Hâfız Ali Bir Yıldız

Yatar Yıldızlar İçreDenizli Mezarlığında
Hayat dört duvarlı bir zindandı. Duvarlar üstüme üstüme geliyor, dünya daraldıkça daralıyordu. Ben daralıyordum. Ben darılıyordum dünyaya. Bir anlık öfkeydi; kendimi kaybetmiştim. Olanlar olmuştu. Kendime geldiğimde artık çok geçti. Zira gerçekten dünya bana zindan olmuştu.

Zindan karanlığı bulaşıcıydı. İnsandan insana dolaşıp duruyordu. Boşluk insanlarda ve insanlar arasında karanlık oluşturuyordu. Herkes dünyaya talip olunca öfke korkuya, haz cezaya galip geliyordu. Gençlik damarı akıldan ziyade his ve hevesi dinliyordu. Dünya bir üzüm tanesi yediriyor, onu yiyeni önce sarhoş ediyor, ardından zindanlara atıyordu.
Bu karanlık bir zaman sonra bana da bulaştı. Benim yediğim üzüm zindan karasıydı. Karanlıkta zindan gibi kara üzüm yiyordum. Karanlık ve sarhoşluk kol geziyordu bende.
Zindanda, bir çok mahkum gibi ben de yapayalnızdım. Susuyordum. Bu suskunluk öfkeye dönüşmüş hazzın iç çekişleriydi. Zamanla iç çekişler de kesildi; sessizlik zindana iyice savcı kesildi. Sorgular sorgular içinde... İnsan insan içinde… Zindan insan içinde... İnsan zindanın içinde...

Ücrada bir yerde kıstırılmış gibi, iç ayrıklıklarla, çatışmalarla dolu bir hayal duvarları kaplamıştı. Yalnızdım; susuyordum.
Bir zamanlar dışarıda hiçbir sınır tanımaksızın elma yemeğe çalışıyordum. Gürül gürül, kütür kütür... Elmayı yemiştim yemesine de, yakayı da ele vermiştim işte.
Şimdi içeride, elmanın ağrısını çekiyordum suskunluklar ve yalnızlıklar içre. Zira elma ağacından yapılan darağacı beni bekliyordu. Elma, dalından düşüp, çürümüştü; ama işte dar ağacı terütaze gözlerimin önünde duruyordu. Çürüyeceği de yoktu.

Zindanda insanı çürüten bir çiğ vardı. Önce soğutan, sonra eriten. Ben kah soğuyordum, kah eriyordum.
Erimeye yüz tuttuğum günlerde zindana Ispartalı bir mahkum geldi. Adı Hâfız Ali idi. Aydınlık bir yüzü vardı. Sanki güneş yüzünde doğuyordu her an. Yüzünde ne elma izi, ne de üzüm kiri vardı. Şeyhine ermiş mürit gibi, Leyla’sını bulmuş Mecnun gibi huzurla yürüyordu yollarda.
Gözleri ruhunun ufkuydu. Gözlerinde korkudan eser yoktu. Bir sükunet denizi dalgalanıp duruyordu. Bakışlarında kimselerin dalamayacağı bir derinlik vardı. Gözlerinde kimsenin varamayacağı bir zirve vardı. Sesi zikre ayarlanmıştı. Zikreder gibi konuşuyordu.

Hapse girdikten birkaç gün sonra uykusunda “Üstadım... Üstadım... Üstadım....” diye inlediğini duydum. Sabah olunca ona “Dün gece ‘Üstadım...Üstadım…Üstadım…’ diye inleyip durdun. Üstad kim?” diye sordum.
Gülümsedi, göğsünden bir resim çıkardı:
“Bu Üstadımdır.”
Gelincik Dağı gibi sustu bir zaman...
Neden sonra denize dökülen ırmaklar gibi çağıl çağıl Üstadı anlatmaya başladı.
Anlattı... Anlattı...Anlattı...
Öyle anlatıyordu ki, ondan bahsetmese sanki lâl kesilecek.
Öyle seviyordu ki, onu görmese sanki ölüverecek.

Anlattığına göre o Üstadı çok severmiş; Üstad da onu. Üstad kitaplarında onu “şehit şair şakirt” Hasan Feyzi ile beraber zikredermiş. O günlerde Üstadın şakirdi olmak demek hapsi, işkenceyi, sürgünü ve hatta ölümü göze almak demekmiş. O güne kadar üstadın şakirdi olduğu gerekçesiyle yüzlerce kişi tutuklanıp hapse atılmış, türlü işkenceden geçirilmiş. Bir gün sıra Hâfız Ali’ye de gelmiş.
Üstadına öyle bağlanmış ki, on dört sene boyunca evinden hiç çıkmadan onun eserlerini yazmış, yazmış. Demek artık yazmaktan konuşmaya geçilmesi gerekiyormuş. Isparta Savcısı diğer bir çok şakirt gibi onu da çağırmış. Kanunsuz şekilde yemin verdirerek sormuş:
“O kitaplarda yazılı Hâfız Ali sen değil misin?”

Hâfız Ali adalet ve hakikatin tecelli etmesi için iftiharla ve kahramanca “O kitaplarda yazılı Hâfız Ali benim” diye cevap vermiş.
Zaten Üstadın bütün şakirtleri böyle imiş. Savcı hangi birisine “Sen de onun talebesi imişsin” diye suçlayan, şiddet ve tehdit içeren bir eda ile sorsa, tıpkı Hâfız Ali gibi, tıpkı Zübeyir gibi her biri “Onun gibi bir dâhinin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla, ‘Evet, Onun şakirdiyim.’ dermiş.” Üstad da mahkeme huzurunda oturduğu yerden kalkarak, “Bin talebe kadar kabul ettim.” der, onlara iltifat edermiş.

Hâfız Ali adalet ve hakikatin tecelli etmesi için iftiharla ve kahramanca zindana geldiği ilk günden itibaren kendini gözlerdeki pası silmeye, sözlerdeki çürümeyi gidermeye adamıştı. İçi kötürüm olmuş bizlere destek olmaya çalışıyordu.

Zindanın dalgaları içinde hepimize saklı bir liman oluyordu. Bize zarar verecek veya zindanda gerçekleşmesi mümkün olmayacak arzularımıza çekidüzen veriyordu. İçimizi törpülüyordu. Ruhumuza sirayet etmiş nefsimizin eskimiş parçalarını köklüyordu ayrık otları misali.

Ya ağlıyordu yada ağlar gibi görünüyordu. Hüzün, ranza arkadaşımdır, der gibi bir hali vardı. Gün doğmadan kalkıyor, ruhuna inşirah veren zikirlere ve dualara başlıyordu. Ben başıma yorganı çekiyor, onu dinliyordum. Sesiyle içleniyor, o sese kendimi katmanın hayalini kuruyordum.

Dualar bitince elindeki yazmaları tashih etmeye başlıyordu. Üstadının havalandırma boşluğundan attığı kibrit kutularındaki yazıları ve mektupları ibadet ediyormuşçasına temize çekiyor, çoğaltıyordu.
Bazen kendisi de Üstadına mektup yazıyordu. Mektubu yazarken sanki bir şaheser yazıyormuş gibi heyecanlı, üstadı ile koşuyormuş gibi neşeli idi.
Çok sonraları Taha adında bir seveni onun bu mektuplarını ve zindan günlerini şöyle anlatacıktı şiirinde:

yemyeşil ormanlar oluyor kalemin
kara gözlü denizler sarı/şın
ve en çok ölümü sevdi sevdan

ellerin Zülfikar sesin mektup
serin bir hilal tutuklu kitaplara
ortasında ihanetin ra ekledin elife

kapanınca zindan kapıları
hangi tarafa baksa için
çiçekler yazılar semavat

uzak en uzun ömrünü yakında
çaresiz kalmıştır zulmün abc’si
ne söylesen denizle damla arasında

bir ah sunar heybetinden duvarlar
otuz üç pencere açılır kainat
çözsünler fakat elleri/elleri uzak
medreseni yeniliyor son tashihin
ruhunun yerine ölen kan gölü gözlerin
ılık akşamlarda sorgu melekleri

