Alaettin TAŞKIN

Alaettin TAŞKIN

Eski Said'in meşgul olduğu felsefe

Said Nursî, bilindiği üzere hayatını "Eski Said" ve "Yeni Said" tanımlamasıyla iki döneme ayırır. Hatta bir de ömrünün son dönemlerine tekabül eden ve Yeni Said'in bir yeni hâli olan "Üçüncü Said" tanımlamasını da yapar.

Biz burada Eski Said, Yeni Said ve Üçüncü Said tanımlamasının sebeplerini ve bu ayrımın tekabül ettiği dönemlerin karakteristik özelliklerini çalışmayacağız. Bu konuda bazı çalışmalar yapılmış olunsa da çok daha kapsamlı ve çok daha derinlikli çalışmalara ihtiyaç olduğunu belirtmekle yetinelim şimdilik. Biz burada elimizden geldiğince, Said Nursî'nin kendisini Yeni Said ve Üçüncü Said olarak tanımladığı dönemlerde Eski Said'in bazı özelliklerine dair yaptığı eleştirilerden bir tanesini ele almaya çalışacağız.

Yeni Said ve Üçüncü Said, Eski Said'i "ulûm-u aklîye ve felsefîye" ile meşgul olmasından dolayı eleştirir. İşte, biz bu çalışmada Eski Said'in meşgul olduğu "felsefe" ile kastedilenin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.

"Kırk elli sene evvel Eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatü'l-hakaike karşı ehl-i tarîkat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı." (Mesnevi-i Nuriye, s. 7)[1]

Said Nursî’nin Eski Said'e dair yaptığı bu açıklamada bahsedilen "ulûm-u aklîye ve felsefîye" ifadesiyle kastedilen tam olarak nedir? Bu meselede ve Risale-i Nur'un bir kısım çetrefilli meselelerinde doğru yaklaşımı belirleyebilmek için, ilgili meseleyi bütün detaylarıyla ele almanın yanında Said Nursî'nin o meseleye hangi bağlamda hangi anlamı yüklemiş olabileceğini gündeme getirerek bir analizin yapılması gerekir.

Said Nursi, 1878 yılında doğmuş. 10 yaşlarında formel medrese eğitimine başlamış. Yaklaşık 15 yaşında -normale göre çok hızlı bir şekilde- bu eğitimini tamamlamıştır. Bundan sonra, özellikle bünyesinde kapsamlı bir kütüphanesi bulunan Van Valisinin konağında 1908 yılına kadar yaklaşık 15 yıl İslâmî ilimlere dair klasik eserler üzerine bireysel ve yoğun bir çalışmaya girişmiştir. Bu çalışmalarında klasik İslâmî eserlerden 90 kitabı ezberlemiştir. Yani, ezberlemek derecesinde çalışıp o kitaplara vakıf olduğundan bahseder Nursî.

Nursî'nin yoğun bir şekilde çalıştığı bu eserler, özellikle Kelam ve Tefsir alanlarına ve biraz da Müslüman filozoflara ait eserlerdir. Zaten Nursî, başından beri eğitimini özellikle Kelam ve Tefsir alanlarında almıştır. Bireysel çalışmalarla ezberleme derecesinde yoğunlaştığı eserlerin kâhir ekseriyeti Kelam ve Tefsir alanlarına aittir. Ancak üstteki sorumuzun konusu olan Felsefe üzerine Nursi'nin bir eğitim aldığı görülmüyor. Üstelik Nursi'nin, bilinen düz anlamıyla ‘Felsefe’ alanına ait eserlerden/filozoflardan etkilendiğine dair hiçbir emare yok. Bırakalım Yeni Said’i, Eski Said'de bile böyle bir emare görülmüyor. Çünkü bilinen düz anlamıyla 'Felsefe' şu şekilde anlaşılabilir:

"Vahyin rehberliğinin dışında herhangi bir yolu takip ile varoluşu/olayları izah etmeye 'felsefe' denir. Sebeplere tesir vermek suretiyle yapılan her türlü olay tahlili ve var oluşu izah tarzı 'felsefe'dir." (http://ha-mim.org/islamiyet-ve-hurriyet-prensipler)

Said Nursi'nin hiçbir döneminde bu anlamdaki bir Felsefe eğitimi aldığına, bu manadaki Felsefeyle meşgul olduğuna ve bu anlamdaki felsefî eserlerden/filozoflardan etkilendiğine dair hiçbir emare yok. Evet, Said Nursî’nin hayatı boyunca yazdığı tüm eserler meydandadır. Said Nursî’nin hiçbir döneminde, ne "vahyin rehberliği dışında var oluşu anlama çabası" ve ne de "esbaba tesir veren bir anlayışla var oluşu yorumlaması" vardır.

Peki, nedir o zaman Yeni Said tarafından eleştirilen Eski Said'in meşgul olduğu "felsefe"?

Bütün bunları dikkate aldığımızda anlıyoruz ki Eski Said'in meşgul olduğu felsefe, düz anlamıyla, esbap-perest bir felsefe değildir.

Said Nursi'nin Eski Said'i eleştirirken gündeme getirdiği felsefe, Kelam ve Tefsir gibi alanların bilgi aktaran, yalnızca bir mantık jimnastiğinden ibaret olan bir bilgi edinme anlayışıdır. İnsanın duygularını hesaba katmayan, insanın hisleri ile o hislerin Yaratıcı'sı arasındaki bağı kurmayan ve insanın duygularının Yaratıcı'sını insanın duygularına tanıtma aşamasını içermeyen bir bilgi öğrenmesidir. Yani, insanın tüm özellikleri açısından baktığımızda 'kuru' bir informasyon (veri) aktarımından, kuru mantık jimnastiğinden ibaret olan bir 'bilgi yığını' ile meşguldü Eski Said, demek istiyor Said Nursî.

Tefsir alanına baktığımızda mesela, Kur'an'ı Arapça gramer kurallarından ibaret olarak anlayan çalışmalar, burada Nursî’nin kastettiği anlamıyla "ulûm-u aklîye ve felsefîye"dir. Ancak bu şekilde bir Kur'an çalışması insanı hitap-ı İlahiye muhatap yapmaz. Böyle bir anlayışla Kur'an'a muhatap olan bir insan, muhteşem bir Arapça belagat eserini inceleyen bir edebiyatçı gibidir. Kur'an'ın edebiyat kalitesine, lafızlarındaki önceliklere hayran olur ama bu hayranlık insanı Yaratıcı'nın hitabına muhatap yapamıyor.

Kelam kitaplarında ise, kâinatın bir yaratıcısının mutlaka olması gerektiğini ve o Yaratıcı'nın sıfatlarının da kendisi gibi mutlak/ezeli olması gerektiğini anlatır. Ancak insanının duygularını, o duyguların Yaratıcı'sı ile bağlayarak; Yaratıcı'yı duygulara hissettiren/tanıttıran bir çalışma Kelam kitaplarında olmaz.

Yani, buradaki bağlamda “felsefe” ifadesiyle kastedilen, yalnızca bir mantık jimnastiği yaparak kâinatı yorumlama çalışması yapmak demektir. Bu bağlamda felsefe demek, Yaratıcıyı inkâr etmek değildir. Felsefeden maksat, yalnızca aklî bir sonuca ulaşıp o aklî sonuç ile insaniyeti muhatap edip çalıştırmayan, yani bir noktada insaniyete 'harici/dışsal' kalan bir bilgi yığını ile meşgul olmak demektir. Bu bilgileri öğrenme çalışması, insaniyeti hesaba katmıyor. Yani, bizzat insanın kendisini 'işin içine' katmıyor. Dışardan harici, dışsal bir bilgi ediniyor.

Mesela, Kur'an'ın Semud kavmi hakkındaki açıklamalarını; Semud kavmi nasıl helak edildi, rüzgarla mı helak edildi yoksa semadan gönderilen taşlarla mı? İşte bu şekilde insanın duygularına harici kalan, yani o duyguları işin içine katmayan bilgilerden ibaret olan klasik Kelam ve Tefsir kitapları ile hitap-ı İlahiye muhatap olmak çok zor oluyordu. Bu klasik eserlerdeki bilgi edinme işleminde insan, tüm insanî özelliklerle birlikte yoğrulup eğitilmiyordu.

