Habibi Nacar YILMAZ
Yusuf Kaplan Bey'in Tespitleri ve Birkaç Tavzih
Yusuf Kaplan Bey, bazı yazılarımızda görüşlerine yer verdiğimiz düşünce, fikir adamı ve bir gazeteci kardeşimiz. Sadece bir gazeteci mi? Hayır. Bağrıyanık bir entelektüel. İslam dünyası ve İslam'ın geleceği konusunda fikirler üreten, kafa yoran, yeni yollar bulan ve bunu tatbik etmeye çalışan bir aksiyoner. "Yol Haritası" kitabı, baştan sona düşüncelerinin tatbiki noktasında bir laboratuvar çalışması niteliğinde. Kitabın adı, sadece "Yol Haritası" değil. "Gençlerini İhmal Edenler, Geleceklerini İmha Ederler" cümlesiyle tahkim edilmiş.
Yusuf Kaplan Bey, gençlerimizi dolayısıyla geleceğimizi imha etmemek adına, "Darü'l Erkam ve Ashab-ı Suffa'dan" ilham alarak dijital Nizamiyeye geçmek için adını "MTO" olarak kısalttığı "Medeniyet Tasavvuru Okumaları" başlatmış. Bu okumaların amacı, medeniyet perspektifi, Müslümanca düşünme melekeleri ve dil zevki kazandırmak olarak belirlenmiş. Bunun için de beş merhaleden oluşan bir liste hazırlanmış. İlk aşama, insanı dert sahibi yapacak kitaplardan oluşmuş. İkincisi, usûl kitaplarından, üçüncü aşamada medeniyetlere ve tarihe ağırlık verilmiş, bunların mantığı ruh felsefesi anlaşılmaya çalışılmış. Dördüncüde felsefe ve sanat, beşincisinde ise, kendi medeniyetimizin kurucu metinleri başta olmak üzere, medeniyetlerin kurucu metinleri ele alınmış. Okunacak kitapların içinde Risale-i Nurlardan Lem'a'lar kitabının da olduğu yüz kitap üç yıl içinde cümle altları çeşitli sebeplerle çizilerek kademe kademe okunuyor ve eğitimin sonunda icazetler veriliyor.
Yorucu, netameli, yükümlülüğü ağır bu yol haritası için "Ateşten gömlek giymek gibi bir iştir." diyor Yusuf Kaplan. Buna rağmen, arkadaşlarıyla işe girişmişler ve umduklarını da bulmuşlar.
Tanzimat'la başlayan medeniyet krizini aşmak, "ümmileşmek" yani zihinsel hicretle mümkün, diyor yazarımız. Pek denk gelmediğim bu "ümmileşmek" tabirini de "çağın ağlarından, bağlarından, dünyasından arınarak çağa açılma, çağı kuşatma, kısacası çağı tanıyarak çağı tanımadığını ilan etme yolculuğu" olarak açıklıyor.
Yusuf Kaplan Bey, çok zorlu fakat o kadar da lüzumlu bir yolculuktan söz ediyor. Çağın ağlarından, bağlarından arınmak ne demek? Çağı kuşatmak ve çağa bir şeyler söylemek, bunlarsız olmaz elbette. Ama bunları sağlamak, bu yolculuğa çıkmak için "MTO" yolculuğu yeter mi acaba? Burada teşhis de önemli elbette.
İslam'ın maruz kaldığı tehlikelerin mahiyeti değişti. Kurt, gövdenin içine girdi. Mukavemet zorlaştı. Çünkü düşman gövdenin içinde ve basiret gözü körleşmiş, nesiller savrulmuş. Bütün bunlara, gaflet içindeki büyük başlara rağmen, ümitler gitmemiş, yitmemiş Yusuf Kaplan Bey'in gayretleri, günümüzün ümidi olmaya devam ediyor ve edecek inşallah.
Kitapta Necip Fazıl ve Sezai Karakoç öncü insanlar olarak nazara veriliyor. Yusuf Bey'in kitabında çeşitli yerlerde üstada da yer veriliyor. Ayrıca "Bediüzzaman Bu Çağa Ne Söyler?" başlığıyla da bu konudaki fikirlerini açıklıyor.
