Habibi Nacar YILMAZ

Habibi Nacar YILMAZ

'Korkudan Ödü Patlamalı idi'

Cehalet ve kuruntularının kurbanı olmuş, iman dairesinden de çıkarak sıfırla buluşmuş bir bahtsız, bir vesile "Ben ölümden korkmuyorum, sadece sevdiklerimden ayrılmak ve ölüm anında can çekişmekten korkuyorum." diye bir itirafta bulunmuştu. Bu tiplerin hâllerini "Kim Bilir? şiirinde geçen:

"El gözünde dertsiz gamsız biriyim,
Benim neler çektiğimi kim bilir?" dizeleri ile anlatmak mümkün.

Dünyanın, kendisinin ve sonsuzluğun sahibini tanımayan bir insanın aklın tacizinden kurtularak yaşaması, mümkün değildir. Kurtulmak için de ya sarhoşluğu tercih edecek ya da eğlenceye kaçacaktır. "Vicdanındaki o dehşetli ve vahşetli ve korkunç âlâm-ı şedideden kurtulmak için, teselliler ile hissini iptal ve sarhoşlukla o hâlleri unutmak isteyecek" ya da intiharı tercih edecektir. Sarhoşluk verenlerin içinde, hiçbir derde deva olamamış felsefî gevezelikler olduğu gibi, cerbeze cambazlıkları da var maalesef. Bu arkadaşın bu hazin itirafı bize, nurlarda yerini bulan çok cümleyi hatırlattığı gibi, bunların bu hazin hâllerini de düşündürdü.

Hani bir yazımızda hem de profesör ve inançsız meşhur bir felsefe aparatının "Ölümü anlayamıyorum. Dünyadan gitsek, bir daha dönüp yaşasak, anlayacağım. Ne yaparsan yap, yine gelip Kur'an'ın bıçak gibi sert 'Her nefis ölümü tadacaktır.' cümlesine çarpıyorsun." cümlesini paylaşmıştım ya. İşte bunu, yukarıdaki sıfırcının itirafını ve daha nicelerini bir araya topla; inkârın düşünen bir beyni nasıl felçli hale çevirdiğini anla.

Başka bir nasipsize de "Sen her şeyi inkâr ediyorsun. Peki, kendin gibi sevdiklerini de birer birer alan ve alacak olan kabir hakkında bir sözün, çaren var mı?" diye sormuştum. "Yani sonuçta, başta sen ve bütün değerlerin hiçlikle çarpılacak ve onlardan ebedî ayrılacaksın. Bu, sana bir ızdırap vermiyor mu? Ya da bu konuda ne gibi bir sözün, çare var?" mealinde bir soru sormuştum.

Hani, Yedinci Söz'de "Eğer ölümü öldürüp zevali dünyadan izale etmek, kabir kapısını kapamak çaresi varsa; söyle dinleyelim. Yoksa sus!" deniliyor ya. Buradan mülhemen, arkadaşa yukarıdakilerini sordum. Çaren nedir, arkadaş, dedim. "Aklın başındayken, bütün bunlar da önünde dururken, nasıl rahat olabiliyor; bu ebedî ayrılıkların açtığı derin yaralara tahammül edebiliyorsun?" sualini yöneltmiştim.

Yukarıda, bazılarının kendini teskin için, felsefî gevezelikler yapmasını misal vermiştim. İşte bu sualler sorduğumuz arkadaşımız da bu yolda ilerlemiş ve hiçbir kıymeti olmayan felsefî gevezelikler ile kendini teselli etmeye çalışıyor. Milattan önce yaşamış ve düşünceleri kendine bile çare olamamış, sonunda intihar etmiş bir felsefecinin bir sözüyle kendini teselli ettiğini söyledi bu arkadaş. Neymiş söz, dedim. "Ben varken ölüm yok, ölüm varken ben yok." sözünü iletti bana.

Peki, dedim. Sen varken ölüm yok, nasıl diyebilirsin ki? Daha dün kabir, gözün önündeki en yakın arkadaşını aldı. Binlerce insan, her saniye kabre girmesiyle; senin bu "Ben varken, ölüm yok." hükmünü iptal ediyor. Binlerce ölüm, başına tokmakla vuruyor.

Sonra "Ölüm varken, ben yok." da diyemezsin. Ne biliyorsun yok olacağını? Ölüm geldiğinde, yok olacağını sen nereden öğrendin? Tüm zamanları mı gezdin? Ahiretin varlığını sözüne itibar edilir tüm peygamberler haber veriyor. Gördük ve size müjde veriyoruz ki ölünce yok olmayacaksınız, diyor. Peki, ebedî hayatın olmayacağını sana kim söyledi? Nereden haber aldın? Kâinatın sahibinin ölüm sonrası haberlerine, varsa da 'inanmıyorum' diyebilirsin. Ama 'yok' diyemezsin.

Sonra, yok olacağım, desen ve böyle inansan dahi, bu inançsızlığın sevdiklerinden ebedî ayrılığın sana verdiği ızdıraba bir çare değil ki arkadaş. Bu yanlış inanç, seni sevdiklerine kavuşturmuyor, sana daha da ıstırap veriyor. Yani yine ayrılacaksın. Bu akıl başında olduğu sürece ya onu imanla terbiye edecek ya da yukarıda saydığımız seçeneklerden birini tercih edeceksin. Yani ya intihar edeceksin ya da gaflete dalacaksın.

Yine bu tiplerin itiraflarının ve esassız teselli cümlelerinin bir işe yaramadığını ve bunların ruh hâllerini 8. Söz'de "Kalbi ve ruhu ve aklı, şu elim vaziyetten, gizli feryad u figan ettikleri hâlde, nefs-i emmaresi güya bir şey yokmuş gibi tecahül ediyor." cümleleri ile özetleniyor.

İnsanın nebatî ve hayvanî kuvveleri, insana hayatı dünyadan ibaret gördürüyor. Hayatı "yeme, içme, dökme, büyüme, zevk almadan" ibaretmiş sandırıyor. Böyle görününce de içine düştükleri ve kendilerine zevkli gelen ve alıştıkları haletten de çıkmak zor oluyor. Akıllarını da baştan atamayınca "Vahşet ve nisyan içinde, zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha karnı gibi dar bir kapı olan kabir" başı dövüyor. Bu haletteki bir ruhun, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lazım geliyor. "Belki o elemden ezilmeli ve korkudan ödü patlamalı idi.." "Bütün ahbaplarının vefatlarını bilen ve sevdiklerini idam (yokluk) ve ebedî ayrılık suretinde gözü önünde, küfür vasıtasıyla gören insan, nasıl yaşayabilir? Hayattan nasıl lezzet alabilir?"

Bu hâldeki bir insana mal ve mülkü düşman olur. Çünkü mal mülk, evlat ve sevdikleri, dünya ile ne kadar bağı varsa; o bağlar, ölüm ile yok olacağından, o bağlar kadar elem ve acı çekecektir. Bu acılar ise, hayatı azaba çevirecek; her an hiçliğe ve dipsiz kuyuya atılma ve hiçlikle karşılaşma korkusu, lezzetleri acılaştıracak, neticede hayat yaşanmaz azap ve elemden eleme dönecektir.

Biz bunları diyoruz, görüyoruz da. Fakat bu tiplerin yaşadıklarını ve görünüşte hayattan lezzet aldıklarını da görüyoruz. Bunu nasıl izah edeceğiz?

Üstad bunu, 13. Lem'a'da 'deve kuşu' örneğiyle izah ediyor. Hani deve kuşu kafasını kuma sokunca, avcının kendisini görmediğini zannedip rahatlıyor ya. Bunlar da öyle yapıyor. Başını gaflet kumuna sokuyor. Ecelin onu görmediğini, kabrin ona bakmadığını zannediyor. Ölümle yüzleşmeyi erteliyor böylece. Bir musibetle uyansa da gaflet onu çabuk izale ediyor. Veya "ihtimal-i beka"ya sarılıyor. Kur'an'ın rahmet ve şumüllü nurundan medet alıyor. "Mevt idam değil, ihtimal beka var." diyor ve bir derece rahatlıyor.

Bunu biraz anlamazdım. İhtimal-i bekaya, zaten inanmıyor. Bu fikirle, nasıl rahatlar, derdim. Fakat bu fikirdeki bazıları ile olan sohbet ve yazışmalarımızdan anladım ki bu "ihtimal-i beka"ile ciddi olarak rahatlıyorlar. Hatta bunlardan antika bir cahil, ahirette Allah'a "Gönderdiğin dini mantıksız buldum, onun için inkâr ettim." derim diyene bile rastladım. Bunlardan 1970'te ölmüş, İngiliz düşünür Bertrant Russell ahirette Allah'a "Sana inanmak için, yeterli delil bulamadım." diyeceğini bile belirtmişti. İmtihan yeri olan dünyada Allah'ı bize anlatan başta kâinat kitabı, insan mucizesi, nübüvvet hakikati ve İlâhî nefhaların harika örnekleri kitaplara kulak vermeyen bu tip zavallılar, ya ahiretin varlığına olan ihtimal ile ya da ahirette Allah'ı görebilme umuduyla yaşıyorlar ya da teselli buluyorlar.

Evet dostlar, cerbeze ve mağlatanın hükmü, nereye kadar gidebilir ki? Aldatmaca ile "sathi, faidesiz ve geçici de olsa" bir kâfiri, bu dünyada belki zindanda yaşamaktan bir derece kurtarıyor. Kendini bu 'ihtimal-i beka' var düşüncesiyle müminler gibi hayattan zevk alır düşüncesine götürüyor ama nereye kadar?

Selam ve dua ile.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.