Hamd ve şükür ekonomisi

Kur’anın en temel iki kavramı, insan fıtratının iki ana kodu ve yaratılış mekanizmasının iki büyük meyvesi hamd ve şükürdür. Bu iki hakikat insanın dış dünya ile irtibatının şuurlu neticeleri oldukları için ekonominin motor gücü mahiyetindedirler. Bu iki hakikatin neyi ifade ettiklerini ve farklarını Hz. Peygamber (ASM) şöyle ifade eder:

Nuh’a (AS) İsra suresinde abd-i şekûr denilmesinin sebebi şuydu:

-”O, bir elbise giydiği zaman hamd ederdi; bir şey yediği ve içtiği zaman ise şükrederdi.[1]

Elbise, temelde canlılığı, sıcak ve soğuğun zararlarından korumak içindir. Bu manada muhafaza unsurudur. Libasın en sağlamı ve en muhafazalı olanı ise zırhtır. Bu manada zırha Kur’an, “lebûs” ve onu üretmeye “san’ate lebûs” der.[2] Kişinin maneviyatını muhafaza eden takva için de “ve libâsu’t-takva” (takva elbisesi) tabirini kullanır.[3]

Bu noktada Hz. Peygamber (ASM) elbise-hamd ve Âhiret ilişkisini şöyle anlatır:

“Kim bir yeni elbise giyer, ‘ Avretimi örtebileceğim ve hayatta güzellik sağlayabileceğim bir elbise giydiren Allah’a hamd olsun ’ der, daha sonra da eskittiği elbiseyi tasadduk ederse, sağken de öldükten sonra da Allah’ın himayesi, hıfzı ve örtmesi altında olur.”[4]

Bu manada elbise gibi canlılığı muhafaza eden ayakkabı, zırh, ev, araba ve benzeri ulaşım araçları, emniyet teşkilatı, askeri yapı, devlet sistemi, Birleşmiş Milletler, atmosfer, gezegenler, güneşler gibi cüz’î ve küllî yapılar “hamd” ettiren birer ni’mettirler.

Yiyecek ve içecekler ise, canlılığı beslemek, geliştirmek ve güçlendirmek içindir. Bu noktada yiyeceklerin kokusu, rengi, güzel görüntüsü ve lezzeti insanın iştahını kabartan ve onu rızıklara bir müşteri haline getiren İlâhî davetçilerdir. Bu cepheleriyle canlılığı maddi manada besleyen, geliştiren ve güçlendiren yiyecek ve içecek çeşitleri, bol yağmur, verimli araziler, bereket, zenginlik, ticari kazanç, ekonomik istikrar, mevsimler, gece-gündüz oluşumu, dünyanın hareketleri, kozmik sistemler gibi cüz’î ve küllî yapıların her biri “şükür” ettirir.

Daha geniş planda Dünya-Ahiret, Beden-Ruh ilişkisi bağlamında ele alındığında öldüren ve öldürmeyen musibetler, hastalıklar, sıkıntılar, belalar, âfetler ise insanın manevi hayatını koruduğu, günah kirlerini temizlediği, ebedî hayatı muhafaza ettiği ve Cehennem’den kurtardığı için birer ferah unsurudur. Bu açıdan bunlar "hamd"i hak ederler. Bu idrak ve algı, ancak ilim ve hikmet ile elde edilebilir. Çünkü acılara hamd etmek zor bir seviyedir. Bu açıdan külli hamd, ilim ve hikmetsiz olamaz.

