Hüseyin YILMAZ

Hüseyin YILMAZ

Canım İncir İstedi!

Geceyi Kırmızı Medresede geçirdi. Sabahı zor etmişti. Mustafa Paşa'nın Dicle üzerinde mal ve yolcu taşıyan bir vatandaşın bütün mallarını gasbettikten sonra, salını batırmakla da iktifa etmeyip adamı soyduktan sonra, yarı çıplak vaziyette, nehrin bu mevsimde hâlâ coşkun, azgın ve bulanık sularına atması, vicdanında, göğsüne saplanan bıçak sancısı meydana getirmişti. Neyse ki iyi bir yüzücü olan adam, epey sürüklendikten sonra kıyıya çıkıp canını kurtarmıştı.

Sabahın erken bir vaktinde revolverini kuşağının arasına sıkıştırarak Banı Hanı'ye vardığında Mustafa Paşa adamları ile birlikte sabah sofrasına oturmak üzere idi. Yanında Binbaşı Fettah ve oğlu Abdulkerim'le birlikte üç-beş kişi daha vardı. Bir mangadan fazla silahlı muhafız, ötede, beride mevzilenmişti.

Bu tedbire bir mânâ veremedi, olsa olsa zulme yeniden başlamış olmasının eseridir diye düşünen Molla Said, doğrudan Mustafa Paşa'nın üzerine yürüyüp üç adım mesafede karşısında durdu.

"Paşa, ben seni adam ve her şeye rağmen Müslüman sanıp verdiğin söze inanma gafletine düştüm. Bizde bir söz var, büyüklerin sık kullandığı bir söz: Derler ki, 'Karaçi kızından hatun olmaz!' Bu hakikatli sözü unutmamalı idim.

"Maişet derdi içindeki bu insanlardan haraç alman, mallarını yağmalaman, canlarına kasdetmen zulüm ve haydutluktur. Bunun bedelini dünyada da ahirette de ağır ödeyeceksin, âkıbetin elim olacak. Yol yakınken tevbene geri dön, yoksa olacakları biliyorsun."

Mustafa Paşa, tehdid edildiğinin farkında idi, ancak bunun boş bir tehdid olmadığını da biliyordu. Molla Said, ya bu uğurda ölecek ya da kendisini öldürecekti. Bundan adı gibi emindi, Nurslu, en az ilmi kadar kuvvetli bir imanın verdiği bir cesarete de sahipti, korkmuyordu.

"Devlet, sana asker başına her ay bir kese altın gönderiyor. Oysa bu dağ ve çöllerde askerin aylık masrafı bir-iki altını geçmez. Gerisini istifliyorsun. Gözünü toprak doyursun, mezara mı götüreceksin?

"Yetmiyor, devlet için olması gerekenden çok fazla topladığın vergileri de Payitahta göndermeyip zıkkımlanıyor, çar-çur ediyorsun. Unutma, hiç kimse zulümle abad olmamış, hiçbir zâlim rahat yatağında ölmemiştir. Böyle gidersen senin de sonun farklı olmayacaktır."

Mustafa Paşa, tartışmayı uzatmamak için işi şakaya vurmaya çalıştı:

"Anladım Molla Said, hatalıyım ama insana hata yaptırmak için neler yaptıklarını bilmiyorsun. Devlet idaresi kolay değil, herkes almak istiyor fakat gönül rızasıyla kimse vermeye yanaşmıyor. Biz de insanız, sinirlerimizin tavan yaptığı, kendimizi kaybettiğimiz vakitler olabiliyor. Uzatma da sofraya buyur, belli ki, sabah kahvaltısı yapmadan soluğu ensemizde almışsın."

Molla Said, sofra davetini reddedip geri döndü. Hazret-i Nuh'un türbesine varıncaya kadar da durmadı. Türbeye kapandı ve öğle namazına kadar dışarı çıkmadı. Beşeriyetin bir tufan öncesini yaşadığı, kıyametin gölgesinin arzın üstüne çoktan düşmeye başladığını düşündüğü vakitlerde, soluğu hep büyük tufanın büyük Peygâmberinin huzurunda alıyor, saatlerce ibadet edip dua ve niyazda bulunuyordu.

Mustafa Paşa'nın, sonraki günlerde de zulüm yapmaktan geri kalmadığını kâh işitiyor, kâh gözleri ile şahid oluyordu. Çalımlı yürüyüşünü beğenmediği bir delikanlıyı zindana atıp kemiklerini kırdığını öğrendiğinde kan beynine sıçradı. Fukara bir ailenin tek çocuğu olan gencin ölümle pençeleştiğini çadırına uğrayıp gözleri ile gördü.

Bu hadise üzerine bir daha Mustafa Paşa'yı öldürme kararı aldı ve fırsat kollamaya başladı. Yakın bir yaylada olan Paşa'nın kendisini dâvet etmesini fırsat bilerek yaylaya gitti. Ne zamandır omuzunda mavzeri, kuşağının arasında revolveri olmadan dışarıya adımını atmıyordu. Çok iyi biliyordu ki, Mustafa Paşa da kendisi için iyi şeyler düşünmüyordu artık. Bir fırsatını bulsa, kim vurduya getirebilse, ortadan kaldırmakta tereddüd etmeyecekti.

Cizre'ye yakın oluşu sebebiyle Paşa, yaylada rahat hareket ediyor, emniyeti ihmal ediyordu. Akşamları da çadırında yalnız uyumakla kalmıyor, nöbetçi de bulundurmuyordu. Dolunay aydınlığının yerini zifirî karanlığa bıraktığı gecelerdi. Yaylanın ateş ve kandilleri söndüğünde göz gözü görmüyordu. Gecenin karanlığını yırtan köpek uluma ve havlamaları da olmasa, yayla düzlüğüne mutlak bir sessizlik çöküyordu.

Molla Said'in uyuduğu çadır, Mustafa Paşa'nın çadırına yirmi adımlık mesafede idi. Miran Âşireti reisi gibi, o da çadırında yalnız kalıyordu. Geceleri hemen hemen uykusuz geçirmesi gibi, gördüğü hürmet de bu imtiyaza sebeb teşkil ediyordu. Paşa ile arasının limoni olması henüz alenî bir şekilde itibarsızlaştırıcı muamele görmesini netice vermiyordu. Zaten minnetsizliği sebebiye böyle bir muameleye tahammül etmesini de kimse beklemiyordu.

Gece yarısından sonra bir gölge gibi çadırından çıkıp Mustafa Paşa'nın çadırına vardığında çıt çıkmıyordu. Kendisini tanıyan köpeklerden de ses çıkmamış; yanlarından geçtiği sadık köpekler, sadece kuyruklarını sallamak, bir iki dostça hırıltı çıkarmakla varlıklarını belli etmişlerdi.

Bir müddet çadırın kalın bir perdeden ibaret olan kapısının önünde durup etrafı dinledi. Uyanık birilerinin olup olmadığını, farkedilip edilmediğini anlamaya çalışıyordu. Hiçbir çadırda ışıktan haber veren aydınlık veya karanlığı dalgalandıran bir karaltı yoktu. Son bir defa etrafı kontrol ettikten sonra horlama sesi duyulan Paşa'nın çadırını sessizce aralayıp içeri girdi.

İki adım atmamıştı ki, ayağının burnunun değdiği ibrik veya legenin çıkardığı rahatsız edici bir ses çadırı doldurdu. Mustafa Paşa'nın horlaması ânında kesildi, az ötesinde bir karaltının hareketlendiğini farkedince mahsustan öksürdü. Yabancı değilim, demeye getiriyordu. Kısık bir ses:

"Kim o?" dedi fısıldar gibi.

Sesin sahibini tanımıştı. Paşa'nın oğlu Abdulkerim'di bu, kendisini samimi olarak koruyan, seven ve hürmet eden Abdulkerim.

"Benim, Molla Said; Abdulkerim!" dedi.

Abdulkerim, sesi tanıyınca uzanıp yanı başındaki kandilin fitilini yükseltip içeriyi belli belirsiz aydınlattı. Bu arada Molla Said'in hançerini koynuna sokup sakladığını farketmedi.

"Hayırdır Seyda, gecenin bu saatinde, babamın çadırında ne arıyorsun?"

"Gece uyumayınca acıktım ve canım incir istedi. Bir miktar incir alacaktım!" diye cevab veren Molla Said, son derece tabiî ve sakindi.

Abdulkerim, Molla Said'in geceleri çok az uyuduğunu bildiği gibi, kuru incirleri çok sevdiğini de biliyordu. Bu mevsimde kuru incirin bulunabileceği tek yer de Paşa'nın çadırıydı şübhesiz. Bir parça garib, bir parça tuhaf bulmakla birlikte üzerinde durmadı.

"Ben vereyim!" deyip kalktı ve çuvalın birinden bir avuç kuru inciri alıp Molla Said'e verdi.

Molla Said, sırtını dönüp çadırdan çıkarken kendi kendisine söylenir gibi,

"Ne ise, bu defa da bu incirler onun hayat fıdyesi olsun!" dedi.

Abdulkerim, Molla Said'i işitti, kasdını da anladı ama sesini çıkarmadı. Ne yapması gerektiğinden emin değildi, bu hususta bir kararı da yoktu. Belli ki Molla Said, bu akşam babasının çadırında kaldığını bilmiyordu.

(Kutub Yıldızı II)

medrese.jpg

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum