Risale-i Nur’un Risale-i Nur İle Şerhi-5 (Hakk ve Hakikat Bahsi)

Risale-i Nur’daki marifetullaha dair bahislerden özet mahiyette olan fakat bir çok marifetullah sırrına câmi olan bahislerden birisi Osmanlıca Lemeat Risalesi’nde bulunan “Mahbub-u Hakiki En Akreb, hem En Eb’addir” bahsidir. Bediüzzaman marifetullaha dair bir çok kavramın izahını da burada yapar. İlgili metin şöyledir:

Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir

Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilm ve kudret denizinde daima müsebbihane yüzen kâinat timsalini,

Görmek eğer istersen; benimle beraber gel, hayâlî bir seyahat. İşte bahr-i ummanın (fakat suyu tatlıdır) en derin bir yerini

Kendine makarr etmiş, yüzlerce menzillere havi olan bir cisim, tahtaları pek ince, tahtelbahrin içine, sen karınca cismini, ben arı libasını

Giyeriz de gireriz. İstersen gel de otur, kanadımın üstüne, beraber de uçarız, muhit-i havaînin denizinde yüzeriz. Onun orada var bir balonu.

Bu müthiş bir balondur, binlerle bölmeleri var, mürettep muntazamdır. Biz de girdik içine, ben kondum pencereye, sen istedin altını.

Ey karınca kardeşim! Tahtelbahirde isterdik, suyun yüzünü görmek. Burada istiyoruz, ziya ile yıkanmak, ben bilirim yolunu.

İkisinde ikişer yolumuz var. Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz. İşte tarik-i fenni.

İkincisi: Hidayet, basiret tarikidir. Hidayet hakka bakar, basiret hakikate. Hak ve hakikat öyle, birer keskin âlettir, ki tahtelbahir balonu.

Neresini istersen, onlar ile delersin, mâ ve ziyâ alırsın. Bu pencerede görürüm; zaten pek çoktur pencereler. Sen zulmette oturdun, görmezsin hiçbirini.

Bizim gibi küçücük hayvanlara kâfidir, mesamatta tereşşuh, menâfizde şuâat. Sen sözümü tutmadın, bölmelerde dolaştın, bir şey bulmadın, ayaklar ezdi seni.

İşte âlemde olan sebepler, vasıtalar; benzer o bölmelerde mürettep ve muntazam perdelere. Duvarlar, her birinin altında, hem dahi pek yakını.

Melekûtiyet vechinde, ma-i kudret işliyor, ziya-ı ilim okşuyor. Nesim-i Rahmet yelpezler, yüzünü hem gözünü, cânını cânânını.[1]

Üstad’ın Lemeat’ta işlediği bölüm Risale-i Nur’da kapalı bırakılmış marifetullaha dair birçok bahsin anahtarlarını da içermektedir. Mesela Üstad Bediüzzaman, Ene Risalesi olan 30. Söz 1. Maksad’da şöyle der:

“Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo[2] gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina'nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtelarz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: "Bu elektrikle o âlet Kur'ân'ın hazinesinden size verilmiştir."

Bediüzzaman bu iki verilen şeyin ne olduğunu Sözler kitabında açmamış. Lemeat’taki bahisle Ene Risalesi’ndeki bahis, aynı konuyu işlediklerinden bir birlerinin izahıdırlar. Lemeat’taki “Hak ve hakikat öyle birer keskin âlettir, ki tahtelbahir balonu, neresini istersen, onlar ile delersin, mâ ve ziyâ alırsın” ifadesini Ene Risalesi’ndeki bahisle beraber okuduğumuzda şu tesbiti yapabiliyoruz: Tabiat zulümatını aydınlatan elektrik, “hakikat nuru” dur; azim kayaları, dağlar-misal taşları parçalayıp yol açan ise “hakk nuru” dur.[3]

Bediüzzaman bazen aynı meseleyi başka bir bölümde ekstra içerik katarak tekrar ele alır. Mesela: Lemeat’ta Ene Risalesi’ndeki bu “tabiatı delme yolculuğu” nu şöyle anlatır:

İkinci yolumuzu:

Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-nâz ve pür-niyazî.

Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi,

Kur’ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ, şurada tünelvari mağaralar, tahtelarz akıntılar beklerler ikimizi.

Bizi geçirecekler. Tabiat da, şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zîrâ bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.

Radyumvari[4] o madde-i Kur’ânî ışığıyla sezmiştim…[5]

Bu noktada hak ve hakikate dair temel bir tanımlama yapma zorunluluğu kendini göstermektedir. Hakk, kudret, ilim ve iradenin cem hâlidir. Külliyatta “Pırlanta” ile sembolize edilir.[6] Hakikat da kudret, ilim ve iradenin cem halidir. “Elmas” ile sembolize edilir.[7] Elmas ile pırlanta arasındaki cevher-mücevher ayrımı, hakikat ve hak arasında da söz konusudur. Hakk, mutlak hakikatin zuhur etmiş, zaman-mekan koordinatlarında şekillenmiş, tahakkuk etmiş ve yaşanılmış halidir. Mesela bir çekirdekten çıkabilecek milyarlarca ağaç, “hakikat” in sahip olduğu sınırı belirsiz potansiyeli ifade ederken, çekirdekten çıkan “bir ağaç” ise hakkı ifade eder. Bu külli potansiyele nazaran cüz’î ve müşahhas tahakkuktan dolayı Bediüzzaman Nurun İlk Kapısı eserinde “şems-i hakikat, hilal-i hakk” ayrımı yapar.[8] Kudret-ilim-irade sistematiğini mantık bilimi ve tasavvuf ilmi kavramlarıyla sistematik çerçevede ele alırsak şöyle bir manzara ortaya çıkmaktadır:

  • Âlemdeki her nesne “vücud”uyla, kudretin mazharıdır. Her bir “mevcud”, bir icad-ı kudrettir.
  • Aynı zamanda âlemdeki her nesne “hakikat” iyle, ilmin meşhedidir. Her bir “mahluk”, “meşhûd” bir hilkat-i ilmiyedir.
  • Aynı zamanda âlemdeki her nesne “zâtiyet”i ve “hüviyet”iyle, iradenin ma’kesidir. Her bir “masnu”, “maksûd” bir san’at-ı irâdedir.

Mantık biliminde hakikat, hüviyet (suret) ve zâtiyet, “mahiyet” i oluşturan a’yan-ı selâse kabul edilir. Mahiyet ile “vücud” un birleşmesi ise “hakk” ı netice verir, denilir. Bu sistematik çerçevesinde her nesne ve canlı “vücudî kudret, şuhudî ilim ve kusûdî irade” nin eseridir. Bu sabit hakikatin ışığı altında diyebiliriz ki, “hak hakikati” bütün kâinatta tezahür etmektedir ve kâinat, nûr-u Muhammedî (SAV) çekirdeğindeki ağaç-ı hakikatin bir tahakkukundan ibarettir.[9] Kur’anın verdiği bu perspektifle hangi meseleye, hangi nesneye, hangi olaya veya hangi canlıya bakılırsa bakılsın İlahi kudret, ilim ve irade orada okunabilmekte, hiçbir şey kul ile Allah arasında perde olamamaktadır.

[1] Abdülkadir Badıllı, bu ifadeyi “cânân” diye okumuş; oysa “cenân” dır. Farsça’da cân, “ruh”; cenân ise “kalb” demektir. İnsan kalbi, “fakr” ıyla hakka müteveccihtir; insan ruhu ise, “acz” iyle hakikate mukabildir. Metnin akışı “cânını, cenânını” olmasını iktiza etmektedir. Ki hakikatte de öyledir. Bkz. Matbaa-i Evkaf Baskısı Lemeat, 1337-1339, Mahbûb-u Hakiki En Akreb Hem En Ab’addir bahsi.

[2] “Eğer desen: "Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?" Ben de derim ki: Kur'ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.” Buradaki “hakikat ve marifet yolu” tabirindeki “marifet” ifadesi hakikati arayan ve “ilim” denilen “tasdik-i aklî” den daha alt seviyedeki bir “marifet-i tasavvuriye” değil, “hakk” a mazhariyeti, hakikatin şehâdet âleminde tezahürünü ifade eden “marifet-i hakikiye” dir. Teknik olarak bu tarz marifete, “irfân” adı verilir. Üstad’ın “Nur mekteb-i irfânı” teşbihinde bahsedilen irfân, hakiki marifetullah manasındadır. Üstad’ın Risale-i Nur hakkındaki “Yazılan Sözler tasavvur değil, tasdiktir… Marifet değil, şehadettir, şuhuddur” sözü de bu manadadır. (Mektubat, 28. Mektub, 7. Mes’ele, Mahrem Bir Suale Cevaptır) Çünkü hakikati arama esnasındaki marifet, tasavvur seviyesinde bir ilmi ifade eder. İlmelyâkîni dahi ifade etmez. Fakat hakiki marifet, iz’an-ı kalbi netice veren, aynelyakîn bir imanı kişiye kazandıran, “Kelime-i Şehadet makamı” na imanı yükselten hakka mazhar bir ilim seviyesidir. Aksi takdirde Risale-i Nur kendi içinde bir çelişki taşır. Oysa deha-yı a’zam derecesinde hakikate mazhar, hakka vasıl olan Risale-i Nur’da bir çelişki yoktur.

[3] Mesnevi-i Nuriye’nin Mukaddimesi’ndeki: “Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur'ân'ın bir i'câz-ı mânevîsiyle, herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi Kur'ân'a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlûp olmayıp galebe etmiş.” Bu sır, “hak sırrı” dır.

[4] Radyum, radyoaktif bir element olarak, “hak nuru” nun sembolüdür. Risale-i Nur batıl fikirleri “hak nuru” ile parçalayan ve imha eden “manevi bir atom bombası” dır.

[5] Sözler, Lemeat, Fatiha’nın Âhirinde İşaret Olunan Üç Yolun Beyanı.

[6] Sözler, 27. Söz, Altıncısı: “Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.”

[7] Sözler, 17. Söz, 2. Makam, Siyah Dutun Bir Meyvesi: “Kur'ân'dadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam. Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.” Kur’an, vahye ehl-i hakk olarak muhatap olma boyutunu; Furkan ise, ehl-i hakikat olarak muhatap olma boyutunu ifade eder. Hatta Furkan, tasavvufi manada “ehl-i fark”; Kur’an ise “ehl-i cem’” olma makamına da ima eder.

[8] Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Nurun ilk Kapısı, 12. Ders.

[9] Bu sistematik yapıya dayanarak diyebiliriz ki “Hakk = Vücud + Hakikat + Zâtiyet…” (Mektubat, 15. Mektub, 6. Sual) Bu köklü ve câmi yapısından dolayı Hakk ismi, zâtî isimlerden birisi, Mehmet Âkif gibi âlimler açısından da İsm-i A’zam olan bir isimdir. “Ennallâhe hüve’l-hakku” (Hacc suresi,62) âyetinin bildirdiği üzere bütün cihetleriyle Allah’a mahsus bir hakikattir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
9 Yorum