Bu çerçeveden bakıldığında diyebiliriz ki manevi hayatı besleyen, geliştiren ve güçlendiren her şey de şükre layıktır. Onlar da birer manevi rızıktır. Kişinin ruh ve duygu dünyasını güzelleştirdiği, dünyayı manevi bir Cennet haline getirdiği için birer sevinç sebebidirler. Bu yönüyle ilim, marifet, muhabbet v.s. gibi kişiye manevi zevk ve lezzet veren her şey şükrü hak eder.[5]

Şükür ve Yaratılıştaki Yeri

Şükrün yaratılış âlemindeki merkezî konumunu Bediüzzaman Said Nursî varlık-hayat-şuur-hikmet bağlamında sistematik olarak şöyle anlatır:

Kur'ân-ı Hakîm, nasıl ki şükrü netice-i hilkat (yaratılışın sonucu) gösteriyor. Öyle de, Kur'ân-ı kebîr olan şu kâinat dahi gösteriyor ki, netice-i hilkat-i en mühimi şükürdür. Çünkü, kâinata dikkat edilse görünüyor ki, kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek (netice verecek) bir surette, her bir şey bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor (odaklanıyor). Güya şu şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) en mühim meyvesi şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en âlâsı şükürdür.

Çünkü, hilkat-i âlemde (âlemin yaratılışında) görüyoruz ki, mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halk edilmiş (yaratılmış). Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek, kâinatı halk eden Zât, ondan o hayatı intihap ediyor (süzüyor).

Sonra görüyoruz ki, zihayat (canlı) âlemlerini bir daire suretinde icad edip, insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Adeta, zîhayatlardan maksud olan (hedeflenen) gayeler onda temerküz ediyor (merkezileşiyor); bütün zihayatı (canlıları) onun etrafına toplayıp ona hizmetkâr ve musahhar ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek, Hâlık-ı Zülcelâl, zîhayatlar (canlılar) içinde insanı intihap ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor (seçiyor).

Sonra görüyoruz ki, âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz’ edilmiş (konulmuş). Bütün nev-i insanı (insan türünü) ve hattâ hayvânâtı rızka adeta taaşşuk (âşık) ettirip, onları umumen rızka hâdim (hizmetçi) ve musahhar etmiş. Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz nimetleri câmidir (toplar). Hattâ rızkın çok envâından (türlerinden) yalnız bir nev'inin tatlarını tanımak için, lisanda kuvve-i zâika (tatma gücü) namında bir cihazla mat'ûmat (yiyecekler) adedince mânevî, ince ince mizancıklar konulmuştur. Demek, kâinat içinde en acip (beğenilen), en zengin, en garip (sıradışı), en şirin, en câmi, en bedî (güzel) hakikat rızıktadır.

Şimdi, görüyoruz ki, herşey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor. Öyle de, rızık dahi, bütün envâıyla, mânen ve maddeten, halen ve kavlen şükürle kaimdir, şükürle oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünkü, rızka iştiha (iştah) ve iştiyak, bir nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz (lezzet alma) ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün hayvânatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalâlet (sapkınlık) ve küfürle o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor, şükürden şirke giriyor.”[6]

Said Nursi’nin bu tahkikinin gösterdiği üzere kâinatta insan ve hayatı merkeze alan bir şükür ve hamd ekonomisi bulunuyor. Şükrün temelini, istifade oluşturur. İstifadenin çapını ise, ihtiyaçların şiddeti belirler. İktisad bilimi bu meseleyi marjinal fayda ve maksimum fayda kanunları ile okuyor. Çölde susuz kalmış bir kişinin sudan istifadesi ile, suya hemen ulaşabilen bir kişinin sudan istifadeleri aynı olmayacaktır.

Bu noktada kaynakların kıt olduğu yerlerde israfın azalması, insanların en kalitesiz dahi olsa rızkın her çeşidinden azami istifadesi, dar imkanlarına şükrederek hayatta mutlu olması buna mukabil zenginlik ve refah içindeki insanların şikayet ve hırs ile mutsuz bir hayat yaşamaları hayret verici bir hakikat olarak gözlere görünüyor. Bu noktada refah ile saadet, bolluk ile şükür arasında ters orantı bulunmaktadır tespitini yapabiliyoruz.

