Gurub etti güneş, Mevlana guruba doğru gitti

Yıllar birbirini kovalamış Mevlana’nın soluk buğday benzi hafifçe sararmış, kısa ve düzgün sakalındaki kırçıl tellerin sayısı artmıştı. Uzun ve zayıf vücudu tevazu ve fanilik duygusu içinde hafifçe öne eğilmişti. Geceli gündüzlü yazılan Mesnevi devamlı riyazet vücudunu yormuştu. Yalnız gözleri iri ela gözleri asla parıltısını kaybetmemişti, ruhundaki asla sükun bulmayan coşkun cezbeli alemin aynası olan bu gözler, celal nurları saçıyor, onlara kimse dikkatle bakamıyordu.

Mesnevi’nin yazılması bitmişti, görevini tamamlamış insanların huzuru içinde bu alemden ayrılmak ister gibi bir hali vardı. Dostları bunu hissediyorlardı. Son gazellerinde ise mutlak varlığa bir an önce kavuşmanın heyecanı ve özlemi vardı.

1273 yılının sonbaharıydı o günler, Konya’ da sık sık depremler oluyor, halk sokaklara dökülüyor, gecelerini çadırlarda geçiriyordu. Gene büyük bir deprem olmuş, yer yerinden oynamıştı. Mevlanao gün; “Korkmayınız yerin karnı acıktı, son günlerde yağlı bir lokma istiyor, inşallah muradına çabuk vasıl olur da siz de üzüntüden kurtulursunuz.. “ demişti.

Bu depremden birkaç gün sonra da yorgun bedeni artık bir daha doğrulmamak üzere yatağa düştü. Devrin tanınmış doktorlarından Nahcuvanlı tabib Ekmelüddin ve Gazanferi hastanın başucundan ayrılmıyor, ilaç üstüne ilaç yapıyorlardı. Yeksek ateş nabzındaki intizamsızlık bir türlü giderilememişti, hastalık kırk güne varmıştı.

Konya üzüntü içerisindeydi, başta Selçuklu sultanı III. Gıyasettin Keyhüsrev olmak üzere vezirler, emirler bilginler ve halk ziyaretine koşuyor, O’nun mübarek yüzünü bir kere daha görmek istiyordu. Bir gün de yakın dostu Sadrettin Konevi gelmiş acil şifalar dilemişti. Mevlana, “Allah sizlere şifalar versin, aşık ile maşuk arasında bir kıl inceliğinde gömlekten başka bir şey kalmadı. Bunu da soyunup çıkarmamı ve Hak vuslatına ulaşmamı nurun nura kavuşmasını istemiyor musunuz?” dedi. Sonra da “ben bedenden soyundum, ohayalden soyundu. şimdi vuslat mertebelerinin burcunda salınmadayım.

Sen ne bilirsin iç alemde nasıl bir padişahla düşüp kalkmadayım? Altın gibi sapsarı benzime bakma, demirden bir ayağım var benim.

Beni buraya getiren o padişaha tamamiyle yüz tuttum. Beni yarattığından dolayı binlerce şükürler olsun ona..” diye başlayan gazelini okudu. Son gazelleriydi bunlar. Ölümü, Hak’ka vuslatı istiyor, “gerçekten haberi olarak ölen aşıklar Hak’kın huzurunda şeker gibi erirler, tatlı tatlı ölürler, onlar..” diyordu.

Eşi Kerra Hatun bu hastalığa herkesten ziyade üzülenler arasındaydı. “Keşke” diyordu “Mevlana’nın yüzlerce yıllık ömrü olsaydı da dünyayı hakikat ve mana incileri ile doldursaydı.” Mevlana bu sözler üzerine, “Niçin yüzlerce yıllık ömür? Bizi ne sandın, biz ne firavun ne de Nemrud’uz, bizsiz bu yalan dünyada huzur ve karar nasıl olur? Biz başkalarına faydalı olalım diye bu dünya zindanında kaldık, yoksa kimin malını çalmışız ki burada mahpus kalalım?” dedi. Sonra yatağının baş ucunda toplanan dostlarını şu sözleriyle teselli etti.

“Bu dünyadan göçeceğim diye hiç üzülmeyiniz. Ne halde olursanız olunuz. Sizinle beraberim. Hazreti peygamberimizin “Benim ölüm de dirim de sizin için hayırlıdır” buyurduğu sözünü aynen tekrar ediyorum. Bunun manası benim dirim doğru yolu göstermek, ölümüm de yardım etmek içindir.” Sonra da şu vasiyette bulundu,

“Ben size gizlice açıkça Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi, günahlardan çekinmeyi, oruca, namaza devam etmeyi, şehvetten kaçınmayı, sefihlerden uzaklaşmayı, olgun ve bilgin kişilerle birlikte olmayı vasiyet ederim. Şunu biliniz ki insanların en hayırlısı insanlara faydası olandır.”

 

İçlerinden birisi, “sizden sonra yerinizi kim alabilir, halifeniz kim olabilir, biz kime başvurabiliriz?” diye sormuştu. Mevlana yatağından hafifçe doğrulmuş ve

“Çelebi Hüsamettin” dedi.

-Ya oğlunuz Sultan veled için ne buyuruyorsunuz ? “O hakikat pehlivanıdır, vaziyete muhtaç değildir” cevabını verdi.

Hastalık günden güne ilerliyor, Mevlana gün gün ölüme yaklaşıyordu. Sultan Veled ve Çelebi Hüsamettin yanından hiç ayrılmıyorlardı. Şuuru ve hafızası yerindeydi, Hatta bir ara elli iki dirhem borcu olduğunu hatırlamış oğluna “Evde birkaç altın kırıntısı olacak bunları al götür helalleş” dedi. Alıcı ise hakkı olmadığını söylüyor ve varsa helal ettiğini söylüyordu. Haber Mevlana ‘ya ulaştığında “Alemlerin Rabbine hamdolsun bu korkunç beladan kurtuldum” dedi. Çelebi Hüsamettin “Namazınızı kim kıldırsın?” diye sordu. “Şeyh Sadrettin Konevi hepsinden evladır” buyurdular.

Hazırlık tamamdı, günler yaklaşıyordu, düğün ve vuslat günleri.

Sultan Veled yatağın başucunda babasının ateşler içinde yanan ellerini soğuk sularla yıkıyor, yaşlı gözlerini göstermemek için bakışlarını başka yöne çeviriyordu. Kerre Hatun, kızı Melike, diğer oğlu Emir Alim çelebi yanı başındaydı. Çelebi Hüsamettin ile birlikte bütün aile günlerdir uyku yüzü görmemişlerdi.

Son gece, Mevlana yatağından doğruldu. Yüzünde ilahi bir neşe tatlı bir mahzunluk vardı. Başucunda bekleyen oğlu Sultan Veled’e

“Veled oğlum, ben iyiyim artık. Git yat, biraz dinlen.” dedi, Sultan Veled istemeyerek itaat etti, Mevlana arkasından kesik kesik son gazelini söylüyordu

Git başını yastığı koy, yat bırak beni şu geceleri dönüp dolaşan yanmış yakılmış biçareyi;

Biz geceleri ta sabahlara kadar sevda dalgaları arasında bocalar dururuz.

İstersen gel bağışla bizi, istersen git, cefa et bize..

Benden kaç ta sen de belaya uğrama, selamet yoluna.

Gözyaşları dökerek gam bucağında sürünüyoruz.

Akan gözyaşlarımızın yolunda yüz yerde yüz değirmen kur.

Kuvvetli biri var ki bizi çekip götürmede, mermerden bir gönül var onda, adamı alır götürür de kimse ona hesap bile soramaz …

Güzeller padişahına, aşıklara vefa vacip değil; ey yüzü sararmış aşık, sen sabret, sen vefakar ol.

Bir dert ki ölümden başka devası yok, artık ben nasıl olur da bu derde çare bul diyebilirim …

Ertesi gün yine iyi görünüyordu, ama bu görünüşte sevgili Allah’ına bir an önce kavuşmanın heyecanı vardı. Artık ölümsüzlük fermanı yazılmış, Mevlana bu fermanı çok önce okumuştu.

“Ben o padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim, benim fermanımın yazısı ebediliktir” diyordu.

O gün 17 Aralık 1237 Pazar günüydü. Mevsim kış olmasına rağmen parlak bir güneş ağır aheste, Konya’nın batısındaki Takkeli dağlara doğru süzülüyordu. Yatağın başında Sultan veled, sağında Hüsamettin Çelebi, Mevlana biri öz diğeri manevi oğluna yaslanmış dudaklarında kelime-i şehadet vuslat anını bekliyordu. Akşama doğru güneş Takkeli Dağlarında gurup ederken beri yanda bir marifet ve irfan güneşi, durağı hazreti Peygamberi (sav), nübüvvetin Kehkeşanlarından, bir zatı alişan kadr can ve beka alemine kanat açıyordu.

Ya Rab bu ne bekleyiş, bu ne özlem, bu ne taklı ölümdü.

Rabbine şöyle sesleniyordu

“Canı sen aldıktan sonra ölmek şeker kadar tatlı, seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlı.” Akşam ezanıyla birlikte Konya’da bir feryad koptu, Mevlana fena durağından beka alemine geçmişti.

Bir feryad dalga dalga sardı şehri. Günlerden beri için için ağlayan şehir, şimdi hıçkırıklarla boşanıyordu. Uzun kış gecesi uykusuz geçti, cenaze ertesi gün kaldırılacaktı. Son hizmetler yerine getirildi. Mevlana’nın medresesinden gelen hafızların yanık sesleri, hıçkırıklara karışıyor, gecenin bitimi ile yeni bir sabah başlıyordu.

Sabahın erken saatlerinde minarelerden yükselen sala sesleri şehri bir daha sarsıyordu. Mevlananın yakın dostlarından İmam İhtiyareddin, cenazeyi teneşire çıkardı, kendi eliyle yıkıyor, teneşirden dökülen suları dervişler, bir damla bile yere düşürmeden topluyorlardı. Cenaze kefenlendi, tabuta kondu, medresenin avlusundan dışarı çıkardıkları zaman kıyamet işte bu anda koptu. Konya tarih boyunca böyle çeşitli, böyle renkli bir kalabalığa sahne olmamıştı, sultanlar, emirler, bilginler, halk, imamlar, papazlar, siyahlar, hiristiyanlar, Yahudiler, beyazlar, her sınıf insan, her dilden her mezhepten insan ırklar, sınıflar ve dinler akın akın burada, medresenin önüne gelmişlerdi. Rubaisindeki

“Gelsin varlık namına ne varsa gelsin

Kafiri putperesti mecusisi gelsin”

Mısraı bugün için söylenmişti. Bugun için bir düğüne davet edilmişlerdi.

Tabut omuzlar üzerinde yükseldiği zaman bir vaveyla koptu, halk hücum etmiş tabuta el sürebilmek için birbirlerini çiğnemişlerdi. Sıkışıklık son dereceyi bulmuştu, tabutu taşıyanlar oldukları yerlerde kalmışlar, bir adam olsun ilerlememişlerdi. Buna bir çare bulmak lazımdı, ama nasıl? Halktan ileri gelen birkaç kişi kalabalığa bağırdı.

“Müslüman olmayanlar çekilsin”

Mümkün değil kimse yerinden kımıldamıyor, üstelik kalabalık gittikçe büyüyordu, Müslümanlardan bir gurup ileride cenazeyi bekleyen başvezir Sahip Ata Fahrettin Ali ile Emir Süleyman Pervane’ye şikayette bulundular.

“Mevlana Müslümanların şeyhidir. İseviler, Museviler diğer dinlerden olanların aramızda ne işi ne ? Bunlar ne yüzle cenazeye geliyorlar? Çekilip gitsinler, biz de rahat rahat görevimizi yapalım. Bunu işiten papazlar, hahamlar atıldılar.”

  • Hayır bu din padişahı bizim reisimiz sayılır, biz Musa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatını onun açık sözlerinden anladık. Okuduğumuz peygamberlerin hareket ve kişiliğini onda gördük, siz Müslümanlar nasıl Mevlana’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa’sı, İsa’sı olarak biliyoruz, siz nasıl onun muhabbi iseniz, biz de onun muhibbi ve müridiyiz, o yetmiş iki millet sırrını bizden işitir, bu bu perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz, demedi mi söyleyiniz demedi mi ?
  • Bir başka papaz ağlayarak
  • Mevlana insanlığa insanlar üzerine inayet ışıkları saçan bir güneştir, güneşi bütün dünya sever, bütün alem onun nuruyla aydınlanır. Siz güneşi nasıl olur da bizden mahrum edebilirsiniz?
  • Bir Musevi
  • Mevlana ekmek gibidir, herkes için ihtiyaçtır, siz hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü ?
  • Kim ne diyebilirdi, bu sözlere, kuşluğa doğru tabut güçlükle yola süzüldü…

Cenazenin önünden hafızlar, müezzinler yürüyor, yüksek sesle kuranı kerim tilavet ediyorlardı, onların da önünde neyzenler, kudümzenler vardı. Kortej ana caddeye çıktığı zaman, ortalık yeniden karıştı, atlı muhafızlar halkı sopalarla dağıtmak zorunda kaldılar. Ama kim dinler, halk dövülmeye ezilmeye çoktan razıydı, yeter ki Mevlana’nın tabutuna bir kerecik el sürebilsin.

Mevlana Konya kalesinin doğusunda ve şehrin dışında bulunan gül bahçesine defnedilecekti. Daha önce buraya Sultan ül Ülema babası, oğlu Alaaddin Çelebi, can dostu Selahattin Zerkubi gömülmüş, sultan tarafından hediye edilen has bahçe Mevlana’nın ifadesiyle “erenler bahçesi” olmuştu. Medreseden buraya yayan onbeş dakikada gelinebilirdi, şimdiyse cenaze saatlerdir yoldaydı, kortej bir türlü ilerleyemiyordu, bir birini çiğneyen kalabalık yüzünden hem yol alınamıyor hem de eller üzerinde tabutu kimse bırakmak istemiyordu. Bu yüzden tabut birkaç kere kırılmış, güçlükle tamir edilebilmişti, neyse ikindiye doğru tabut musalla taşı üzerine konulabildi. Cenaze namazı kılınacaktı, namazı kıldıracak Konevi üzüntüsünden bitkindi, gözyaşlarını içine akıtıyor, duduklarından dualar dökülüyordu. Muarrif namazı kıldırması vesafların önüne geçmesi için Konevi’ye

-Buyurunuz

Dediği zaman birkaç adım attı, sendeledi sonra olduğu yere yığıldı. Bayılmıştı Durumu gören Kadı siraceddin hemen ilerlemiş, safın önüne geçmiş

-Er kişi niyetine

Diyerek namaza durmuştu, o anda binlerce dil, tekbir getirdi, sanki dağ taş kıyamdaydı o an.

Namazdan sonra tabut tekrar omuzlar üzerine yükseldi, sevgili babası Baladdin Veled’in mezarı başına getirildi. Baba sevgili oğlunu aguşuna basabilmek, kendisinden daha balada bir irfan yıldızını ayakta bekliyor gibiydi, yahut gönüller onu böyle tasavvur ediyordu. Akşam güneş batarken Mevlana toprağa verilmiştir, mezara konan bir bedendi, ama o gönüllerde batmayan bir güneş gibi yerini almıştı.

Konya sessizlik içindeydi, içine kapanmıştı. Ertesi gün saraydan bir emir çıkmıştı, kırk gün matem vardı, bu kırk gün içinde devrin adetlerine göre sultanlar ve emirler ata binmeyecekler, kırk gün fakir fukara saray mutfağından yemek yiyecekti. Mevlana’nın medresesinde hücresi sırlanmıştı. Yalnız ne var ki Mevlana’nın çok sevdiği bir kedisi vardı. Mevlana onu sever okşar, o da onun yanından ayrılmazdı. Mevlana’nın vefatından sonra yemez içmez oldu, eriyip gidiyordu, bir hafta sonra onu hücresinin eşiğinde ölü buldular. Mevlana’nın kızı Melike Hatun kediyi kefenleyerek babasının mezarı civarına gömdürdü.

Şöyle buyurmuşlar

Eğer mezarımı ziyarete gelirsen, üstümdeki toprak yığınını rakseder görürsün. Ey kardeşim meclisime defsiz gelme. Çünkü Hüda meclisinde gamlı olmak yaraşmaz, ağzım sevgilinin ebedi sarhoşluğunun şarkısını terennüm etmektedir.

Bu hayat tıpkı Bediüzzaman’ın hayatı gibidir. Mevlana bu topraklarda anlaşılmış denemez, milletin manevi bataryalarını bitirenler onu da anlaşılmaz yaptılar, Bediüzzaman da anlaşılmış mıdır. Onu daracık bir taassubun hücresine gömmek isteyenler dışarıya nasıl bir görüntü veriyorsa, bu yüzden zaten bahaneye bakan kamuoyu, ileri geri konuşmaktadır. Sen aynayı nasıl inşa edersen görünen sensin, bakanlar değil. Şair Şeyh Vasfi:

“Oğlum ayineye benzer dünya
Ne yaparsan o olur çehre nüma” demiş.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.