Habibi Nacar YILMAZ
Hüseyin Yılmaz'ın 'Kutub Yıldızı -1' Romanı Üzerine
Hüseyin Yılmaz ismini biliyordum ama kendisini, fikirlerini, Risale-i Nur'la olan irtibatını bilmiyordum. Ne zaman ki Risale-i Nur'u sadeleştirme (Sahteleştirme de diyebiliriz buna) zamanlarındaki ateşin ve çok kıymetli yazılarını okudum; o zaman şahsen olmazsa da birçok yönüyle tanımış olduk. Tek başına, sanki bir ordu gibiydi Hüseyin Yılmaz. Risale-i Nurların asliyeti ile kalması gerektiğini anlatmaya, sadeleştirmenin nasıl bir edebî felakete yol açacağını delilleriyle ve örnekleri ile ortaya koymaya çalışıyordu. Bu konunun edebî cephesinin en geniş ve tatminkâr cevaplarını Hüseyin Yılmaz'ın yazılarında buluyorduk o zaman. Kendisini daha bir merak etmeye başlamıştım. Kısa bir araştırma ve ortak dostlarımıza sormak sayesinde ve devamında vicahen de tanımış olduk.
Sonrasında anladık ki Hüseyin Yılmaz, kalbi ve aklı ittihad-ı İslâm ve ittifak-ı nur için çalışan bir fedai, düşünen bir beyin, velûd bir kalem, hasbi ve nezih bir nur talebesiymiş. Onu tanıdıktan sonra, üstadın romanını yazma noktasındaki çekincelerim zail oldu. Üstadın romanını en iyi yazacak olan, ancak bir nur talebesi olabilirdi. Bu, kim olmalıydı ama?
Üstadın 1918'e kadarki hayatını, bir küçük biyografi olarak yeğeni Abdurrahman Nursi yazmıştı. Sonra 1952'de bu fakirin de okuduğu Eşref Edib'in yazdığı bir tarihçe vardı. 1958'de üstadın tashihinden geçen Tarihçe'den sonra, Necmettin Şahiner'in yazdığı "Bilinmeyen Yönleriyle Said Nursi" de bir biyografi idi. Roman sahasında, İslâm Yaşar'ın "Beşlemesi" de güzel bir başlangıç sayılabilirdi. Bu fakire göre, roman tekniği ile üstadın ilk hayatını birleştirip vermesi yönüyle, Hüseyin Yılmaz'ın "Kutub Yıldızı" müstesna bir yerde duruyordu.
Evet, Hüseyin Yılmaz'ın 14 bölümlük 510 sayfalık, Hayat Yayınlarından çıkan "Ben Emeksiz Yaşarım; Hürriyetsiz Yaşayamam" üst başlığı ile neşredilen "Kutub Yıldızı-1 Yolcu" romanı ilk çıktığında, hemen temin etmiştik. Ama başta tembelliğimiz, ihmalkârlığımız hemen okumaya engel olmuştu. Okumak için, ne zamana kadar peki beklemiş olduk?
Çamlıca'nın yamaçlarında bir ağaca bağlı, belli mihrakların sözcüğünü yapmak üzere özel yetiştirilmiş, kendi itirafıyla, sadece ihtilâl dönemlerinde belli mihrakların üstad ile ilgili maksatlı yazdıklarını okumuş, Nurlardan bir cümle dahi okumadığı her hâlinden, cümlesinden belli bir bedbahtın, üstada yersiz bir hücumunu okuyana kadar beklemiş olduk. Ne garip tecellidir ki bu bedbahtın ismi de bir harf farkıyla üstadla aynıydı. Üstadın isminin son harfi, bayram anlamında "id" idi. Cahilce ve bağnazca hücum eden kişinin isminin son harfi ise, "it" idi. Gereken cevabı vermiştim ama ruhen, aklen muazzeb olmuştum. Böyle zamanlarla Nurlara sarılırım çoğu zaman. Bu sefer Kutub Yıldızı romanını da okumaya başladım.
Başta, birkaç hususu ifade edelim. Bir kere, romanın üstadı, davasını derin bir kavrayış; doğup büyüdüğü, ileride sevk-i kaderle vazifelendirileceği davasını temellendirdiği yerleri, oralardaki hayat-ı ilmiyesini, hatt-ı hareketini ince ve titiz bir araştırma, gezip gözlem yapma ürünü olduğunu söylemeliyim. Cümlelerin hepsi, ana maksada hizmet ettiği gibi; kelime seçiminden tut, mahalli şivelere ve çevre tasvirine kadar her şey, insanın fikren o dönemde üstadla birlikte yaşamasına ve maksatla bütünleşmesine hizmet ediyor.

İkincisi de "Kutub Yıldızı" romanı, üstadın doğumundan başlayan ilk yirmi yılını anlatması yönüyle, üstadın 28. Mektup'ta "Ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın, şuur ve tedbirimin haricinde, öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur'an-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyem, mukaddemat-ı ihzâriye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile i'caz-ı Kur'an'ın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur." cümleleri ile işaret ettiği manayı, maksadı göstermesi ve ayna olması, gözler önüne sermesi yönüyle bu fakire göre çok mükemmel olmuş.
Hüseyin Bey kardeşim, kitabın ismini tartışmaya açtığı zaman, bu fakir "Yolcu" yerine, "Şafak Doğudan Başlar" ismini teklif etmiştim. Romanı okuyunca, "Yolcu" kelimesinin daha münasip olduğunu da anlamış olduk. Çünkü Said Nursi, neredeyse ilk yirmi yaşına kadar, hep hareket halindedir. Yani bir nevi yolcudur. İlim ve fikir, irfan ve tecrübe için yollardadır. Cevval bir fıtrat, doyumsuz bir öğrenme isteği, ileri derecedeki merak ve tecessüsü; onun hep daha iyiye, güzele, mükemmele doğru yolculuğuna vesile olmuştur. Said Nursi, sanki imparatorluğun son şansı olarak son sözleri söylemesi için, kaderin ince, bazen de anlaşılması ve çözülmesi zor labirentli yollarında ilerlemektedir. İşte bu eser, roman diliyle bu yolu açıyor; çözmeye, çözümlemeye çalışıyor. Bu fakire göre, Said Nursi'nin bütün ömrünü içine alacak davasının şifrelendiği bu yılları, doğru anlamak için, bu romanın okunması gerekir.
Cemiyette neredeyse herkesin anadan doğma dalkavuk olduğu bir dönemde, Cemil Meriç'in ifadesiyle "Said Nursi, hiçbir dünya büyüğüne dalkavukluk yapmamış, hayatına nasıl başlamışsa, öyle bitirmiştir." İşte bu roman üstadın, hayatına nasıl başladığını gözler önüne seriyor. Medreselerin talebe kapma yarışında bulunduğu, anlaşılmaz bilmeceleri çözmeyi marifet saydığı bir dönemde; bu çürümeyi gören Said Nursi'nin, ilim ve marifette denemeye çalıştığı tarzının ip uçlarını yakalamak, teklifini düşündüğü modelini anlamak, bu modelin temellerinin nasıl ve hangi zor şartlar altında atıldığını görmek, bütün bu ciddi konuları roman tadında bir sinema seyretme kolaylığı ile izlemek istiyorsanız, "Kutub Yıldızı"nı okumalısınız. Risale-i Nur Külliyatını netice verecek bir ilim yolculuğu, hangi çetin bir cehd ve fedakârlıklara sahne olmuş, roman boyunca seyredeceğiniz ayrı bir husus olacak.
Romanları ile; çürümeye terk edilen bir nesle seslenme iddiasını, yakın tarihe ışık tutan eserleriyle cesaretini ve gözü pekliğini gösteren Hüseyin Yılmaz, bu romanıyla da Asrın Bedisine dil-beste olmanın verdiği gözü karalıkla yollara düşmüş; Said Nursi'nin nefes alıp verdiği her yeri gezmiş, onun uğradığı medreselerden ayakta olanları ziyaret etmiş, tanıyanlar veya duyanlarla sohbet etmiş, bütün bunları roman tekniğiyle yazıya dökmüş. Çok iyi etmiş, yoksa gelecek nesle karşı çok mahçup olacaktık.
Mesnevi-i Nuriye Katre'de "Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde, dört kelâm ile dört kelime öğrendim." diyor Said Nursi. İşte, roman boyunca bunun izini sürüyoruz. 479. sayfada "Aslında her zaman, her yerde, tek bir hayatı yaşıyordu: Düşünceyi... Bediüzzaman, bir bakıma düşünceden ibarettir." cümleleri bunun özetinin bir tanesi. İlk hayatının, sonraki hayatına nasıl bir çekirdek teşkil ettiğini roman boyunca görmek mümkün. Hüseyin Bey, âdeta roman boyunca, her cümleye üstadın ileride takip edeceği yeni medrese modelini; şahsın bir hiç olduğunu, bâki hakikatlerin fâni şahsiyetler üzerine bina edilmemesi gerektiğini sindirmiş. Yine roman boyunca, üstadın arşa dayadığı takva merdiveninde nasıl ilerlediğini ve bu ilerleyişte tuzak sayılabilecek merhaleleri nasıl geçtiğini de müşahede ediyoruz. Bitlis'te Ömer Paşa'nın konağındaki sahne, bunların en muhteşemi. 265. sayfadaki "Oysa dindarlık, ilim ve tefekkür neticesi olsa, tezahürleri çok daha farklı olabilirdi." cümlesi, üstadın maksadını anlatan anahtar cümlelerden biri.
"Üstad milleti cehaletten kurtarmak, medreseleri ilim temeline yerleştirmek istiyordu. Ama bu, medresenin bezdirici tekrardan ibaret hâle gelmiş, dar kalıplarını aşan bir ilim tahsili olmalıydı. Böyle bir tarzı üstad, bölgenin ilk farzı olarak görüyordu." Bu ifadeler de 266. sayfadan alınma.
Alet ilimlerinin tahsilinden, yüksek ilimlere ya zaman kalmıyor ya da bunlar ihmale uğruyordu. Bunu daha sonra, Mesnevi'deki bir i'lemin sonunda "Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere, ulûm-u aliyeyi (alet ilimlerini) okumaksızın isal edici bir yol buldum." cümlesi ile ifade edecekti. Üstadın buldum dediği bu yol da "Kırk günden tâ kırk seneye kadar ancak ulaşılabilecek bir hakaika, insanı bazen kırk dakikada ulaştıracak", akıl ve kalbi iman hakikatlerinin kabulüne götürecek bir tarzdı. Romanda, cümle cümle, geliştirilecek bu yolun izlerine denk geliyorsunuz.
Romanda üstadın zihnî, insanî sıkıntı ve sancılarına da yer verilmiş. Zaten onu ilme sevk eden, tefekküre başlatan ve alıştıran, bir medresede tutamayan ve diyar diyar gezdiren de belki bu tür sancılarına Kur'an'dan aradığı cevaplardı. Rüyasında, "Soru sormamak şartıyla Kur'an'dan sana ilim verecektir." müjdesinin ona verdiği cesaretle meselelere yaklaşıyor, 184. sayfadaki ifadesi ile "Nefsini ve aklını ikna edecek, büyük hakikati arıyordu."
189. sayfadaki "Ölüme rağmen yaşamayı, kabil görmediğinden, ölüm ve sonrasını şüphe ve karanlıklara yer bırakmayacak şekilde çözmek, aydınlatmak istiyordu." cümlesi de üstadı tanıtan enfes bir cümle. Aynı sayfadan "Onun dünyasında, ertelemek yoktu. Ertelemek nedir bilmiyordu." tespiti de onun hakkındaydı yine.
Daha küçük, delikanlılık döneminde, zaman zaman gördüğü büyük rüyanın istikametinde yürürken, ona buhranlar yaşatan, onun kafasını yoran bir meselesi vardı ki bunu, bütün ömrü için de söyleyebiliriz. Bu da 459. sayfadaki ifadesi ile "İttihad-ı İslâm olmadan, ümmetin ayakta duramayacağını düşünmekten buhranlar yaşıyordu." cümlesi ile verilmiş.
Hulâsa, üstadın Risale-i Nur gibi bir Kur'an ilmine hazırlığının, onu yazabilecek bir zihnî zenginliğinin, Kur'an'dan Nurları istihraç edebilecek bir manevi seviyeye çıkışının hikayesi ve serencamı, bir romana sığar mı? Bu fakire göre, daha mükemmeli yazılana kadar, şimdilik sığmış. Bu, her romancının altında kalkabileceği bir yolculuk değil. Bu, cesaret ister, bilgi, birikim, ustalık, biraz da Allah vergisi kabiliyet ister. Daha önemlisi, ihlâs, samimiyet, fedakârlık ister.
Üstad bir nazariyatçı ama aynı zamanda bir tatbikatçı da. Nazariyatın ilk ışıkları, romanda başarıyla verilmiş. Bir ömür boyu süren istiğnası, tecerrüdü, zühdü, takvası da kemâliyle, cümle cümle işlenmiş. Çocuk, daha sonra genç müderrisin geçit yollarını öğreniyoruz roman boyunca. İkinci cildi merakla bekliyoruz.
Evet dostlar, beş yüz sayfayı birkaç sayfada özetlemek ne mümkün! "Asırları kucaklayan bir tefekkürün" köklerini, büyüyüp gelişme keyfiyetini keyifle okuduk. Bilmediğimiz çok şeyi öğrendik, hayalimizde canlandırdık. Üstadla birlikte sevindik, üzüldük, kâh medresede derse oturduk onunla, kâh bir dağda tefekküre daldık birlikte. Bir cami avlusunda veya bir çay ocağında ateşin bir konuşmaya şahit olduk. Yahut da bir vali konağında fennî ve ilmî kitapların arasında bulduk onu. Ama hepsinde hayretimiz bir defa daha arttı. Dediğimiz gibi, ikinci cildde onun Abdülhamit Han'ın mabeynindeki merdane istiğnasını, nezarette kendini rahatsız eden, densiz yüzbaşıya olan şiddetli tavrını merak ediyorum. Tebrikler Hüseyin Yılmaz. Bundan sonraki yolun açık, başarıların daim olsun.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.