Kur’an insanın elindeki imkânları doğru değerlendirmesi, özellikle hayatın devamını sağlayan yiyecek ve içecekler konusundaki istifadesinin sağlıklı olması konusunda şöyle der: “Yiyin, için, israf etmeyin. Hakikat bu ki Allah israf edenleri sevmez.”[7] Bu âyette geçen “sevmez” ifadesini Said Nursi “Onlardan desteğini çeker” şeklinde tefsir eder.[8]

Bu noktadan bakılınca İslam dünyasının ve Müslümanların dünya genelindeki dağınık, mağlup, ezik ve perişan halinin ana bir sebebi şükürsüzlük olduğu gibi diğer bir temeli de israftır diyebiliyoruz. Özellikle hayatî maddeler konusunda… Hayatî maddelerdeki israfın çapına dair Eyüp Sultan Camii imamının 2013 yılında anlattığı şu vak’a çok çarpıcı ve acıdır:

Cemaatim içinde 35-40 kişilik bir yaşlılar grubu var. Yaşları 60-80 arasında… Bunlar her gün Eyüp, Fatih gibi dindar semtlerin çöplerinden atılmış ekmekleri toplayıp Arnavutköy sahilinde balıklara atıyorlarmış. Onlara sordum:

-“Günde ne kadar ekmek topluyorsunuz?” Dediler ki:

- “En az 3-4 ton, en fazla 14 ton ekmek…”

Dediklerine göre bunlar topluca umreye gitmişler. Mekke veya Medine’de hiç tanımadıkları bir adam onlara yaklaşıp demiş ki:

-”Sizin burada ne işiniz var? Sizin orada yaptığınız o işin sevabı size yeter.”

Umre, sünnettir. İsraf, haramdır. Haramı engellemek, vaciptir. Bir vâcibi yerine getirmek, bir sünneti yerine getirmekten kat kat üstündür. Umre dahi olsa…

Şükür ve Şikayetin Belirtileri

Said Nursi şükür ve şükürsüzlük manasında olan şikayetin belirtilerini ve ölçülerini şöyle ifade eder: “Şükrün mikyâsı kanaattir ve iktisattır ve rızadır ve memnuniyettir. Şükürsüzlüğün mizanı hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram-helâl demeyip rast geleni yemektir.”[9] Bu ifadeleri ekonomik, filolojik ve psikolojik yönden şöyle açabiliriz:

Mikyas, kıyaslama ve karşılaştırma aracı demektir. Şükür sonsuz boyutlu bir hakikat olduğu için kişi kendi psikolojik ve ekonomik davranışlarından şükrünü kıyaslayarak gelişip gelişmediğini ölçebilir. Kendisiyle benzer şartlardaki insanların davranışlarıyla kendisini kıyaslayarak da seviyesini gözlemleyebilir. Şükür gibi, yapıcı ve mutlu edici bir sıfatta ilerlemek insan için bir idealdir.

Kanaat, elindeki imkanlarla yetinmek, âcil ihtiyaçlardan tâli ihtiyaçlara doğru bir tatmin ve susuzluğunu giderme metodunu belirleyip uygulama demektir. Kanaatte her imkan bütün yönleriyle değerlendirildiği için en ufak bir israf olamaz. Kanaatin zıddı, “tebzir” dir. Yani savurganlık... Hz. Peygamber (ASM) kanaatin insan hayatına kattığı şuur ve otokontrol zenginliğini şöyle ifade eder: “El-kanaatu kenzün lâ yefnâ”[10] (Kanaat, asla sonu gelmeyecek bir birikim ve servettir.) Savurgan birisi zengin dahi olsa iflas edebilir, ekonomik dar boğazlar yaşayabilir. Fakat kanaat ehli için ekonomik hayat, ebedî bir yükseliş trendinden ibarettir.

İktisad, elindeki imkanları şuurluca, belirli bir hedef ve planlama dahilinde kullanma ve harcama demektir. Kelimenin Arapça vezninin işaret ettiği üzere hakiki ekonomiklik, bu sıfatın kişinin fıtratının bir parçası haline gelmesidir. İktisadın zıddı olarak “israf” kullanılır. İktisadın fakirleşmeme ve sefalete düşmeme konusunda bir sigorta olduğunu, kâinat kanunlarıyla okuyan Hz. Peygamber (ASM) şöyle söyler: “Lâ yeûlü men iktesada” (İktisadlı olan, asla sefâlet yüzü görmez.)[11]

Rıza, bir şeyin varlığından rahatsız olmama, ona değer vererek ve odaklanma demektir. Bu manada rıza, “gazap” duygusunun zıddıdır. Gazap, bir şeyin varlığına ve özelliklerine öfkelenerek onu parçalamaya çalışmakla ekonomik açıdan bir nankörlüğü gösterir. Başka insanların ektiği tarladan 10 ton buğday aldığını görüp kendi tarlasından çıkan 1 tonluk buğdayı yakan adam misali… Elindeki imkanları birer fırsata dönüştürmeyi bilmeyen bir kişi, imkanların çokluk ve azlığına bakarak hareket eder. Süreç okuma veya istişare mantığıyla danışmanlık alan bir kişi az imkanlarını çok imkana dönüştürebilir. Kriz dönemini büyük atılım ve yatırımların zemini haline getirebilir. Bu noktada Said Nursi bir pencereyi şöyle açar: “Hâlini istikbale tebdil eder zîhimmet.”[12] Zaman 3 parçadır: Mâzi-hal-istikbal… Said Nursi, “Geçen geçti, dün ile uğraşma. Sen bu gününe bak. Değerlendir. Öyle bir strateji takip et ki, şu ânın geleceğinin çekirdeği olsun. Gayretli kişiler bu şekilde şimdi ve gelecek zaman bağını değerlendirirler” demek istiyor. Fakat bu noktada en temel adım “elindeki ekonomik imkanları olduğu gibi kabullenmek” tir.

Memnuniyet, elindeki imkanların varlığından minnettar olmak, o imkanları bir çölde aç ve susuz yol alan bir yolcunun bulduğu su ve yiyecek gibi minnet hissi içinde kabullenmek ve değerlendirmek demektir. Memnuniyetin zıddı olarak “hiddet” kullanılır. Ülke ve dünya nüfusunun gittikçe çoğaldığı, ekonomik kaynakların kişi başı dağılım miktarının günden güne azaldığı günümüz şartlarında elindeki dar imkanlardan minnet hissi eşliğinde istifade etmek gittikçe önem kazanıyor. Kapitalizmin verdiği ve kamçıladığı hırs duygusunun seline kapılan insanların hayatında memnuniyetin yok olması, sonsuz bir açgözlülükle imkanlara saldırması gelecek zaman hakkında endişe verici bir manzara sunuyor. Bu hırs ateşini söndürecek tek şey semavi dinlerin kutsallık algısıdır. Kutsallığın kriterleri ise, maddi imkânları “kenz” (birikim) aracı olarak değil “hayır” aracı olarak görerek paylaşmadır.

Şükrün Ekonomik Çeşitleri

Şükür ile ekonomi arasındaki kopmaz bağı Kur’an çok yönlü olarak ele alır. Farklı boyutlarıyla şükrü bir ekonomik davranış ve ekonomik hayatın temeli olarak gösterir. Şükrün çeşitleri:

a)Edindirme: Bu noktada Kur’an bizzat Hz. Peygamber’in (ASM) kişisel hayatı üzerinden şükrün bir edindirme olduğunu Duha suresinde 8 ve 10. Âyetlerde şöyle ifade eder:

-Seni fakir bulup zenginleştirmedik mi?...

-Sana bir sâil (dilenci) geldiğinde onu kınama, incitme! (Onun ihtiyaçlarını gider, zenginleştir!)

Bu manada şükür, kendisinin edindiği şeyi başkasına edindirmedir. İlmin şükrü, öğretmek; sanatın şükrü, çırak yetiştirmek; kazanmanın şükrü kazandırmaktır. Osmanlı ve günümüz tüccarlarının “siftah” uygulaması bu şükrün canlı bir misalidir.

b)Paylaşım: Bu noktada Kur’an ve din, zaruri ve iradî olarak paylaşımı işler. Zaruri manada zekât ve fitre olarak, iradeye dayalı zaruretler manasında adaklar[13] olarak, gönüllülük çerçevesinde sadaka, infak, hibe olarak paylaşımı sosyal hayata yerleştirir. Emir ve tavsiye bağlamında… Bu konuya dair birkaç örnek:

- Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere (yoksullara), (zekât toplamakla görevli) tahsildarlara; (hürriyetlerine kavuşturulacak) kölelere, esirlere; borçlulara; Allah yolunda (lüzumlu görülen yerlere, cihâda çıkanlara) ve yolda kalmışlaradır. Allah her şeyi en iyi bilen, her şeyi hikmetle uygulayandır. (Tevbe suresi, 60)

- Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara 261)

-Onların mallarından, onları kendisiyle nefislerini arındıracağın ve kalplerini temizleyeceğin bir sadaka al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. (Tevbe 103)

c)Sosyal Yardım Yapma ve Tesis Kurma: Kur’an maddeciliklerinden dolayı şirke girdikleri için Mekke müşriklerini ilk safta muhatap alan Mekkî surelerinde bu hususu çok vurgular. Ekonomik krizlerin bu mesele ile bağını tekrar eder. Fecir suresinde şöyle der:

14. Hakikat bu ki Rabbin, gözetlemededir.

15. İnsan ise; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda, ona bol bol nimetler verdiğinde, "Rabbim bana ikram etti" der.

16. Ama onu deneyip rızkını daraltınca da, "Rabbim beni rezil etti, küçük düşürdü" der.

17-18 Hayır, hayır! Siz yetime ikram etmiyorsunuz. Çalışmaktan âciz kişileri yedirmek konusunda birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.

19-20. Haram helâl demeden mirası alabildiğine yiyorsunuz. Malı toplamayı ve biriktirmeyi pek çok seviyorsunuz.

Yetimler, miskinler, sefalete düşenler ekonomik hayatın realiteleridir. Onları görmezden gelmek bütün toplumu bağlayan bir vebal olduğu gibi, tarihin gösterdiği üzere ihtilallerin, yağmacılığın ve hadisin vurguladığı üzere hırsızlık ve dinsizliğin birer sebebidir. Fakat hayır ve hasenat yapmak isteyenler için bu tarz sosyal gruplar bulunmaz birer nimettirler. Ekonomik açıdan gelir elde etmeleri mümkün olmayan kişi ve grupların zaruri ihtiyaçlarının giderilmesi için Hz. Peygamber (ASM) “vakıf müessesesini” başlatmıştır. İslam tarihi bu yönüyle bir vakıf medeniyeti olarak ekonomi tarihine girmiştir. Vakıf mantığını Hz. Ömer (RA) şu sözüyle en geniş bir çapta ifade eder: ‘Dağlara buğdaylar serpin. Müslüman ülkede kuşlar aç demesinler.’

d)Devlete ve İnsanlara Borç Verme: Her amelin şükrü kendi cinsinden yapılır. Borç alma ve verme de birer ameldir. Ekonomik hayatta borçlanma en temel hususlardan biridir. Borçlanmanın olmadığı bir ekonomi düşünülemez. İmkanlar el değiştirip dünün zelil konumundakiler bu gün aziz konumuna yükselince kendisi borç istenen makam ve merci olur. Bu noktada en büyük bir şükür, kendisinden borç isteyen kişi, kurum ve hatta devlete borç vermekle nefes aldırmaktır. Borçla nefes alan taraf “hamd” eder; borç vererek nefes aldıran kişi ise, bir hamde vesile olduğu için şükreder. Kur’an, İslam devletinin imkanlarına sunulan bir vakfetme veya hibenin Allah’a borç verme olarak adlandırır:

-“Allâh’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allâh, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için oldukça üstün ve onurlu (kerim) bir ecir vardır.” (el-Hadîd, 57/11)

Bu konuyu bir hadiste detaylıca görebiliyoruz:

Ebu’d-Dehdah el-Ensari, Allâh’a güzel borç verme hakkındaki ayet nazil olduğunda Rasûlullâh’a:

“–Ya Rasûlallâh! Allâh bizden borç mu istiyor?” diye sordu. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Evet, ya Ebu’d-Dehdah, Allâh borç istiyor!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Dehdah, Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini alarak:

“–Ben bağımı Allâh’a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum!” dedi.

İbn Mesud, Ebu’d-Dehdah’ın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O’nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu infaktan, Allâh’a borç verme sözünden sonra Ebu Dehdah evine gelir ve hanımına:

“–Ey Dehdah’ın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim…” der. Hanımı da ona:

“Ya Ebû Dehdah! Çok kârlı bir alış veriş yaptın!” diye cevap verir.

Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar.[14]

Şükür ekonomisinin İslam toplumuna kazandırdığı güçlü yapının sonucunu Osman Nuri TOPBAŞ bir yazısında şöyle ifade eder:

Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlının son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dair kitabın bir ekinde anlatıldığına göre 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık baş göstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede Osmanlıya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşahede ettiği gerçek son derece şaşırtıcı idi. Raporda deniliyordu ki:

“Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan üretmek imkânsız!..[15]

Sonuç olarak diyebiliriz ki zenginlik, bir güç birikimidir. Güç, eğer bilgi ve şuurla birleşirse “imkan” haline gelir. İktisad ile şuurlu ve planlıca kullanılan servet ve ekonomik güç bütün insanlığa yetecek şekilde bereketlenir. En azından onları fakirliği içinde mes’ud, kıtlığı içine memnun, darlığı içinde şükürlü bir yekvücud haline dönüştürür. Fakat şuursuz, kontrolsüz ve bencil bir güç, dünyayı zâlim bir azınlığa Cennet yapar. Diğer bütün insanlığa Cehennem eder. Siyasal manada da baskı ve her türlü zulümlerin kaynağı olur. Hamd ve şükür için kurulan mavi ve yeşil bu gezegen, şikayet ve nankörlüğün merkezine dönüşür. Üzerine uğursuzluk bulutlarını, semavi ve arzî âfetleri çeken bir hale giriftar olur. Fiilen gördüğümüz üzere…

[1] İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, c. 3, Sa’d bin Mes’ud es-Sakafî maddesi… İbnü’l-Esir bu hadisin geldiği 3 kanalı sayar.

[2] Enbiya suresi, 80.

[3] A’raf suresi, 26.

[4] Tirmizî, Daavât, 119 (3555); İbn-i Mâce, Libas, 2 (3557).

[5] İlim, manevi gıda boyutuyla, rüya âleminde “ süt ” olarak ( el-Buhâri, Kitabu't-Ta'bir, 15-16, 34; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 9; ed-Dârimi, Kitabu'r-Ru'ya, 13. ) Kur’an ise “ bal ” olarak temessül eder. ( el-Buhari, Kitabu't-Ta'bir, 47; Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 18; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 10; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 10; ed-Diirem'i, Kitabu'r-Ru'ya, 13. )

[6] Mektubat, 28. Mektub, 5. Mes’ele ( Şükür Risalesi ).

[7] A’raf suresi, 31.

[8] Mektûbât, 23. Mektub, 4. Sual. Bu tespit “ Kişi sevdiği ile beraberdir ” (Buhârî, Edeb, 96; Müslîm, Birr, 165) hadisi ile beraber okunulduğunda anlaşılabilir.

[9] Mektubat, 28. Mektub, 5. Mesele.

[10] et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-Evsat: 7:84; el-Beyhakî, ez-Zühd: 2:88; el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: 2:133.

[11] Müsned, 1:447; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 5:454, no: 7939; el-Hindî, Kenzü'l-Ummâl, 3:36, 6:49, 56, 57.

[12] Sözler, Lemeat, Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer'î muvazeneleri.

[13] Bakara suresi, 270 ve diğerleri.

[14] İbn Ebî Hatim, ravi Abdullah ibn-i Mes’ud.

[15] http://www.osmannuritopbas.com/allaha-verilen-karz-i-hasen-guzel-borc-infak.html

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum