İmkân (mümkün olan haller) tesadüfü reddediyor-12

İmkân (mümkün olan haller) tesadüfü reddediyor-12

Vücut mertebesi üçtür. Bir şey ya vardır ki bu vacib vücuttur. Veya yokluk mertebesi dediğimiz yoktur, âdemdedir. Birde varlığı ve yokluğu eşit olup, var olan birisinin tercihi ve isteğiyle ve yapmasıyla meydana gelen şeydir ki ona da varlığı imkân dairesinde olan şey diyoruz.

Mümkün olan bir şeyin varlığı mutlaka onu tercih eden ve yapmaya karar veren vacip bir vücut sahibinin olmasına bağlıdır. Yani onu icat edecek bir mucidin olması lazımdır. Aksi halde hiçbir şey bütün ehli aklın ittifakıyla sabittir ki âdemde iken icat edeni olmadan kendiliğinden yoktan meydana gelemez.
“Mevcudat kendi kendine oluyor” diyen ve buna inanan insanlar evvela bir mantık çarpıklığı içerisindedirler. Bir şey yoksa o vücudu olmayan bir şey, olmadığı halde kendisinin olmasına hangi karar mekanizması ile karar verip kendi kendisini yapacak.

Mesela boş bir arazi düşünelim. Burada her hangi bir yapı yoktur. Yokluk mertebesi hâkimdir o arazide. Sonra, vücudu vacip ve var olan arazi sahibi istedi ki buraya bir yapı inşa etsin. Arazi sahibinin varlığı ve bir inşaata karar vermesi vücudu mümkün olan binanın inşası için olmazsa olmazı olan vücudun vacibiyet mertebesidir.

Arazide her türlü özellik ve vasıfta bir bina yapılabilir. Kulübe mi, ev mi? garaj mı? Dükkân mı? Okul mu, depo mu? Fabrika mı, pansiyon mu, çiftlik mi? Cami mi? Vesair, Bunların hepsi mümkün olan varlığı yokluğu müsavi olan imkân dairesinde ki yapılardır. Ki tercih edenin tercihine göre meydana gelecek şekillenecek ve hususiyet kazanacaktır.

İşte bir zamanlar ilmin (fizik ilminin tespiti üzere Bing Bang ile yani hiçten yoktan büyük bir patlama ile âlem vücuda gelmeye başlamış) de keşfettiği üzere bu kâinat ve içerisindekiler yoktan meydana gelmiştir.

Hiç bir şeyin yoktan var olmayacağı bilinen bir hakikattir. Öyle ise Kâinat yok olduğu bir zamanlarda yoktan nasıl oldu da birden meydana geldi. Kâinatın vücut mertebesi imkân dairesidir. Bir zamanlar kâinatın varlığı yokluğu müsavi idi. Yani boş bir arazide hiçbir binanın olmadığı bir zaman dilimindeydi.

Boş arazi sahibinin, o arazi üzerinde inşaata ve bir yapıya karar vermesi misali, vücudu vacip, yani tercih edici bir Zat’ı Zülcelâl’de, imkân dairesindeki bu kâinatın olmasına karar verdi. Ve kâinatı, kâinatı istiab eden bir noktadan bir Nurdan (Resulullahın ASM’ın nurundan) “Kün “emriyle yarattı.
Elbette bu koca kâinatın menşei kuru ve bereketsiz ve tevsi olmayacak bir şey olamazdı.
Evet, bu kâinat ve mevcudat, bir San’i-i Zülcelalin sun’uyla, tercihiyle, tahsisiyle binler vaziyeti muhtemele içerisinde, en maslahatlı, en mükemmel bir intizamı hakimane içerisinde bu şekli alacak şekilde yaratılmıştır.

Kuvvetsiz ve kıymetsiz, kör tesadüf ve şuursuz sebepler, böyle hadsiz bir ilim ve Kudreti ve nihayetsiz bir hikmet ve hâkimiyeti ve nihayetsiz bir Rububiyyet ve azameti gerektiren hilkat-ı kâinat fiiline sahip çıkamaz ve mümkün değildir.

Kâinat böyle olduğu gibi, bütün mevcudatta sonradan yaratılan bu kâinat içerisinde vücutları imkân mertebesinde ki mahlûklardır.

Her bir zîhayatta pek çok karışık ve faydasız  ihtimalât içinde, tayin ve tercih edilmiş bir ihtimal ile ve pek çok akîm yani netice vermeyen, yollar içinde iken, neticeli bir yol ile ve pek çok imkânat (değişik tarz ve şekillerde olabilirken) içinde mütereddid iken, gayet muntazam ve o canlının hayatiyetini devam ettireceği özelliklerde meydana gelmesi; hadsiz cihetlerle bir irade-i külliyeyi gösteriyor.

