında dünya denilen cümleye son üç noktayı koyan Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ismini verdiği altı bin sayfalık eseriyle zamanını ve mekanını aşar şekilde dünyanın dört bir tarafında karşılık bulmasının, dünya çapında fikir, ilim ve aksiyon insanı olarak öne çıkmasının hikayesi üzerine eğiliyor. Bugüne kadar Bediüzzaman’ın imanî, siyasî, sosyal ve ebedî vb. kişiliği üzerine kitaplar yayımlanmıştı. Gökçe bu kitabında Bediüzzaman’ın bir gününe ışık tutacak şekilde insanî yönü üzerine dikkati çekiyor. “Bir insan, bir beşer olarak Üstad’ın yemesi, içmesi, gülmesi, sevgisi, öfkesi, sevdası, ağlaması, giyimi, renk tercihleri nasıldı?” gibi sorulara cevaplar arıyor.

huseyingokce.jpgKitap iki ana kaynaktan besleniyor.

1. Abdülkadir Badıllı, Prof. Dr. Servet Armağan, İhsan Atasoy, Necmeddin Şahiner, Hekimoğlu İsmail gibi ömrünün bir bölümünü Üstad’ın hayatını araştırmaya adamış değerli yazarların kitaplarındaki satır aralarından süzüp aldığı Üstad’ın insanî yanlarına ait bilgiler.

2. Üstad’ın yanında bulunmuş, ona hizmet etmiş bahtlı kişilerden dinlediği anılar. Bu kişilerden bazıları: Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Ahmet Fevzi Kul, Mehmet Feyzi, Muzaffer Aslan, Abdullah Yeğin, Said Özdemir, Fırıncı Abi (Mehmet Nuri Güleç), Salih Özcan, Abdülvahid Tabakçı, Av. Bekir Berk,  İhsan Atasoy, Hekimoğlu İsmail, Prof. Dr. Servet  Armağan, Necip Fazıl Kısakürek, Ali Ulvi Kurucu, Suad Alkan, Rahmi Erdem, Necmeddin Şahiner, İhsan Kasım, Mustafa Birlik, Prof. Dr. Faris Kaya, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Mehmet Emin Birinci, Seyda (Nursi) Ünlükul, Mehmet Kutlular, Mahmut Hasırcı, Muhammed Sungur…

Bediüzzaman sistemli adamdı. Her anının hesabının verecek şekilde yaşamıştı. Yaradan’a ve yaratılana karşı sorumluluklarını bilerek ömür sürmüştü. Neredeyse hayatının her anı ibretlerle ve derslerle bezenmişti. Siretinden suretine, yeme-içme adedinden kılık kıyafetine uzanan çizgide tam bir Asr-ı Saadet Müslüman’ı gibi yaşayarak modern zamanlarda mümince yaşayışın ipuçlarını vermişti. O, Rabbiyle, yarattıklarıyla ve kendiyle barışık bir insandı. Akıl, kalb, ruh gibi manevi varlıklar onda tam bir denge halindeydi. Bu durum onu fikir (tefekkür), zikir (tezekkür) ve şükür (teşekkür) gibi beşeri insan yapan hallerde inceliklerin odağı haline getirmişti. Her haliyle iman ve insan abidesi zarif bir insan olarak kendini göstermişti. İncitmeden, incinmeden dünyadan göçüp gitmişti. Hüseyin Gökçe kitabında zarif bir kul olarak dünya sahnesinden gülümseyerek geçen Bediüzzüman’ın hayatına ışık tutuyor.  Karanlıkta kalmış birçok inceliği ve inciyi gün yüzüne çıkarıyor.

Gökçe’nin kitabını okurken şimdilerde niçin Bediüzzaman gibi bir insanın yeryüzü perdesinde görünemediğini anlıyoruz. Gösterişsiz, insanların ilgisinden sıkılan, sade ve mütevazi bir hayatı seçen Bedizzaman israfa karşıydı. İsrafı kâinatın ve içindekilerin hayatına kast olarak görürdü. Onun için yamalı elbiselerle, yırtık ayakkabılarla dolaşmaktan gocunmazdı. Talebesi Zübeyir Gündüzalp beyaz takke giyince, “Sen dikkatleri üzerine çekmek mi istiyorsun…” diyerek sitem etmişti. Görenek belasıyla daha fazla görmek ve görünmek, beğenmek ve beğenilmek için sosyal medyada, sokaklarda ömrünü heder eden modern çağın biz zavallılarının ondan alacak o kadar çok ders var ki...       