çünkü en çok ölümü sevdi sevdan
yemyeşil ormanlar oluyor kalemin
kara gözlü denizler sarı/şın
Hâfız Ali’nin mektupları şiirler gibi çağlar, çağladıkça oğullar verirdi.Bal yapan bir arıydı onun mektupları. Ardında oğul oğul şiirler, oluk oluk hatıralar bırakırdı. Bunlardan birini bana da okumuştu. Şöyle diyordu mektubunda:

“Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem, hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım.
Üstadım, bize emânet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenâb-ı Mün’imin, o emânet üzerine ne gibi emri vâki olsa, inşaallah, bilâ-tereddüt emânetiniiâdeye hazırız.

Evet, Üstadım, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mecz olduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur’ân-ı Hakîmin şifâhanesindenlemeân eden muâlecelerle (ilâçlarlarla) tedâviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek kâr-ı akıl değildir.”

Evet, mektubunda Üstadına olan sevgisini arz ediyor, onun için kendini fedâ etmeye hazır olduğunu bildiriyordu.
Çok rüya görürdü. Rüyayı hakikate açılan pencere olarak görürdü. Gerçi uyanıkken de rüyada gibi bir huşu ve gerçeklik hali yaşardı ya. Bir gün bir rüyasından bahsetti bana:
“Isparta’daydım. Rüyamda bir adam karşıma çıktı. “Al sana Denizli toprağı” deyip elime bir avuç toprak verdi. Uyandım. Anladım ki ben Denizli zindanına gideceğim ve orada vefat edeceğim. Bunu anlattığımda kardeşlerim: “Sen ne diyorsun efendim. Üstadın bir tek Hâfız Ali’si, bir tek Nur Fabrikası var. Sen hemen ölmeyi mi düşünüyorsun?” dediler.”
Düzenli olarak hastalanırdı. Hatta kırk gün üst üste hastalanmadığında yüzünün rengi sarıdan üzüncün rengine göç ederdi. O günlerde hastalık biraz ağır seyrediyor gibiydi.
O günlerin birinde ranzasına oturmuş, gözyaşları içinde eline aldığı mektubu okuyordu. Yanına yaklaştım:
“Kötü bir haber mi var”
“Kötü bir haber yok. Üstadımdan gelmiş. İçimde Üstadıma karşı çok büyük bir özlem var. Bu gözyaşları o hüzünden” diyerek mektubu uzattı. Okumaya başladım:
“Aziz kardeşim Hâfız Ali, hastalığını merak etme.Cenâb-ı Hak şifa versin, âmin. Hapiste her bir saat ibadet on iki saat ibadet yerinde bulunmasından, çok kârlısın. İlâç istersen, bir kısım dermanlar bende var, sana göndereyim. Zaten ortalıkta bir hafif hastalık var. Ben mahkemeye gittiğim gün, herhalde hasta oluyorum. Belki sen bana yardım etmek için, eski zamanda birbirinin bedeline hasta olması ve ölmesi gibi harika fedakârlık gösteren zatlar gibi, benim bir parça rahatsızlığımı aldın.”

Mektubu Hafız Ali’ye uzattım. Onun Üstadına karşı bu kadar sevgisini, onun yüzünden zindanlara düşmesini, hastalıklara giriftar olmasını anlamaya çalışıyordum. Hangi insan kan bağı, can bağı olmayan bir insana karşı böyle sadakatli ve sebatkar olabilir, diye düşünüyordum. Bütün günüm bu iç konuşmalarla geçti.
O gece hiç tahmin edemeyeceğim bir zamanda şaha kalkmış öksürükleriyle uyandım.