Çünkü her şey’in vücudu, her şekil ve sıfatta olabilir. O hadsiz ihtimalât içinde ve nesli devam etmeyecek şekillerde, hayatını devam ettiremeyeceği yollarda ve karışık ve yeknesak sel gibi mizansız akan ölü maddelerden, unsurlardan gayet hassas bir ölçü ile nazik bir tartı ile ve gayet ince bir intizam ile nazik bir ölçü içerisinde verilen harika bir nizam ile mevzun şekil ve muntazam, o canlıya ait mükemmel hususiyetler; zaruri olarak gerektiriyor ve açık bir şekilde anlıyor ve gözümüzle görür gibi biliyoruz ki, bir irade-i külliyenin, muhit İlim sahibi bir Zat’ın (C.C)  eseridir.

İşte mahlûkat mümkündürler ve imkân dairesinde vücud ve âdemleri müsavi olmasından, Vâcib-ül Vücud’un hadsiz Kudretiyle ve ilim ve iradesiyle en mükemmel ve kullanışça en güzel ve en kısa yolda ve en harika bir sanat içerisinde mucizane ve kusursuz olarak yaratılmışlardır.

Mesela; Kör şuursuz ve sağır bir adamı bir Büyükçe bir fabrikaya veya binaya bıraksak ne yapacağını, ne tarafa gideceğini bilemez ve durduk yerde durur. Atıl kalır. Faydalı bir hareket ve adım atmasını ondan bekleyemeyiz.
Öylede zerreler, atomlar kör, şuursuz ve sağır ve her türlü yöne ve her vaziyete göre hareket etmeleri ihtimali içinde mütereddit ve kararsızdırlar. İmkândan adım atamazlar. Bir tercih kabiliyetleri yoktur. Tesadüfte kördür. Rastgelede harekette körlükleri iki kat daha artar.

İşte her canlı hadsiz yollar ve ihtimaller içerisinde tereddütte iken makul bir sebep olmadığı halde birden bire gayet intizamlı ve hikmetli ve muayyen ve o canlıya ait güzel ve harika ve münasip özellikleri netice verecek şekilde zerreler sevk ile yaratılıyor ki ondan daha mükemmelini düşünmek mümkün değil.

Zerreler ve canlının vücudunda çalışan unsurlara o kadar karışık ve değişik yollarda ve tavırlarda öyle muntazaman hareket ile bulundukları yerin nizam ve düsturlarını bilir gibi cereyan ettirilirler ki bu zerre ve hücrelerin tereddütsüz bir ilim ve hikmet dairesinde bir kasd ve irade altında hareket ettirildiği aşikâre anlaşılıyor. Eğer zerre miktar zerreler yanlış adım atsalar zihayatların vücutları, sıhhat ve idare-i bedenleri bozulur.

Acaba o kadar yollar ve ihtimaller arasında o zerrenin macerası, lisan-ı haliyle, Sâni’in kasd u hikmetine delalet etmez mi?
Bir askerin askerlik nizamı içersinde takımında, bölüğünde rahatça ve bilircesine hareket etmesi gibi. Başkaca olamaz.

Meselâ herbir insanın yüzünde, bütün diğer bütün insanlardan ayrı olarak her birisine karşı birer farklı özellik, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, bütün hayvanatın dahi bu kanunu hikmete dâhil olduğu göz önünde bulundurulursa, bütün yüzler gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder.

Demek kâinatın cüz’iyatında ve galaksilerinden ta saman yollarına ve Güneş sistemine kadar görünen imkân dahi, vücubu bir Vacibül Vücudu gösterir.
Ve bütün mevcudatta görünen infial, bir fiili ve o hakimane fiiller,
Ve umumunda görünen sonradan var olma, yaratılma yani mahlukiyyet
Ve umum mevcudatta görünen kesret ve terkib, intizamla bir araya getirilme ve vücut verilmek.
Ve vücub ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, açık bir şekilde gerektiriyor ki, mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahlûk olmayan; Vâcib ve Fâil, Vâhid ve Hâlık olan mevsuflarını ister.

Öyle ise bilbedahe bütün kâinattaki bütün imkânlar, bütün infialler, bütün mahlukıyetler, bütün kesret ve terkibler bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud, Fa’alün-Lima Yürîd, Hâlık-ı Külli Şey’, Vâhid-i Ehad’e şehadet eder.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
5 Yorum