Evvela, Bediüzzaman'ın takipçilerine serzenişte bulunuyor ve onları anlamakta zorlandığını ifade ediyor. Niçin serzenişte bulunuyor? "Bediüzzaman'ın günümüze taşınması, ondan yola çıkarak film yapan, mimari tarzlar geliştiren, edebiyatla uğraşan, müzik yapan insanların olması lazım; ama maalesef yok. Şart mı bu? Tabii ki şart?" cümleleri ona ait. Biz de soruyoruz. Kim yapacak bu taşımayı? Onun takipçileri elbette. Yapabildiler mi? Hayır. Birbiriyle uğraşmaktan vakit bulamadılar zahar.

Üstadın etrafında buluşan ilk talebeleri, Kaplan'ın "ümmileşmek" manasını bihakkın yerine getirdiler. Çağın ağlarından, bağlarından arındılar ve Kaplan'ın hayalindeki medeniyeti dar anlamda gerçekleştirdiler. Yusuf Kaplan Beye âcizane tavsiyem başta üstad olmak üzere ilk dönem Nur talebelerinin hayatlarına, ideal ve beyanatlarına biraz daha fazla kulak vermesi ve incelemesi. Onlar, canlı kanlı taptaze olarak önümüzde duruyor.
"Bediüzzaman, zihni bölmeli bir adam değil. (Yani her şeyi Şeriat-garra-i Muhammediyeye vurarak tartıyor) ama Bediüzzaman'ın talebeleri olduğunu söyleyen insanların zihni, bölmeli ve seküler. Fakat farkında değiller." Bu tespit de Yusuf Kaplan'a ait. Yusuf Kaplan Bey'i bu tespitlere götüren husus, nurlarda bir eğitim projesi olarak geçen "Ulûm-u diniyye ile fünûn-u medeniyenin imtizacından hakikat doğar" cümlesini, Nur talebelerinin yanlış ve eksik anlamaları olmuş.
Peki, Yusuf Bey'e göre Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlar ve yine ona göre kafası karışık olan isimler, bundan ne anlıyormuş? Dinin ayrı, bilimin ayrı bir şeyden bahsettiğini anlıyorlarmış. Yusuf Bey, ehl-i tahkik bir insan. Bu hükme vardığına göre, bunu bir kişiye sorarak ya da bakarak değil de biraz daha tahkik ederek varsaydı, daha isabetli olurdu. Fakat ona bu izlenimi verdirmeleri yönüyle Bediüzzaman'nın eserlerini okuyanlarda da hata var.
Bu konuda bir tavzihe ihtiyaç var herhalde. Bu açıklamayı en azından kendi açımdan zarurî ve vicdanî bir borç olarak görüyorum.
Üstad tüm ilimlerin, özellikle fen ilimlerinin Allah'ın esmasına dayandığını, esmasının birer izahı olduğunu ve fenlerin izahlarıyla insanı kendi alanında bir ism-i İlâhiyeye götürdüğünü; götürmemesi hâlinde birer hurafe ve yarım yamalak bir surette bir gölgeye dönüşeceğini Sözler'de izah ediyor. Mesela, tıp ilmi insanı Şafi ismine; mühendislikler de Adl ve Mukaddir ismine götürmelidir, diyor.
Peki bunu okuyan biri, fen ilmine böyle bakılmasını istemez mi? Fen ilimlerine böyle bakınca da tüm fen ilimleri, marifet-i İlâhiyeye, bir yönüyle din ilmine dönüşmez mi? İşte, Nur talebeleri ilimlere, böyle bir hüviyet kazandırarak onları gölge olmaktan kurtarmaya çalışıyor.
Din ilimleri; (tefsir, hadis, kelâm, ilmihal vs) fen ilimleriyle birlikte okutulması ile bir hakikat hüviyeti kazanmıyor. Onlar zaten hakikat. Ya ne oluyor? Talebe, sadece fen ilimlerini esma-i İlâhîyeden kopuk şekilde okuyunca, uzağında olduğu din ilimlerinde veya dinde, bir hakikatsizlik mi var vehmine kapılabiliyor. Sadece dinî ilimleri okuyan ve fenni bilgilerden mahrum biri de fennin küçük meselesine bile itiraz edebiliyor veya fenni dinden kopuk ve uzağında farklı bir şeymiş gibi anlıyor, zannediyor. Bu da onun din ilimlerinden bile şüpheye düşmesini netice verebiliyor. İşte Said Nursi ve talebeleri, fen okuyanlara, başta kendi okudukları ilmin aslında kâinat kitabının birer şerhi olduğunu, hâliyle bize Allah'ı tanıttığını öğretmeye; münhasıran din ilimlerini okuyanlara da fennin ortaya çıkardığı bazı hakikatlerin de esma-i İlâhiyeye dayandığını anlatmaya çalışıyor. Böylece, iki kanattaki talebe her iki ilme de muttali olarak bazı fasid ve esassız karşılaştırmalardan, dinin aleyhindeki söylentilerden kendini kurtaracak ve birtakım yanlış sorulara da cevap verecektir.
Fen olsun, din olsun bütün ilimlerinin menşei çıkış ve varış noktaları birdir. O da Cenab-ı Allah'ın varlığıdır, birliğidir. Neticede İslamiyetin hakikatidir. Üstat da bu orijinal yaklaşımıyla, mana-yı harfi bakışıyla asra yeni bir soluk ve izah tarzı getirmeye; Kur'an'ın kevni ayetlerini asrın nazarına sunmaya çalışmaktadır.
Yusuf Kaplan Bey'in ikinci tavzihe muhtaç izahı da Mehmet Akif'in "Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı" dizisiyle ilgili yazdıkları. Yusuf Kaplan Bey "Bu cümle bizi entelektüel olarak mahveden... sığlığın, savrulmanın eşiğine sürükleyen çok ayartıcı bir cümle" diyor. Devamı da önemli. "...Kuran'ı asrın idrakiyle anlamaya çalışarak zihnimizi çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüreceğimizi bile göremeyecek kadar epistemik körleşme yaşıyoruz."
Tamam da Mehmet Akif "İslam'a asrın idrakiyle söyletelim" demiyor ki bu itirazı yapalım. "Asrın idrakine söyletmeliyiz." diyor. Yusuf Bey kendi cümleleriyle kendine cevap veriyor aslında. Kendi yorumunu yaparken "idrakine" kelimesini "idrakiyle" olarak anladığını anlatmaya çalışıyor. İslamı, asrın idrakiyle konuşturursak, elbette hurafe çöplüğüne dönüştürürüz. Bazılarını yaptığı gibi oluruz. Ama Kur'an'ı asrın idrakine (anlama düzeyine göre, anlayacağı şekilde) anlatmanın ne gibi bir sıkıntısı olacak? Devamında da "Oysa bizim asıl İslam'ın idrakiyle konuşmamız lazım." diyerek güzel bir tespit yapmış Yusuf Bey.
Evet, biz aslında İslam'ın idrakini, asrın idrakine anlatmalıyız. İdrak meselesini anlamak lazım bu meselede. Bu asır, pozitivizmin yani "ispat et kabul edeyim" tarzının yaygın olduğu; insanların akıl ile değil de göz ile düşündüğü, aklın göze indiği bir asır. Bu asra Kur'an'ı, Kur'an'î bir şekilde insanların anlayacağı metod ve tarzlarla anlatmak şart. Asrın idrakî meselesi, asrın anlayışı, kavrayışı ve itibar ettiği tarz olarak anlamak lazım. Kur'an her asra hitap ediyor, her asır onun içinde kendini bulur, derdinin ilacını alır. Bu asırda dertler değiştiğine göre, Kur'an'ın içinden derdimizin ilacını yine Kur'an'î metotlarla almanın ne mahzuru olabilir?
İşte, Risale-i Nurlar, bu asrı Kur'an'la kucaklaştıran ve bu asrın idrakini iğdiş etmekten kurtaran bir eser külliyatı. Yusuf Kaplan Bey'in Lem'a'lar için ifade ettiği güzel ve taktirdâr ifadeler Sözler ve Mektubat için de geçerlidir, dikkatine sunarız.
Evet dostlar, bu asır dertli insanlar istiyor. Biz ilgililere uğradığımızda "Bir derdim var, biz dertliyiz." diyoruz. Adam önce anlamıyor. Yusuf Bey de bazen anlaşılmayabilir. Ama her zaman ümitli olmalıyız.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.