Çok kabaca bir değerlendirme yapacak, olursak insan üç temel unsurdan ibarettir: Akıl, kalb ve beden. İşte Nursî, "ulûm-u aklîye ve felsefîye" eleştirisiyle temelde, bu üç unsurun kaynaştırılması gerektiğini ifade ediyor. Böyle bir kaynaştırmayla ele alınmayan bilgi edinme faaliyetlerinin insan için pek de bir anlamı olmadığını söylüyor. Demek ki insanı bir bütün halinde ele alan çalışmalar yapmak işe yarar.

İnsanın insaniyetinin, yani ruhunun iki yönü vardır. Birincisi muhakeme/akletme yönüdür. Diğeri de duygulara sahip olması yönüdür. İşte, yalnızca muhakeme edip duyguları terbiye etmezseniz, öğrendikleriniz ve ulaştığınız sonuçlar sizin için harici/dışsal kalır. Yani, bir bilgi yığınından ibaret kalır. Ancak, iman bilgi değildir. İman, bir insanın bir konuda ulaştığı sonucu bütün insaniyetine hazmettirip, insaniyetineo mal edip o sonuç hakkında bizzat duygularıyla mutmain olmasıdır, tatmin olmasıdır. İşte, iman konusunda kalbin tatmin olması ile kastedilen budur.

İnsaniyetin dışında harici bir bilgi şeklinde olan; mesela, bu kâinatın bir yaratıcısı var, demek felsefî bir cümledir. Yani, kâinata bakılarak akıl jimnastiği yapılıyor. Ama bu Yaratıcı'nın varlığı beni neden ilgilendiriyor boyutu, böyle bir akıl jimnastiğinden ibaret olan bilgi edinme işleminde yoktur. İşte bu özelliğinden dolayı insaniyeti hesaba katmayan akıl yürütmelerini, Nursî “felsefî” olarak değerlendiriyor.

Yani, kendi duygularını bizzat Yaratıcı'yı tanıma aracı olarak kullanmadan, bu kâinatın bir Yaratıcı'sı var demek felsefedir. Bu felsefî bilgiyi, insanın insaniyetiyle özdeşleştirip kaynaştırarak, insaniyetini Yaratıcı'yı tanımak için kullanmaya dönüştürmek gerekir.

Bu bağlamda bir örnek verelim. Mesela, yeni yapılmış bir eve girdik. Mimar bu evi çok güzel yapış dedik ve evde oturmaya başladık. Evi yapan bir mimar olduğunu kabul ettik ama evde otururken mimarla hiçbir alakamız olmuyor. İşte bu örnekte olduğu gibi, evin bir mimarı olduğu bilgisini edindik ama insanî duygularımızın mimarla hiçbir alakası olmaması şeklindeki bir bilgi edinme, bir sonuca ulaşma; Nursî’nin tabiriyle felsefîdir.

Kâinatın bir Yaratıcı'sı var demek yanlış değildir ama bu sonuç ile insaniyeti kaynaştırmadığımız sürece bu sonuç felsefî bir bilgidir.

Sonuç olarak Kelam ilmi ve hatta Tefsir ilmi buradaki bağlama göre felsefedir. Ancak bunca açıklamadan sonra buradaki felsefe tabirinden, esbap-perest ve vahye sırtını dönen Helenistik/Grek Felsefesi anlamında bir felsefe kastedilmediğini söylemeye gerek yoktur.

*Not: Bu yazı, http://ha-mim.org sitesi tarafından organize edilen ve 19.08.2017 tarihinde yapılan Mesnevî-i Nuriye kitabının Mukaddime'si bölümü üzerine olan 1. Sohbetin bir özeti olarak hazırlanmıştır. İlgili sohbete şu linkten ulaşabilirsiniz: http://ha-mim.org/kayitlar

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
17 Yorum