Kalktım, yanına vardım. Yüzü kireç gibiydi. Elimi alnına koydum. Alnı yangın yeriydi. Başucundaki havluyu aldım. Islattım, alnına çaldım. Ateşi düşecek gibi değildi. Nabzını yokladım. Ölümün ilk çıkartma yaptığı körfez burasıydı çünkü. Nabız rüyadaki insanın sayıklaması gibi çarpıntılıydı; korktum.
Küçük, kirli pencereden dışarı baktım. Yağmur yağıyor, şimşekler çakıyordu. Yağmur toprağı meleklerden öğrendiği rençberlik ile işliyordu. Yağmurun toprakla bütünleşmesi, ölüme mecbur bırakan bir hissedişin ıtırı, yeni bir hayatın haberi oluyordu. Yağmur yemiş toprak kokusu zindana sızıyordu.
Hüzün, sağanak halinde varlığın sağından, yokluğun soluklarına çarpıyordu. Ölümün ezgisi odayı sarıyordu. Emanet bir hayat azaldıkça azalıyordu.
Onun iki hayatı birbirine bağlayan kalbine bakıyordum. Elimi kalbine bıraktığımda uzun bir yolculuğa çıkacak birinin ayak seslerini duyabiliyordum. Ölüm kainat ile insan arasında var olan uyumun son bulmasıydı. Bu kıyametti işte. Nabızlarının ıssızlığı sanki kıyameti, sanki kainatın vefatını haber veriyordu.
Titrek, azalan nabzı kalbime savruldu. Elleri, yüzü yavaş yavaş ekin sarısına döndü. Dünya fırtınaya tutulmuş ekinler gibi devriliyordu yüzünde.
İyi misin?, dedim.
Gülümsedi; tek kelime etmedi.
Emirdağlı gardiyan Ceylan, Hafız Ali’yi çok severdi. Onu çağırdım. “Hâfız Ali çok hasta. Hastaneye götürmek lazım” dedim. Ceylan Hapishane Müdürüne koştu. Az sonra müdür geldi. Bana seslendi:
“Hastanın başında sen de refakatçı olarak git. Sana güveniyorum. İşin bitince geri dön. Sıkıntı çıkarma.”
“Tamam” dedim.

Hâfız Ali’yi battaniyeye sardık. Ceylan’la birlikte arabaya götürüp, arka koltuğa yatırdık. Ben ön koltuğa oturdum. Ceylan direksiyona geçti. Ceylan fırtına gibiydi. Bir solukta hastaneye vardık.
Doktora çıkardık. Doktor “Hemşire hanım hastaya serum takın” der demez, Ceylan parladı:
“Hasta deme ona. O Üstadının biricik Hâfız Ali’si. Ona “Hâfız Ali” diye hitap et.”
Doktor gün görmüş, çok şey yaşamış, halden anlayan biri. Gülümseyerek;
“Tamam; Hâfız Ali’ye serum takalım” dedi.
Muayene yarım saat kadar sürdü. Doktor:
“Durumu ciddi. Hastanede kalması gerekecek. Biriniz başında kalsın.”
Ceylan bana döndü:
“Hâfız Ali sana emanet. Dikkat et. Ben müdüre söylerim.”
“Tamam” dedim.
Hâfız Ali’yi tek kişilik odaya aldılar. Hemşire hanım:
“Önemli bir şey olduğunda beni çağırırsın” dedi.
Başımı salladım.
Sandalyeyi çektim; başucuna oturdum. Gözlerine baktım.
Yorgun gözlerini açtı. Kısık ve kesik kesik bir sesle konuşmaya başladı:

“Kardeşim ben çok ağır hastayım. Sen üç-beş günlük bir müsaade al da, bana refakatçilik yap… Hastanelerde fazla açık saçıklar namaz kılarken yardımcı oluyorlar… Sen yardımcı ol bana…
Kardeşim; benim bu günlerde yüzde doksan dokuz berzah kapısını açma ihtimalim var. Ölümü severek karşılayalım… Ölümü gülerek karşılayalım… Şakirtler ölümden korkmaz… Ben çok memnunum… Üzüldüğüm bir nokta ise: Şimdiye kadar bunlar bizi serbestçe vazife yaptırmadılar. Vay geliyorlar, vay gidiyorlar, baskın var, yakalayacaklar gibi hep endişeli oldu bu hizmetler... Artık, Nurlar küfrün bel kemiğini kırmıştır… O perdeyi yırtacak; esas hizmetler şimdiden sonra olacaktır inşallah… Ben o hizmetlere erişemediğim için üzülüyorum…”
Gece katmerli karanlığı konaklamıştı. Yağmur fırtınadan kırbacı ile karanlığı dövüyordu. Bir saat kadar sonra yağmur dindi; fırtına bitti.
Gök beşikte yıldızlar uçuşmaya başladı. Onu bir yıldıza nispet ettirmek istedim. Yıldızlar odaya yağmaya başladı. Oda aydınlandı. Az sonra bölük bölük terk ettiler. Sadece bir yıldız kaldı. O da gidip Hâfız Ali’nin baş ucunda durdu.