Dakik bir hayat yaşayan Bediüzzaman bugünün işini yarına bırakmazdı. Gece 3’te düğmesi kopsa sabaha bırakmaz, diktirirdi. Bir dakikasını bile boş geçirmezdi. Az yer, az uyur, az konuşurdu. Az konuşur, ama çok şey söylerdi. Tefekkür, tezekkür, teşekkür hayatının köşe taşlarıydı. Kur’an ile birlikte kâinatı ve insanı da okur, hayata notlar düşer, vakti gelince Sözler, Mektubat gibi isimlerle bunları kaydederdi.

Renkli bir kişiliğe sahipti.  En sevdiği renk kırmızıydı. Risale-i Nur’ların kırmızı ciltlerle basılması tesadüfi değildir.

Rusya’da esir kaldığı günlerde Tatarlar ona sahip çıkmıştı. Van’a döndükten sonra bir grup Tatar onu ziyaret ederek el yapımı bir matara hediye etmişti. Yıllar sonra matara Kafkas göçmeni bir aileden gelen bu kitabın yazarı Hüseyin Gökçe’ye ulaşmıştı. Gökçe bu paha biçilmez hatırayı gözü gibi koruma devam ediyor.

İnsan 120 yıl yaşayacak şekilde programlanmıştır. Bediüzzaman ise 84 yıl dünya ile halleşmişti. Buradan bakılınca hayatı çilelerle geçmişti. Savaş meydanları, hapisler, sürgün beldeleri uğrak yerleri olmuştu. 84 yıllık ömründe dünya lezzeti namına bir şey bilmemişti. 23 kez zehirlenmiş, defalarca suikasta maruz kalmış, ölümle karşı karşıya gelmişti. Bir kadının eline dokunmadan, bir evladının saçlarını okşamadan dünya misafirhanesinden göçüp gitmişti. Bir yumurta, az bir çorba ve kuru bir ekmekle öğünlerini geçiştirmişti. Böyle zorlu bir hayat yaşayan birinin 120’sine varamadan 84’ünde hayatının mühürlenmesine şaşırmamak gerek. 

Kuşluk ve ikindi sonrası olmak üzere günde iki defa yemek yerdi. Sofradan tam doymadan kalkardı. İki saat sonra su içerdi. Dildeki tad alma duygusunu çıkardıktan sonra ekmek ile baklava arasında bir farkın olmadığını söyleyerek iktisatlı bir hayatı tercih ederdi. Yiyeceklerin insan mizacı üzerindeki etkisine dikkat çekerdi. “Boğazına sahip olamayan hiçbir şeyine sahip olamaz” derken sanki bu günleri özetler gibiydi. İsraf ile kapıcıların kral gibi yaşadığı, kralların zillete düştüğü, yoksulluğun kol gezdiği ama bir kısmımızın konforlu hayatından hiç taviz vermediği günümüz insanının bu kadar kırıcı, yorucu, umursamaz olması sürpriz değildir. İnsanı helakete götüren, ağzından giren lokma ile ağzından çıkan laftır. Helal ve kararında yemeyen bir insanın hallerinden haramlar fışkırması, ağzından kem sözler çıkması normal değil midir?

Bediüzzaman, “Gören gözün hakkı var, bulan var, bulamayan var” gerçeğinden hareketle ekmek bile aldırsa kimsenin görmemesi için siyah poşet veya kaba koydururdu. Yediklerini, içtiklerini sosyal medyadan paylaşan, lüks hayatından taviz vermeyen biz zavallılara kapak olsun inşallah.

Bediüzzaman iki günde bir, önemli misafir gelirse her gün tıraş olurdu. Şimdilerde kirli sakal moda. Bu bile modern çağ insanının zihni dağınıklığını göstermesi açısından önemli.

Bediüzzaman gününün bir kısmını tamamen Rabbine ayırtmıştı. “Benim bir dua vaktim vardır, o saatte melaike gelse alamam” derdi. Günümüz hayatı insanı o kadar çok şeylerle meşgul ediyor ki Rabbe ayıracak zamanı kalmıyor. Böyle olunca daha da yorulur, melekmisal birçok sevdiğine bile tahammül edemez hale geliyor

Fıtri uyku 5 saattir diyen Bediüzzaman genelde 4-5 saat uyurdu. Bilhassa şehirlerde yaşayanlar akşama kadar yoğun şekilde çalışıyor, sabaha kadar saatlerce uyuyor. Şimdilerde dünyanın gereksiz işleri bizi öyle yoruyor ki uykularımız bazen 2 fitriye çıkıyor. 

