Habîbim, yâ Muhammed! Bunlar gayb haberlerindendir ki, onu sana vahyediyoruz

Habîbim, yâ Muhammed! Bunlar gayb haberlerindendir ki, onu sana vahyediyoruz

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmrân Suresi 39-44. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

39 . Derken o, ma‘bedde namaz kılarken ayakta olduğu bir sırada, melekler ona şöyle nidâ ettiler: “Doğrusu Allah, sana Allah’dan bir kelime (olan Îsâ’)yı (1) tasdîk edici, bir efendi, bir iffet sâhibi ve sâlihlerden bir peygamber olarak Yahyâ’yı müjdeliyor!”

40 . (Zekeriyyâ) şöyle dedi: “Rabbim! Doğrusu bana ihtiyarlık geldiği, hanımım da kısır olduğu hâlde, benim için bir oğul nasıl olur?” (Rabbi de ona:) “Böyledir! Allah, dilediğini yapar!” buyurdu.

41 . (Zekeriyyâ) dedi ki: “Rabbim! (Onun geleceğine dâir) bana bir alâmet kıl!” (Rabbi ona şöyle) buyurdu: “Senin (ona dâir) alâmetin, insanlarla işâret (ile anlaşman) dışında, üç gün konuşamamandır. Hem Rabbini çok zikret ve akşam sabah (O’nu) tesbîh eyle!”

42 . Bir zaman da melekler şöyle demişlerdi: “Ey Meryem! Şübhesiz ki Allah, seni seçti, seni temiz kıldı ve seni âlemlerin kadınlarına seçkin kıldı.”

43 . “Ey Meryem! Rabbine gönülden bağlan, secde et ve rükû‘ edenlerle berâber rükû‘ et!”

44 . (Habîbim, yâ Muhammed!) Bunlar gayb haberlerindendir ki, onu sana vahyediyoruz. Yoksa, içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini (kur‘a için nehre) atarlarken, sen onların yanında değildin! (Onlar) birbirleriyle çekişirlerken de yanlarında değildin! (2)

1- Âyet-i kerîmede Allah-ü Teâlâ’nın Hz. Îsâ (AS)’ı كَلِمَةٌ[kelime] diye isimlendirmesi; onu كُنْ yani “Ol!” emri ve kelimesiyle, babası olmaksızın yaratmış olmasındandır. (Celâleyn Şerhi, c. 1, 408)
2- Annesi tarafından Mescid-i Aksâ’ya teslîm edilen Hz. Meryem’i, ilimce en büyük reisleri bulunan İmrân’ın kızı olması sebebiyle, her âlim kendisi himâye etmek istedi. Sonunda kur‘a attılar ve Hz. Meryem vâlidemizin teyzesinin beyi olan Zekeriyyâ (AS)’ın kalemi su yüzüne çıktı. (İbn-i Kesîr, c. 1, 282)

“Kur’ân’ın vukūât ve ahvâl-i mâziyeye (geçmişte olan hâllere ve hâdiselere) dâir ihbârâtı (haberler vermesi) aklî bir iş değil ki akıl ile ihbâr edilsin. Belki, semâ‘a mütevakkıf (işitmeye bağlı) nakildir. Nakil ise, kırâet ve kitâbet (okuma-yazma) ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifâkıyla kırâetsiz, kitâbetsiz, emânetle ma‘ruf (güvenilir oluşuyla tanınan), ümmî (okuma-yazması olmayan) lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzûl ediyor (iniyor).

Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbâr eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayâtiyesini (can damarını) ve rûhunu alır. Maksadına mukaddeme (başlangıç) yapar. Demek Kur’ân’daki fezlekeler, hulâsalar gösteriyor ki, bu hulâsa vefezlekeyi gösteren, bütün mâzîyi bütün ahvâli (hâlleri) ile görüyor. Zîrâ bir zâtın bir fende veya bir san‘atta mütehassıs (ihtisas sâhibi) olduğu, hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir san‘atçıkla, o şahısların mahâret ve melekelerini gösterdiği gibi, Kur’ân’da zikrolunan vukūâtın (hâdiselerin) hulâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukūâtı ihâta etmiş (kuşatmış), görüyor, ta‘bir câiz ise, bir mahâret-i fevkalâde ile ihbâr ediyor.” (Zülfikār, 25. Söz, 35)