Hâfız Ali’nin gözleri aydınlandı. Yorgundu, bitkindi, halsizdi Hâfız Ali. Dayanamadı, gözünü dingince kapattı. Yıldız mutlu; gözlerinde söndü.
Yüzüne baktım. Ölüm meleğinin giriş yolu olarak bildiğim boğazını izledim. Bakışlarımı biraz daha aşağıya, göğsüne bıraktım. Göğsü deniz gibi kah kabarıyor, kah geri çekiliyordu. Çift kanatlı bir melek gibiydi; ölüm meleğini çağırıyordu. Neden sonra ölüm meleği geldi; başucuna oturdu.
Ay hilal halini almış denize vuruyordu. Yüzünde yakamozlar oluşuyordu. Göklerde melekler safa durmuş onu sevdiceği Üstadına çağırıyordu. Damarlarından denizin çekildiğini duydum. Ölümün sıcak ayak seslerinin farkına vardım. Kötü olan birinin yanınızda ölmesi değildi; ölümün ayak seslerini işittikten sonra sonucu değiştirememekti.
Hüznün icazeti yağmur gibi terlemişti. Göçebe saçlarını taradım parmaklarımla. Bahar yağmurlarında ıslanmış çiçek kokuları vardı saçlarında. Çiçek kokuları odayı sarmaya başladı. Çiçek kokuları içinde Azrail’in imamlığında melekler saf saf odaya doldular. Melekler kuş oldular, kocaman bir çınar olan Hâfız Ali’nin dallarına, budaklarına kondular.
Neden sonra Azrail Hâfız Ali’nin kalbini öptü. Hâfız Ali’nin gözlerinin içi son defa güldü. Azrail yavaş yavaş Hâfız Ali’nin gözlerinden bayrağı indiriyordu. Hâfız Ali ruhunu teslim ediyordu. Son bir gayretle gözlerini açtı:
“Gördün mü? ”dedi.
“Neyi?” dedim.
“Baharı, gözümde tüten yıldızı.” dedi.
“Evet”, dedim gülümsemeye çalışarak.
Şemsiye gibi kapanan gözlerinin üstündeki morluklar son kıvamını buldu. Maviden mora koşan kulakları, ölümün kurtaran ve kavuşturan ezgisini söylemeye başladı.
“Gidiyorum...”, dedi.
“Gitme...”, diyemedim.

Sabah ezanları okunuyordu. Gökten yere nur yağıyordu. Yerden göğe Hâfız Ali adında nurdan bir adam yağıyordu.
İlk baharın yedinci gününde binlerce nura ve güle bedel nurlu bir gül soldu kainat bahçesinde.
56. yaşında bir şecere-i nuriye Hakk’a erdi. Kainat ormanında 56 ağaca bedel şecere-i nuriye birden kuruyuverdi.
Bir zaman kimseye bir şey diyemedim. Sustum kaldım. Neden sonra aklım başıma geldi; hemşireyi çağırdım. Hemşire odaya geldi. Bir Hâfız Ali’ye, bir bana baktı:
“Allah rahmet etsin. Taksiratını affetsin...”
“Amin...”

Hemşire doktora haber verdi. Doktor geldi:
“Ölüm sebebini araştıracağız. Onun için bir süre hastanede kalması lazım. Sen git.”
“Peki” deyip hastaneden ayrıldım. Veremli bir kuş gibi hasta hasta zindana vardım. Müdüre haber verip, içeri geçtim.
Öğle yemeğinde mevtanın defnedildiğini duydum. Mezarını öğrenmeye çalıştım. Korkudan kimse bir şey söyleyemiyordu. Gözlerim Ceylan’ı aradı. Yarım saat kadar bekledim. Uzaktan göründü. Göz göze geldik. Yanıma yaklaştı. Yüzü solgundu. Bütün gece ağlamış da ağlama krampı geçirmiş gibi yorgundu. Ön bacağı vurulmuş bir at gibi çaresizdi. Konuşmuyordu. Ben de bir şey diyemiyordum. Ne kadar zaman sonra derin bir nefes aldı:
“Şehir mezarlığına defnedilmiş” dedi.
Başımı salladım. Başım dönüyordu. Zaman durmuş, dünya dönmüyordu. Ama işte başım dönüyordu. Bir teselli, bir rica, bir lem’a, dayanacak bir duvar aradım. Duvar yoktu; Hâfız Ali yoktu.
Sürüne sürüne ranzasına vardım. Sırtımı dayadım. Etrafta hala onun kokusu, sesi, yüzü hüküm sürüyordu. Zindanda hala onun sözü geçiyordu. Hüznüm katmerleştikçe katmerleşiyordu.
Öğleden sonra dağınık bir halde Müdüre gittim.
“İzin isteyecektim.” dedim.
“Hâfız Ali için değil mi?” dedi.
Cevap vermedim.
“Savcı bey buralarda. Görünmeden çık. Erken dönmeye çalış.”

Zindana döndüm. Hâfız Ali’nin hediye ettiği gömleği giydim. Savcıya görünmeden zindandan çıktım. Şehir mezarlığına doğru yürümeye başladım. Hâfız’ın hayalini yanımda bir sır gibi, bir suret gibi taşıyordum.
Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm...
İkindiye doğru mezarlığa vardım. Taze bir mezar arıyordum ki, az ileride, iki çam ağacının arasında yüzüne Hâfız Ali’deki fotoğraflarından aşina olduğum “Üstadım” dediği kişiyi fark ettim. Ona doğru yürümeye başladım. Kabrin başına vardığımda mezar taşını fark ettim. Üzerinde şu cümle yazıyordu:
“Mahkeme-i Kübra-yıHaşrî’de, Risale-i Nur Talebelerinin Bayraktarı, Şehid Merhum Hâfız Ali.
Rahmetullâh-i Aleyh. Ebeden Dâima.”
Üstad bir deniz gibi iç çekiyordu. Okyanusta tayfasını yitirmiş kaptan hüznü ile inliyordu. Kederinden kendinden geçmiş gibiydi. Kimseyi görecek halde değildi.
Ne zaman sonra beni fark etti. “Hoş geldin” anlamında başını salladı.
Aynı şekilde karşılık verdim; yanına oturdum.
Uzun süre konuşmadık.

Ne kadar zaman sonradır halden hale girerek dile geldi:
“Ben Hâfız Ali'yi unutamıyorum. Onun acısı beni çok sarsıyor. O hapiste Meyve Risalesini kemâl-i aşkla yazarken ve okurken vefat etti.
Gizli düşmanlar beni zehirlediler. O benim bedelime hastahaneye gitti ve benim yerimde berzah âlemine seyahat eyledi, bizi meyusâne ağlattırdı. (...) Nur’un böyle bir mânevî kahramanının vefatı bizi sıkarken, (…) birden İlahi inayet imdada geldi. Mübarek kardeşlerimin hâlis duâlarıyla o merhum şehidin, kuvvetli emârelerle, kabrinde Nurlarla meşgul olması ve suâl meleklerine mahkemedeki gibi Nurlarla cevap vermesi (...) inâyet-i Rabbâniyenin imdadımıza yetiştiğini ispat etti.
O bir şehit. O benim yerime şehit oldu... Benim bedelime şehid olacağını hissetti. Kuvvet-i ihlâsının kerâmeti olarak bana gönderdiği mektubunda bunu haber veriyordu. Haber verdiği gibi şehid oldu.
Onu aynen hayattaki gibi Risâle-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum
Ben hem kendimi, hem sizi tâziye ediyorum. Merhum Hâfız Ali’yi ve Denizli Mezaristanını tebrik ediyorum. Meyve Risâlesinin hakikatini ilmelyakîn ile bilen bu kahraman kardeşimiz, aynelyakîn ve hakkalyakîn makamına çıkmak için, kabre cesedini bırakıp melekler gibi yıldızlarda âlem-i ervahta seyahate gitti ve tam vazifesini yapıp terhisle istirahate çekildi.
Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, Risâle’nin bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’mâline hasenat yazdırsın, âmin.
Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın, âmin.
Ve kabrinde Kur’ân’ı, Risâle’yi ona şirin ve enis arkadaş eylesin, âmin.
Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın, âmin, âmin, âmin...
YâRabbî! Onu kıyamete kadar Risâle kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrâr-ı Kur’âniye ile kemâl-i ferah ve sevinçle meşgul eyle; âmin. İnşaallah.
Siz de benim gibi duâlarınızda onu yâd ediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde mânevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlâhîden ümitvarız.”
Söz yağmuru kesildi. Gökyüzü açıldı.
Sözün güneşten sultanı tekrar ve derinden açıldı:
“O bir yıldızdı…”
Gayr-i ihtiyarı başımı göklere kaldırdım. Gökte bir yıldız kaydı. İçim dopdolu yıldız kesildi. Güneş duruldu, kapandı, bulutlar sallandı.
“Gidelim.”, dedi. “Gidelim…”

Şehir mezarlığından üzgün adımlarla çıktık. Ağlamamaya güç yetiremedik; ikimizde çözülüverdik. Perde perde ağlamaya başladık. Dayanamadı, gökyüzü de bize katıldı. Şimdi üçümüz de ağlıyorduk.
Ne göğün kırbasından, ne de gönlün kasesinden taşan suyun biteceği vardı. Yağmurun içinde gülen bir yıldızın aydınlığıyla göğe döndüm. Gök yıldıza ve yağmura dönmüş. Yağmurun ipliği ile gökleri ciltleyen mevtayı gördüm.
“O bir yıldızdı.”, dedim.
Üstada baktım. Üstad bir güneş gibi gövermişti yanımda.
O zaman anladım ki Üstad o yıldıza ışık veren güneşmiş.
O zaman anladım ki o yıldız beni güneşe çağırıyormuş.
Bunun için yıldızın solması, Hafız Ali’nin ölmesi mi gerekiyordu, diye iç geçirdim.
Tekrar Üstada baktım; güneş ağlıyordu.
Dünya güneşe göç eden dört kapılı bir handı.
Ben zindandan çıkıp hana giriyor, güneşle güneşe gidiyordum.
Ardımızdan Hafız Ali gibi Üstadın aşkından şehit düşen Hasan Feyzi’nin şehid-i mağfur Hâfız Ali Efendi’nin kabr-i şerifini ziyaret ettiği zaman yazdığı şiir göklere yükseliyordu:
Ey nur yolunun yolcusu, ey ruh-u münevver
Bu medfen-i pâkin ola ruhun gibi enver.

Ey ölmeyen, ey fidye-i üstad-ı mübarek
Razı ola Allah Teâlâ ve tebarek

Gönderdi selâm, bak sana Hazret-i Üstad
Hem ruh-u azizi dedi her dem ola dilşâd

Kur’ân-ı Kerim uğruna fanideki hizmet
Bahş eyledi şimdi sana sonsuz ebediyyet

Yerlerde beşer, gökte bütün nurlu melekler
Her gün sunuyor ruhun için arşa dilek

Bu makbereler fahredecekhaşre kadar hep
Emvata okut nüsha-i enver, aç yine mektep

Ey menba-i envâr ve ey hâfız-ı esrâr
Ey canını canana veren zat-ı fedakâr

Hafız diye ben namını duydum o huzurda
Medhin okunur hem de bugün meclis-i nurda

Sun kevser-i safi, bize sensin yine saki
Bahş eylemiş Allah sana bir âlem-i baki

Sormam sana bir şey ne bugünden ne de dünden
Bir nokta okut sen bize esrar-ı ledünden

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
4 Yorum