Bediüzzaman bereketle yaşadığını, rızkındaki bereketin beslediği dört kedisinden geldiğini söyleyerek yemeğe oturmadan önce onları beslerdi. Hayvanları, sahibi değil, emanet olarak görür, onlara insan muamelesi yapardı. Kediye küçük aslancık, sineğe kuşçuk, fareye inek derdi. Kedi ile fare arasında aynı anda, aynı tastan süt içerek kadar dostluk kurardı. Kastamonu’daki evinde ‘ineklerim’ dediği farelere ekmek, şeker vb. verirdi. Denizli’ye sürülürken talebesine, “İneklerime sahip çıkın” diyecek kadar hayvanlara karşı vefalıydı. Savaş günlerinde emrindeki asker Ermenilere ait bir ineği öldürünce masum bir varlığın katledilmesini hazmedememiş, “Eyvah! Bu hata sebebiyle mağlup olabiliriz!” diyerek endişesini dile getirmişti. Nitekim az sonra Ermeniler tarafından yapılan saldırıda bir askeri şehit olmuştu. Şimdiler insanlar bırakın masum hayvanları düşmanlarının masum yakınlarını bile katledebiliyor, zulmedebiliyor.

Bediüzzaman bitkilerin ve hayvanların zikrettiklerini söyleyerek onları yerlerinden, yurtlarından etmemenin önemine vurgu yapardı. Erek Dağında iken kapısı açık bir barakada yaşardı. Sabah olunca az ilerdeki kavak ağacının altına gidip onunla zikrederdi. Bu durumdan haberi olmayan talebeleri ağacı keserek Üstadın barakasına kapı yapmışlardı. Üstad manzarayı görünce gözyaşlarını tutamamış, “Keşke o ağacı kesmeseydin, o kapıyı da yapmasaydın” diye sitem etmişti. Bir başka gün talebelerinden baraka yapmasını istemiş ama karınca yuvaları çıkarsa vazgeçmelerini söylemişti. Masum hayvanları, bitkileri yerinden, yurdundan edenin vatanı olur mu? Şimdilerde dünya sevdalısı insanlar ormanları yakıyor, hayvanları anayurdundan kovup kendilerine yazlıklar, kışlıklar, yalılar, villalar, saraylar, saray yavruları yapıyorlar. Sonra da çevre kirliğinden, kalp, akciğer ve solunum hastalıklarından şikâyet ediyorlar.  Bitkiye, hayvana acımayandan insana nasıl merhamet beklenir ki. Sonra gelsin işgaller, otopark ve imar savaşları, cinayetler…

Bediüzzaman vefa abidesiydi. Kendisine yapılan en küçük iyiliği bile karşılıksız bırakmazdı. Dostlarının, sevdiklerinin hallerini, hatırlarını sorar, dualarla ve hayırlarla onları ve sevdiklerini anardı. Talebesi Bayram Yüksel askere giderken birisi onun bavulunu arabaya yerleştirivermişti. Yıllar sonra Bayram Yüksel’e “O gün bavulu veren kişi kimdi?” diye sormuştu. Bayram Yüksel hatırlamadığını söylediğinde, “Sana hizmet edeni nasıl unutursun. Halbuki ben ona o günden beri dua ediyorum” diyerek üzüntüsünü ifade etmişti. Eskiyen kıyafetlerini yamalatıp giyen Bediüzzaman gibi bir insan bu çağdan geçmişken yaralanan, eskiyen dostlukları yamalayamayan bir zamana geldik. Kırılan eşyalarını bile tamir ettiren Bediüzzaman gibi bir insan bu çağdan geçmişken kırılan kalpleri bile tamir etmeyen sözde dostlar çağına geldik. Kendi milletimiz, dinimiz bir tarafa cemaatimizden, tarikatımızdan, partimizden, meşrebimizden olmayan kardeşlerimizi bile kapının önüne koyabilecek hale geldik. Dün bütün insanları camiye ve camiamıza davet ederken bugün birbirimizi kalbimizin camilerinden sürer hale geldik. Va esafa, va hasreta…

Hüseyin Gökçe’nin bu kitabı “Bediüzzaman’ın Bir Günü” başlığı ile okunabilir. Bediüzzaman’ın bilinmeyen yönlerini öğrenmek, zorlu bir çağda Bediüzzaman gibi yaşamak isteyenler için kaynak niteliğinde. Biz kitabın küçücük bir özetini yaptık.   

Bediüzzaman hızlı yazar ve okurdu. Bir oturuşta yedi kitabı tashih ettiği, bir günde 200 sayfa okuduğu olurdu. “Kitabı ucuz alan, ucuz bakar” der, kendi kitaplarını bile parayla değerinde alırdı. Son yıllarda toplumda okumama hastalığı oluştu. Bu hastalık maalesef Bediüzzaman okurlarına da bulaştı. Bu durum Bediüzzaman konusunda eserler ortaya koyma istidadında ve gayretinde olan yazarların motivasyonunu bozuyor. Neticede Bediüzzaman üzerine yapılan ve yapılacak birçok çalışmanın gün yüzüne çıkması mümkün olmuyor. Bunun için başta Hüseyin Gökçe’nin bu kitabı olmak üzere Bediüzzaman ve Risale-i Nur üzerine yapılan kitapları alıp okumakta fayda var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum