Hayat neden vardır?

Hayat Neden Vardır? (29.Söz’ün Mukaddimesi - İzah Metni)

Hayat neden vardır? Hangi yüksek maksatlara hizmet etmektedir? Bu sorulara hayatın yaratıcısı ve sahibi en net şekliyle bir kudsî hadiste cevap veriyor: “Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, mahlûkatı yarattım.”  Bir Kur’ân ayeti ise yaratılış maksadını şöyle bildiriyor: “Ben cinleri ve insanları yalnız beni tanıyıp kulluk etsinler diye yarattım.“

Kâinatın yaratılışındaki ilahî maksat, Allah’ın kendi güzelliğini ve mükemmelliğini görmek ve göstermek istemesidir. Yani kâinat yaratıcısının gözünde yaratılışın en önemli neticesi şükür, ibadet, hamd ve muhabbettir. Bu noktadan bakıldığında elbette diyebiliriz ki, şu koca kâinatın her köşesinde ilahî sanatlarını ve mükemmelliğinin eserlerini icra eden bir yaratıcının bu faaliyetlerini görecek, seyredecek, şahit olacak, hayran olacak, muhabbet edecek, manen ve maddeten O’na ibadet edecek, O’nu tesbih ve zikir edecek şuurlu seyirciler lâzımdır. Gerçi en önce ve bizzat, kendini ve eserlerini kendi gözüyle görür fakat madem her güzellik ve mükemmellik sahibi kendi güzelliğini ve mükemmelliğini görmek istediği gibi, göstermek de ister. O halde kâinat genişliğindeki bu muazzam ilahî icraata şahitlik edecek sayısız şuur sahibi muhataplar, bilinçli temsilciler ve ilancılar gereklidir.

Evet gerçi insan bir yönüyle bu büyük mananın ve yüksek ibadetin önemli bir kısmını manen üstlenir, çünkü tüm mevcudâtın bütün ibadetlerini niyetiyle temsil etme vazifesini yapar. Fakat öyle bile olsa maddeten de bu ulvî vazifelerin yapılması gerekmektedir. İnsanın ise bunun ne kadar az bir kısmını yerine getirebileceği açıktır. Başta da demiştik, her iman esası Allah’ın varlığı ve varlığının gerektirdikleriyle aydınlanır. İşte her şeyin Allah’ı zikir ve tespih ettiğinin Kur’ân’da haber verilmesi gibi; sınırsız, ezelî ve ebedî bir Allah’ın kâinat sayfalarında yayınladığı muazzam ve hadsiz manaların bilinmesi ve görünmesi ve hikmetsiz, gayesiz, neticesiz, boşu boşuna yaratılmış olmaktan kurtulması için elbette aklen gerekir ki, o ince sanatların ve o manalı güzelliklerin her birine bakıp, hayret eden ve takdir eden birileri bulunsun.

İşte önümüzde muazzam bir ufuk açan ve ebedî sanılan yalnızlığımızı, hayallerimizin ve beklentilerimizin çok ötesinde ortadan kaldıran müthiş bir olay: Meleklerin ve ruhanî varlıkların hakikatinin bilinmesi. Yaşadığımız dünyaya ilişkin algımızı yeni baştan inşa eden ve sonsuza kadar değiştiren; içinde bulunduğumuzu zannettiğimiz manevî karanlıktan manen güneş gibi parlak bir aydınlığa çıkaran ve tüm zaman ve mekânı nurlar içinde bırakan büyük bir hakikat.. İnsanlık koca uzayın bazı yerlerinde ve sadece dünyaya benzer gezegenlerde şuurlu bir hayatın izini çaresizce aramaya devam ederken, Kur’ân’ın ve Hz.Muhammed’in (A.S.M.) lisanından duyulan; atom altı ve üstü bütün mekânlarda hiçbir madde parçacığının cansız, ölü, kendi başına, yapayalnız, hayatsız, şuursuz kalmadığı ve kâinatın her bir köşesinin meleklerle ve ruhanî varlıklarla şenlendirilmiş olduğu haberinin alınmasıyla beklentilerin çok üstünde büyük bir müjde, kâinatı ve insanlığın hüzünlü ruhunu aydınlatıyor.

Kâinatta yalnız olup olmadığımız sorusunu soran pek çok insan, bu sorunun cevabını oldukça sınırlı bir çerçevede hayal edebilmiştir. Bilim veya bilim kurgu adına ortaya koyulan muhtemel senaryolarda hayata uygunluk kriteri için gezegenimizin mevcut şartları ölçü alınmış, bu şartların haricinde şuurlu bir yaşamın gelişebileceği çoğunlukla tasavvur dahi edilmemiştir. Örneğin hayatın oluşabileceği bir gezegende olmazsa olmaz ilk şartın, hayata kaynaklık eden su olduğu varsayılmıştır. Peki neden böyle olsun ki? Bu şartlanmışlık, bildiğimiz yaşam şartlarından farklı ortamlarda var olabilen canlılara daha önce şahit olmamamızdan kaynaklanmıyor mu? (Bir de bazı bilim kurgu dizilerinde her gidilen yabancı gezegenin sakinlerinin İngilizce konuşuyor olmaları vardır ki akla ziyan!)

Acaba kendi aklımızı ve duyu organlarımızın algılama sınırlarını çok mu abartıyoruz ki, koskoca kâinattan sonuç çıkarmakta tek ve doğru ölçü olarak bunları baz alıyoruz?

Hâlbuki insan gözünün ve kulağının algılayabileceği alt ve üst limitler, çok sınırlı bir aralığı ifade etmektedir. Gözümüzle göremediğimiz ışınların, kulağımızla duyamadığımız frekanstaki seslerin varlığı bilinmektedir. Peki madem öyle, muhtemel yaşam formları neden duyu organlarımızla algılayabileceğimiz aralıkta olsun veya bizim yaşamımız için gerekli çevresel şartlara bağlı olsunlar ki? Bu soruyu bir takım astronomlar ve bilim adamları da sormuştur. Fakat hiç biri kâinat yaratıcısından haberler getiren Allah Resulü’nün (A.S.M.) işaret ve ifade ettiği kadar ileri bir noktayı hayal dahi edememişti.

Öyle ileri bir nokta ki, yıldızlardan yağmur damlalarına kadar her şeyin, üstlendikleri vazifelerin manevî dilleriyle Allah’ı zikretmeleri, yani O’dan haber vermeleri ve O’na delil olmalarının o varlıkların manen ibadet etmeleri demek olduğunu bildirmek ve bununla da kalmayıp, canlı-cansız her şeyin ve her madde parçacığının şuursuz olarak yaptığı bu manevî ibadeti şuurlu olarak temsil etmek ve kâinat tabakalarında ilan etmekle görevli “melekler” diye isimlendiren bir yaşam formunun varlığından haber vermek ve o melekler için yıldızların ve yağmur damlalarının gemi ve binek misali üzerinde gezdikleri bir ulaşım aracı gibi olduğundan bahsetmek, hatta bir takım ruhanî varlıkların gerek maddî âlemdeki sineklerden, gerek cennetteki kuşlara kadar çeşitli hayvanların içlerine girip, onların maddî gözleriyle âlemleri seyretmeleri gibi olağanüstü anlatımlara yer vermek… İşte bu tarz bir kâinat tasvirinin, hayallerin çok ötesinde bir gerçeklik olduğu şüphesizdir.

Peki böyle fantastik bir anlatımın delili sadece nakil midir? Aslında değil. Çünkü madde içindeki toprak ve suya baktığımızda, normal şartlarda hayat ve ruh gibi parlak ve maddesel olmayan bir hakikate kaynaklık etmeye hiç de uygun olmadıklarını düşünebiliyoruz. Evet zıtlardan ve imkânsızlıklardan yarattığı kudret mucizeleriyle sınırsız iktidarını ve kayıtsız hâkimiyetini en parlak bir şekilde gösteren bir yaratıcının, hayatın ve ruhun asıl yapısına çok daha uygun görünen bir formda bulunan, katı ve sabit yapıdan uzak maddelerden çoklukla hayatı çıkartmış olabileceği akla hiç de uzak bir ihtimal olarak gelmemelidir. Işık, karanlık, hava, elektrik gibi katı maddesel yapıdan uzaklaşan ve akışkan özellikte bulunan, ayrıca ruhun ve hayatın manevî boyutuna, ince ve hassas yapısına daha uygun görünen maddelerden bir takım şuurlu canlıların yaratılmaları gayet mümkün görünüyor.

Bu canlıların varlıklarının teyidini, isimlerini, çeşitlerini, vazifelerini ve neye benzediklerinin bilgisini ise ilahî vahiyden alıyoruz. Bir sonraki yazımızda Yirmi Dokuzuncu Söz’ün 1.Maksadını işleyeceğiz ve “hayat olmadan var olmanın anlam ve kıymeti nedir?”  sorusunu soracağız inşallah.

Keşif Yolculukları Risale-i Nur Eğitim Programı Dersleri-34: Hayat Neden Vardır?

Bu yazımızda, Yirmi Dokuzuncu Söz’ün işlendiği “Kâinatta Yalnız Mıyız” ana başlıklı dersimizin üçüncüsüyle yolculuğumuza devam ediyoruz. Sunulan hakikatlerin tam olarak hissedilerek pekiştirilmesi için görsel destekli ders videosunu da https://youtu.be/_omakBMLznM adresinden izlemenizi tavsiye ediyoruz. 5 Kasım Ct. 16.00 günü sunulacak “Ebedî Hayatın Varlığının İspatı (10.Söz İzahı)” dersimizin detaylarına ise https://risaleinuregitimprogrami.com adresinden ulaşabilirsiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum